Korona Günlerinden Çıkış

fullsizeoutput_46feSevgili Okurlar,

25 Mayıs 2020 Pazartesi itibarı ile Atina’da kahvelerin açılmasıyla benim için karantina bitti. Çünkü neydi? Zaten büyük bir kısmını evde geçirdiğim hayatımdaki tek fark sabahki yoga ve ev işlerini bitirdikten sonra çıktığım kahve gezmelerimin kesilmesiydi. Kahve gezmesinden döndükten sonrası zaten son üç ayda yaşadığım hayatla birdi. Öğle yemeği pişir, yazmaya otur, sonra akşam olur.

Kahvelerin açılmasını dört gözle bekliyordum. Sabahları uyanmam için bir sebebim olacak diye düşünüyordum. Normalde 6:30’da ayağa dikilen ben bu karantina aylarında her gün 8:20’de gözlerimi güne açabildim. Kahve gezisi günümden çıktığı için.

Dün koşa koşa evden çıktım. Gerçekten de açılmışlardı! Eve yakın Kaldi kahvesinde oturdum. Az şekerli, badem sütlü bir kakao içtim. Bloğumu biraz düzenledim. Sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibiydi. Oh be, demedim yani. Sanki daha dün gelmişim Kaldi’ye. Öyle bir cool his içimde. Peki. Eve döndüm. Yemek yaptık. Akşam oldu.

Bu sabah yüreğime bir öküz çöreklenmişti, öyle uyandım. Kalktım. Kahvemi yaptım. Romanımı alıp parka bakan balkon kapısının önüne yerleştim. Öküz yüreğimden kalkmadı. Oysa günün ev sevdiğim saatleri. Bey’i kaldırdım. Yogamı yaptım. Kahvaltı ettim. Ben biraz çıkayım dedim. Little Tree and Books, biliyorsunuz Atina’daki en sevdiğim kahvem. Oraya giderim, dedim. Orada yazarım. Sonra bir tutukluk geldi üzerime. Yorgunluk. Little Tree bizim evden 5 km uzakta. Eskiden, bisikleti metroya atar, trafikli ana caddeleri metroyla geçer, Akropolis’in yeşil, şirin sokalarını bisikletle aşardım. Henüz metrolara binmiyoruz. 5 km yol gidecek güç var mı bacaklarda? Yok. Pazar günü bisikletle Filopapou tepesine çıktım. (Fotoğraf oradan) Büyükada’daki çamlar gibi yüksek bir tepeye kurulmuş, harika bir park. Öye bir hamlamışım ki, bugün (salı) hala bacaklar, omuzlar ağrıyor. Hayır, Little Tree’ye pedal çevirecek derman yoktu bacaklarımda ama başka bir derdim daha vardı.

O da şu: Karantina günlerini ben sakin geçirdim. Yardımcımız yoktu. MS hastası eşime tek başıma baktım. Sabahları yataktaki yatay pozisyonundan bağdaş kurarak oturtmayla başlayıp, gece yine bağdaştan yataya geçirmeye kadar giden ayrıntılı ve zorlu bir bakım bu. Dışarıdan yemek sipariş etmediğimiz için her gün yemek pişirdim. Mutfağı topladım. Çamaşırları yıkadım. Astım. Askıdan aldım. Eşimi yıkadım. Kendimi yıkadım. Kedi tuvaletini temizledim. Biliyorsunuz işte. Domestik haller. Tüm bu ev işinin beni yıpratacağını düşünürdüm, haftada bir kaç gün bugünkü gibi yüreğime öküz oturmuş gibi bir ağırlıkla uyanacağımı tahmin ederdim. Hiç biri olmadı. Evet, herkes kadar benim de dikkatim dağınıktı. Bir işe odaklanmak zordu ama 24 dakikalık gati yöntemini kullanarak okudum da, yazdım da, derslerimi de verdim. Hatta okurlarımla Zoom üzerinden buluşup onlara kitaplarımdan parçaları yüksek sesle bile okudum, hâlâ da okuyorum.

Genel olarak huzurum yerindeydi. Bir defa bile Yaz Sıcağı  kitabımın okurlar tarafından en çok paylaşılan cümlesi olan “evlilik insanı daracık bir nüshasına hapsediyor,” cümlesini aklıma getirdim. Daracık nüshamda değildim çünkü. Tam kapasite olmasa bile tama yakın kapasitede hayata sarılıyordum.

Bu sabah bu cümle ilk defa aklıma geldi. Yaz Sıcağı’nın anlatıcısı Melike’nin annesinin Melike’ye söylediği: Evlilik, insanı daracık bir nüshasına hapsediyor.

İlk defa bugün, dışarısı ihtimali belirdiği için içerisi beni darladı! Bugüne kadar bir Zen rahibesi anlayışı içinde gördüğüm ev işleri, dışarı çıkmamı geciktiren iğrenç uğraşlara dönüştü. Bey, ofisimin kapılarını açtığımda beni bekleyen, son yazdığım bölümü anlattığım, yüksek sesle Raymond Carver öyküleri okuduğum dosttan, benden devamlı hizmet bekleyen kocaya dönüştü. Kediler bile her zamankinden çok mızmızlandılar kapalı balkon kapıları yüzünden.

Görüyor musunuz kahvelerin açılması nelere maloldu?

Neden oldu? Çünkü anında ben, orada, dışarıda, o kahvede, o diğer varoluş alanında başka bir olacağıma inandım. Daha tam. Daha mutlu. Daha üretken. Daha özgür. Daha kendi gibi!

Oysa daha iki gün önce, evdeki yazıhanemin kapalı kapıları ardında, tam da o kişiydim.

Orada bir başka ben yok dışarıda. Tüm ev işlerinin ortasında dahi bulabildiğim merkez, hâlâ içimde, hâlâ içeride. Bunu hatırlamalıyım. Tamlığı bir başka yerde aramaya meyilli zihnimi dizginlemeli, merkeze doğru gemlemeliyim. Yoksa hep bir başka hayatı hayal edecek o, tamama ermek için.

Parka gittim. Bir banka oturdum. Karşıma  Rus bir anne ile iki çocuğu oturdular. Kız 9-10 yaşlarında, oğlan 12-13. Anne telefondna müzik açtı. Avaz avaz, Yunan rap. Ben pis pis baktım. Kitap okuyordum. Çocuklar annenin karşına geçip dans ettikler. Birbirlerini kovalayıp bağrıştılar. Yüksek sesle konuştular. Güldüler. Bir daha dans ettiler. Müziğin sesini açtılar. ANne çocukları videoya çekti.

Yağmur başladı. Hep beraber kalktık. Zakkumlar açmış. Sunağıma koyarım diye bir tane kopardım. Rus aile yanımda bitiverdi. Oğlan bana koca bir buket pembe zakkum uzattı. Anne elindeki torbadan bir demet beyaz zakkum çıkardı. Küçük kız onu da elime tutuşturdu. Önümde eğildiler. Oğlanın başında şık bir şapka vardı. Onu çıkartarak beni selamladı. Hepsi birden gülümsüyordu. Küçük kızın omzuna dokundum. Teşekkür ettim.

Eve döndüm.

 

Korona Günlerinde Kader

IMG_1117
Kasım ayında gittiğim Vaidyagrama Ayurveda Merkezi’nden

Herkese merhaba!

Hayırlı dolunaylar. Ramazan’ın tırmanış kısmı bitti, bundan sonrası rüzgarda yokuş aşağı bırakmak gibi bisikleti. Gökteki ay, bu geceden sonra küçülmeye yüz tutacak. O küçülürken biz de bir soluk alacağız. Bu hafta sonuyla, önümüzdeki haftanın ilk günlerinde göklerdeki durum biraz gevşeyecek gibi. Haydi, insanlık sık dişini.

Diyorum ama sıkılıyorum mu ben? Dişimi sıkacak bir şeyim var mı, ondan da emin değilim. Öyle alıştım ki halime! Geçen pazartesi Yunanistan’da sıkıyönetim kalktı. Sokağa çıkma yasağı kalktı. Şehri terk etmediğimiz sürece mahallemizden çıkabiliriz. Taksiler tekrar çalışmaya başladı ve toplu taşıma araçları. Sokaklarda arabalar belirdi yeniden. Parklarımız açıldı. Biz yine de temkinliyiz. Akdeniz halkı malum, sokağa çıktı mı öbekleşmeden duramıyor. Koşanlar yanınızdan kıl payı geçiyor, geçerken hapşuruveriyor. Biz de Bey ile beraber, iki günde bir, sadece bir saatliğine akşamları yürüyüşe, parkımıza inmeye karar verdik. İki balkon arasında geçen 40 günden sonra yürüyebilecek miyim, tekerlekli sandalyeyi itebilecek miyim, bunları hep göreceğiz.

Dün akşam Vedik Astroloji haritama baktırdım. Vedik Astroloji, Hindistan’ın geleneksel astroloji sistemi. Batı astrolojisi gibi işliyor,  doğum anındaki gökcisimlerinden gelen enerjisini kişinin karakterine ve hayatına etkisine bakılıyor. Vedik astrolojiye, yoganın da kozmolojisini belirleyen Veda’lar kaynaklık ediyor. Vedik kozmolojiye göre ruh aydınlanana kadar hayata tekrar tekrar gelir ve her bir yaşamdaki davranışları, tutumları bir sonraki hayatın karmasını belirler. Karmayı kader gibi düşünebiliriz. İlişkilerde örülür. Bu hayatta sorunlu veya dostane, ilişkiye girdiğimiz herkes ile önceki seferlerden kapanmamış bir hesabımız vardır  ve her bir yeni hayat hesapları kapatmak için bize sunulmuş imkandır. Bu kozmolojiye göre ruha karma yüküne uygun bir ana bana verilir.  (Ben, doğrusu “ruh aileyi seçer” hikayesini geleneksel metinlerin hiç birinde okumadım- ailemizi seçtiğimizi düşünmeyi seviyoruz, biliyorum ama Vedalar karmasına göre her bir ruha bir aile verildiğini söyler. Ruh’un pek bir seçim gücü yoktur, en azından önemli meselelerde.) Ruh’un görevi (dharması) ona verilen ilişkiler ağı içinde yeni karma üretmeden, eskileri yakmaktır. Her bir hayatı ne kadar az karmayla tamamlarsak, bir diğerine o kadar hafif ve rahat koşullar altında geliriz.

Bu da demek oluyor ki, bu kozmolojiye göre etrafımızdaki herkesle önceki hayatlardan tanışıyoruz. Kırık biten dostluklar, nefret ve hasetle ayrılan sevgililer, yüzünü şeytan görsün denen eski kocalar hepsi ve hepsi öncesinde de vardı, sonrasında da olacak. Karma yakmanın yolu bağışlamak ve kabul etmek. “Her şeyi, herkesi olduğu gibi kabul etmek” klişesi buradan geliyor. Bizim başımıza gelenleri de, etrafımızdaki insanların bize ve kendilerine davranışlarını da kabullenmek, dövünüp, öfke, nefret, ıstırap üretmeden serinkanlılıkla yolumuza çıkan taşların arasından yürümek. Kimi karmalar maalesef çok ağır. Bu ne demek, önceki hayatlarda fenalıklar mı yapmış kişi? Kİmisi öyle iddia ediyor. Ben emin değilim. Ağır karmalar (Bizim Bey’in hastalığı mesela) kişinin aydınlanması için ekspres yol olarak sunulmuş da olabilir. Öyle bir karmadır ki, değişmek zorundasındır. O değişim de seni Dharma’na taşır.

Vedik Astroloji, ne gibi yüklerle bu hayata geldiğine bakar. Karma ve dharma. Bu hayata ne getirdin ve buraya  ne yapmaya geldin? Bu hayata ne yapmaya geldiysek, illa ki onu yapacağız diye bir şart yok. Tatminsizliğimiz  de büyük ölçüde dharmamızdan uzak işlerle meşgul olmamızdan kaynaklanıyor. Böyle durumlarda bilen birinin harita okuması yolumuza ışık tutuyor.

Benim haritamda da daha en baştan çok seyahat edeceğim, yabancı ülkelerde yaşayacağım ve bir yabancı ile evleneceğim belliymiş. Annemle babam doğduğumda bu haritayı okutsalardı, tüm bunları bileceklerdi.  Önceki hayatlarımda hocalarıma sadık kalmışım ve iyi bir müritmişim. Çocukluğumdan beri hocalarıma aşkla bağlanmama şaşmamalı! Ve hoca aşkıyla derslerime çalışmama. Bir yanım (ketu) dünyevi hayattan elini eteğini çekmek isterken, diğer yanım hayatı milimetrik bir biçimde düzenlemek ve hep o düzenin içinde yaşamak istiyormuş (satürn). Çok mantıklı. Size de bir görünüp bir kaybolmam işte bu Ketu-Satürn birlikteliğinden. Dharmam insanlara maneviyata dair rehberlik etmekmiş. Bu açıdan yogaya ilk şavasanada sevdalanmam ve yuvamı bulmuş gibi hissettmem çok normalmiş. Hindistan’daki aşramın gurusu ile ustam Sundernath’ın ayrı ayrı zamanlarda söyledikleri gibi görevim kendi ülkemin insanlarına yoga öğretmekmiş. Bunu da bizzat tecrübe ediyorum. Başka ülkelerde defalarca yoga dersi vermeyi denedim. Ufacık bir topluluktan öteye sesim yetişmedi. Türkiye’de ise çabasızca buluştuk daima öğrencilerimle. Manyetik alan gibi birbirimize çekildik.

Karma meselesine gelince, benim için iş daima tanınma meselesinde düğümleniyor. Tanınma tutkum ayağıma prangaymış. Doğru. Başıma ne geldiyse dikkat çekmeye çalıştığımda geldi. Tanınma (recognition) tutkumdan vazgeçtiğim gün yollar açılacakmış. Üzerinde çalışacağım alan surrender- teslimiyet. Kendi doğrumu kabul ettirmeye çalışmaktan, benim performansımı etrafımdaki insanlardan beklemekten, sonra üzülüp kahrolmaktan, hocamın gözünde değerli miyim, kitaplarım ödül alacak mı, ingilizcede de basılacak mı, Orhan Pamuk tarafından okunacak mı diye düşünüp, dertlenmeyi bıraktığım gün o karma yanıp kül olacakmış. Astrolog Paula dedi ki, unutma sen sadece bir araçsın. Bilginin akacağı bir araç. Aradan çekillirsen bilgi senden akacak. Yeter ki kendini dahil etme. Pay çıkarma. Kahrolma. Sadece orada dur.

Hani bir yazı yazmıştım ya, Bir Pabuç Gibi diye, tastamam orada düşündüğüm şeyler aslında. Düşünmesi kolay tabii. Eyleme geçiniz. Karma eylem demek.

Bu harita okuması bana bir ışık oldu. Neden buradayız, hangi engelleri kaldırırsak parlarız, bunları hatırladık. Bizim Bey ile de ilgili bir şey söyledi Astrolog Paula, o da şu: Siz önceki hayatınızda anlaşmışsınız. Sen ona bakma sözünü vermişsin. Ve şimdi o sözünü tutuyorsun.

Kİm bilir bana ne büyük bir iyilik etti bizim Bey! Şimdi düşünüyoruz, acaba ne yaptı?

Şaka bir yana, bu yorum beni birden çok rahatlattı. Arada sırada beni yoklayan, ben neden evlendim, bir kadın neden evlenir, şimdi bekar olsam neler neler yapar, potansiyelimi nasıl da gerçekleştirirdim (o ne demekse artık!) gibi sorular bu bilginin içine çözündü, gitti birden. Sanki ona verdiğim sözü hatırladım. Öyle bir “tabi ya”, anıydı! Hayatın kontrolünün elimizde olmadığını hatırlamamanın özgürleştirici bir tarafı var.

Yani şunu diyorum sevgili okular, hayatımıza giren herkesin bu hayatta bir rolü var. Belaların, hastalıkların, kötülüklerin de. Yoga kozmolojisinde, içine doğup doğup öldüğümüz ve adına yaşam dediğimiz bu döngünün defalarda tekrarlanacağı söylenir. Bir tiyatro oyunudur yaşam. Ölünce kulise geçer, oyun arkadaşlarımızı rollerinden sıyrılmış halleriyle görürüz, sonra Yönetmen yeni bir oyun sergilemek üzere perdeyi açar ve biz aynı oyun arkadaşlarımızla yeni rollerimize soyunuruz. Oyunun sonuna kadar da gerçek zannederiz tiyatroyu. Sonra perde kapanır ve tekrar kulise…

fullsizeoutput_46c0
Bu yazının altına bu fotoğraftan başka bir şey koyamazdım. 1990. Lisedeki tiyatro oyunumuz. Mutluluğuma bakar mısınız!

 

Vedik Astroloji Haritama Paula Crossfield baktı. Dr. Robert Svoboda’nın asistanıyken tanıştık. O da Shadow Yoga öğrencisiymiş. Dünyanın iki ayrı ucunda, aynı kafada iki kadın. Tavsiye ederim. Bu da web sitesi : https://www.weaveyourbliss.com/

Unutmadan:

YAZ SICAĞI kitabımı okuyacağım seanslarımız dolmak üzere. Bu Pazar başlıyoruz. 4 hafta sürecek. Ben kitabı okuyacağım, sonra sohbet. Katılmak istiyorsanız lütfen bana kayıt için bir email atınız. sumandefne@gmail.com

 

 

 

 

 

Korona Günlerinde Zaman

IMG_2093
Ön Balkonda Akşam Yemeği

Zaman nasıl akıyor…

Zaman nasıl akıyor?

Bizim burada şöyle:

Sabahları 8’den önce gözlerimi açamıyorum. Bu başlı başına tuhafıma giden bir şey. (demek ki yazar bu bloğunda tuhafına giden başka şeylerden de söz edecek) Ben ki dersim, işim, toplantım olsun olmasın gün doğumuna 48 dakika kalmayı kendine görev bilmiş, bu erken saatlerdeki uyanık var oluşundan duyduğu hazzı yedi cihana bildirmiş kişi, gün doğumundan üç saat sonra gözlerimi zorlukla açıyorum. Evet, people of zee (yoga) world relax. Herkes uyusun. Geçende Portland’daki bir arkadaşımla konuşuyorduk. O da Shadow Yoga hocası ve o da aynı benim gibi 8lere kadar uyuyormuş. Yılların uykusuzluğunu şimdi gideriyorum diyordu. Eh, öyle olsun bakalım.

Kalkar kalmaz kahvemizi hazırlıyorum. Aeopress makinesiyle bir bana, bir de yatakta bağdaş kurmasına yardım ederek oturttuğum Bey’e. Kedilerimiz Bey’in kucağına simit olup yatıyorlar hemen. Bey’in kucağı sabahın en kıymetli koltuğu. Kapanın elinde kalıyor. Onları yatak odasında bırakıp ben salona geçiyorum. Saatler 24 dakikaya kurulu. Günün ilk gatikası başlıyor. Balkon kapısından parkın yeşil serin esintisi salona doluyor. Telefonları açmıyorum. Telefonda kaybedilecek vakit yok, gatika dediğin 24 dakika. Bitiverir. Internetsiz çalışan ilk sürüm bir i-podumuz var, onu hoparlöre bağladık (kulaklık kablosuyla. pre-bluetooth bir cihaz) Bach çalıyorum. Bey gülüyor. Ah benim şu dededen kalma seçkin kentli alışkanlıklarım. Ona cevap yetiştirmeye de zaman yok. Gözlüğümü takıyorum. İlk yudum ve kitabımdan bir sayfa.

Oh! Ayıldım işte şimdi.

Sabah kahvesiyle 24 dakika roman okuyorum. Bu aralar Coetzee, Utanç. İkinci defa okuyorum. Yine de dağıtıyor beni. Konusu, acısı, çaresizliği, eşitsizlik, adaletsizlik, zulm ve düzen karşısında eli kolu bağlı kalmak… Şu günlerde özellikle. Kriz halindeki dünyanın resmi: UTANÇ.

Konusu ne kadar depresif olursa olsun, iyi yazılmış bir edebiyat eseri bende sıkıntıdan çok haz uyandırıyor. Utanç’ı da, evet içim ağırlaşmış olarak elimden bırakıyorum yirmi dört dakikanın sonunda ama bir yandan da estetik zevkin telleri tıngırdıyor. Bach da yardımcı sağolsun. İlk gatikadan sonra bizim evde rush hour. Bey kaldırılıyor. Giyiniyor. Tuvalet. İkinci kahvesi. Yatak topla. Odalardaki kahve fincanları ile su bardaklarını topla. Kedi maması. Kedi tuvaleti. Bulaşık makinesi boşalt. Yoga odasını havalandır. Yerleri süpür. Saat 10:00. Kapıda fizyoterapist Mihalis. Haydi onlar fizyoterapiye, ben yogaya. Frankincense kokulu yoga odamda bir tutam huzur. VE evet 10’da yoga. (Yazar bu bloğunda tuhaf şeylerden bahsedecek demiştik.) Hayatımda bir ilk.

11:30’da yoga ve fizyoterapi sonrası kahvaltı. Bitki çayı. Domates. Zeytin. Avokado. Tahin. Bana. Peynir-Jambon Bey’e. Ekmeğimiz artık elimizde ne varsa. Bugün ekmeğimiz  bitmiş olduğu için tablot kahvaltı menüsünü yulaf lapası ile değiştirdim. İçine de Peru’dan Atina’ya göçmüş nadide bir mango doğradım. Parmaklarımızı yedik.

Mutfağı toplamıyorum. Öylece bırakıyorum. Aferin bana. Arka balkona güneşin düştüğü bir saat var. D vitamini aldım aldım o sırada. Sonra bir daha güneşle karşılaşmak zor. Kedilerle arka balkona, yere yatıyoruz. Sıcak taşlara. Evlerin arka cephelerinin baktığı bir avluya bakıyor bizim arka balkon da. Üst kat komşum, (ona Zebercet adını taktım) tek başına yaşayan bir erkek, bir elinde sigarası, diğer elinde tek başına yaşayan erkek çamaşırlarıyla balkona çıkıp çoraplarını ipe diziyor. Tek eliyle mandalları takıyor. Beyaz atlet, siyah saç. Birileri hep balık kızartıyor ve bir bebek ağlıyor. Ne dil konuştuklarını anlamadığım bir çift kavga ediyorlar, belki de etmiyorlar. Diğer üst kat komşum mutfak balkonundaki bitkilerini suluyor. Merhabalaşıyoruz. Karşı komşum arka balkonuna yığdığı minderleri içeri taşıyor, tüllerini çekiyor. Diğer katların balkonlarının panjurları kapalı. Bazen siyah bir çocuk başı çıkıyor, örtülü panjurların arasından, taşların üzerinde sereserpe yatan bana ve kedilere bakıp kıkırdıyor, içeri kaçıyor. Yattığım yerden çatal bıçak seslerini dinliyorum. Ustaların bağrışmalarını. Çekiç ve matkap. Köpekler ve çocuklar bağırıyor. Giriş katında oturan şan hocası ders veriyor. Sol sol sol solfej sürüyor. Soprano, mezzo, alto…

Bu balkon saati benim eski kahveye gidiş saatimin yerini aldı. Görecek bir şeyleri yoksa sesleri dinlesinler, hareket edemiyorlarsa sırt üstü yatsınlar. Pekala. Zaten yogadan yorgunum. Şavasana.

Zaman?

Oldu mu size 1 o’clock. Kalk Defne kalk. Bu işin sonu yok. Kalkıyorum. Mutfağı topluyorum. Yunanca dersim varsa ödevlerin başına. Yoksa defter kitap önüme açık. Saat 2’de ya Yunanca başlıyor Skype’da (Salı ve Perşembeleri) ya da office hour. Önce emaillerimi okuyorum. Aslında bu işi en sona bırakmalıyım. Biliyorum ama dayanamıyorum. Sanki hemen o anda yanıt vermem gerek. Yanıt da yazmıyorum ya, işte okuyorum. Melodramlık bir durum yoksa ne âlâ. Varsa melodramın derdi sonraki saatlerimi etkileyecek, o yüzden okumak istemiyorum. Önce yazı. Önce yaratıcılık. Önce edebiyat, önce öyküm gelmedi. Olmuyor. Bilgisayar açılınca e-mailler dökülüyor.(Telefonu daha erken kahvaltı sırasında açmış oluyorum. Ama orada email yok. Sadece whatsapp. Gerekli yanıtlar kahvaltı sofrasından yollanıyor.) E-mailler okunduktan sonra hızlı bir sosyal medya taraması. Mesaj var mı yok mu? varsa ne olacak? Cevaplayacak mısın sanki? Hayır. Mesaj ve email cevaplama saati akşama. Neyse.

İnterneti kapat. Bilgisayarı da şimdilik kapat. Telefon hilal ay sembollü do not disturb halinde her daim. Ekranlardan nefret ediyorum. Günlüğümü açıyorum. 24 dakika yaz kızım. Ne yazayım? Aklım durmuş. Onu yaz. 24 dakika ne kadar uzun. 2,5 günlük sayfası doluyor. Yeni fikirler, saptamalar, iç dökmeler. 5. dakikada açılıyor kalem. Yeter ki yılmayın. Yeni öyküler için ilhamlar geliyor. Eski anılar. Bu anı ne diye şimdi aklıma geldi diye yazar-düşünürken bulunan bağ… İlişkilere bir bakış. Eski dostlarla biz şimdi neden böyle olduk? Bir zamanlar aşık olmuştum, ama şimdi ismi neydi unuttum. Günlüğümü yazarken mutlaka “Türkçe sözlü hafif müzik” dinliyorum. Spotify’da Birsen Tezer Radio’yu çalıyorum çoğunlukla: MFÖ, Bülent Ortaçgil, Ezginin Günlüğü, İncesaz, Yeni Türkü, Fikrek Kızılok dönüyor 24 dakikamda. Nazan Öncel çalacak olursa, günlük işi ikinci gatikaya da çıkar. Gidelim buralardan dayanamıyorum.

Yazar olunacaksa okunacak tabii. Sabahki bir gatikayla kalacak değiliz ya. Şimdi yazmak için okuma vakti. Margaret Atwood Flurya ve Antilop (Oryx and Crake). Bu kitabı da ikinci defa okuyorum. Bence iyi kitaplar mutlaka ikinci defa okunmalı. Yazarsanız ya da yazmaya niyetliyseniz üçüncü defa da okunmalı. Yazı öncesi enstrumanı akord etmek için bir yana, insanın dili açılsın, metnin ritmini kapsın diye elbette ama bir yandan da üstat bunu nasıl yazmış diye anlamak için. Bunu da, bence, ancak kurguyu bildiğiniz zaman yapabilirsiniz. Şimdi ne olacak acaba diye sayfaları çevirdiğimiz ilk okumada yazarın neyi nasıl anlattığıyla ilgilenmeye halimiz de vaktimiz de olmuyor. Olmasın da zaten. İlk okuyuşun hakkını yemeyelim. İlk okuyuş hikaye içindir. İkincisiyse edebiyat için. Fulrya ve Antilop’a yeniden başladım çünkü ona öykünen bir öykü yazıyorum. Biraz Atwood, biraz Ishiguro, biraz da Kudra ile Alobar’lı kısımlarıyla Parfümün Dansı. Sonuna erecek mi bu öykü, yoksa bir novellaya mı dönecek, yoksa solup gidecek mi hep beraber izleyip göreceğiz.

Günlük ve kitap seanslarından sonra tam yazmaya başlayacağım. Kapım aralanıyor. Bey.

-Hani akşama Pad Tahi Kung pişirecektin?

-E, pişireceğim. (Tayland usülü Karidesli Noodle yemeği)

-Hazırlıklara kaçta başlayalım?

-Bana iki gatika daha ver.

Zaman uçmuş. Bizim öyküye kala kala iki gati kalmış. O da bir şey. Orhan Pamuk ne demiş? “Bütün gün çalışırım. Sonunda beni tatmin eden yarım sayfa yazabildiysem ne mutlu bana.”

İki gati öykümü yazıyorum. (Bugün o iki gatiyi bu bloğu yazarak geçiriyorum.) Yarım sayfa bazen. Bazen daha çok. Ben kılı kırk yaran bir yazar olmadığım için tangır tungur yazabiliyorum. Sonra düzeltirim. Yarın yeni bir gün.

Akşam yemeğini Bey ile beraber hazırlıyoruz. Gün batımı ön balkonu kızıla boyuyor. Muşamba örtüyü sabunlu bezle siliyorum. Oraya çıkıyoruz. O bir kokteyl hazırlıyor. Old Fashion, Negroni, Gold Rush, Boulevardier. Batan gübe karşı kokteylini yudumluyor. Ben sıkıcı ve ayurvedik. Termosta kaynar su içiyorum yemeğimin yanında. Kedilerin ön balkona çıkması yasak. Camın arkasından bağırıyorlar.

Sonrası akşam. Lambaları yakıyoruz. Salona geçiyorum. Müzik koyuyorum. Bazen Pix Lax. Eleftheria Arnavikaki. Çoğunlukla da Leonard Cohen. İkimiz de Leonard’dan sıkılmıyoruz. Her bir şarkı ezbere bildiğimiz ama tekrar tekrar dinlemekten sıkılmadığımız bir hikaye çünkü. Chelsea Hotel, Famous BLue Raincoat, Suzanne, Maryanne.

Salondaki kanepede e-maillere yanıt veriyorum. Annemi arıyorum. Haftada bir New York’taki arkadaşım Esin ile konuşuyorum. Haftasonu akşamları öğrencilerimle buluşuyorum. Akşam geceye bağlanıyor. Güneşin battığı yerde venüs ile hilal şeklinde ay beliriyorlar bu ara. Kedilerle koşmaca oynuyoruz. Fare at, kovala, saklan, kovala… İkisi de helak olana kadar koşturmazsam gece bize uyku yok. Göz bebekleri kocaman attığım farenin peşinde koşturuyorlar, birbileriyle boğuşuyorlar, odadan odaya yürürken ben bacaklarıma atlıyorlar.  Kahkahalarını duyar gibi oluyorum o zaman.

Kedilerden önce ben yorgun düşüyorum. Kırmızı deri kanepemize yatıp bir gatika daha kitap okuyorum. Atwood ya da Coetzee. Hangisini canım çekerse. Türkçe bir öykü kitabı varsa elimde, bu saatlerde genelde Türkçe öyküler okuyordum. Şermin Yaşar’ın Gelirken Ekmek Al’ını yeni bitirdim. Şİmdi yeni bir öykü kitabına başlayacağım. Raymond Carver’ın Katedral. Cumartesi sabahı başlayacak Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik Yazı Atölyesi için ödevimiz bu. (Evet, Beliz Güçbilmez ile ne zamandır çalışmak istiyordum ama Türkiye’deki zamanın sınırlı olduğu için atölyesine bir türlü kaydolamamıştım. Bu korona karantinasının böyle bir faydası oldu işte. Biz uzakta yaşayanların imrenip durdukları etkinliler ayağımıza geldi.)

Sonra yatak vakti. Tekrar kedi maması, tekrar kedi tuvaleti. Kapıları kilitle. Bey’i yatır. Diş fırçala. Yüz temizle. Diş ipi. Tonik, serum, göz kremi, yüz kremi. Saçları çöz. Fırçala. Pijama. Yatakta film. Sanat filmi olsun ne olur! Sanat filmi yok elimizde. Netflix var. Bööö. Amazon prime? Bir nebze daha iyi ama festival filmi yok mu? Peki elimizde ne varsa onu seyredelim. Çoğunlukla elimizdeki film hüsran. Boşa geçirilmiş 90 dakika. Neredeyse 4 koca gati. Ben bu filmi seyredeceğim yerde neler neler yapardım… Saat olmuş 12. Geceyarısını geçirmeden uyumalı. Kediler odadan çıkart. Kapıları ört ki tırmalayıp açmasınlar. Bey’in bağdaştan yatay pozisyona geçmesine yardım et. Aman dizine dikkat.

VE uyku.

Zaman nasıl akıyor…

Zaman nasıl akıyor?

Sizin orada nasıl?

IMG_1653
Arka Balkonda D Vitamini

Korona Günlerinde Aile Mezarı

IMG_3441
Foto: Fatma Şafak Pınarbaşı

Sevgili Okurlar,

Biz iyiyiz. E-posta ve mesajlarınız için çok teşekkür ederim. Sesim kesildiği için meraklandınız. Beni pek duygulandırdınız. Sağ olun. İyi ki varsınız.

Evet, iyiyiz. Bey de iyi. Kayınvalide ve kediler de. Evdeki günlerimizin düzeni oturdu. Haftada bir ya da iki defa alışverişe gidiyorum. Onun dışında hiç çıkmıyorum. Alışveriş de eziyet. Süpermarketlerden içeri insanları tek tek aldıkları için kapıda uzun kuyruklarda bekliyoruz. Birbimizin arası iki metre, yerde artık çizgiler var, onlara göre ayakta dikiliyoruz. Süpermarket içinde herkes çok hızlı hareket etmeye çalışıyor ama öyle dalgınız ki unların durduğu rafta maya bulmak için on dakika geçirebiliyoruz. Sonra eve gelince bitmeyen dezenfekte… Kıyafetler yıkanıyor, saçlar yıkanıyor, naylon torbadaki ürünler günlerce balkonda bekliyor. Biliyorsunuz işte… Artık hepimizin rutini olan şeyler.

Size neden yazamadım? İyice içime kapandım. Balkona bile çıkmak gelmiyor içimden. Kitap okuyorum. Günlüğümü yazıyorum. İstanbul’da uzaktan kumanda ile halletmem gereken dünya kadar iş var, onlarla uğraşıyorum. Para işleri, iade işleri, gitmeyen swiftler, kredi kartına eksik yatan iadeler, hala kurdan çalıp küçük kârlar peşinde koşan dev bankalarla süren kıyasıya mücadele… Bu gibi işlerin vaktimi fazla almasına izin vermiyorum. Belki günde bir saat. Sonra o kapıyı kapatıyorum. En azından akşama kadar. Einstein şöyle demiş: Bir meseleyi yaratan zihniyet ile o meseleyi çözemezsiniz.

Zihniyet değiştirmek bence eylemle oluyor. Bir eylemden diğerine geçmek gerekiyor. Rusya’ya gönderdiğimiz bir iade hesaba geçmemiş, karışık bir swift hikayesi. Çözmek için bankayı aramam şart. Bunalıyorum. Bunaldığım zaman, bunalmama rağmen bankayı aramıyorum, eskiden arardım. Olsun bitsin, der elektriği yüklerdim sisteme. Sigorta atsın diye bir cins sabotaj belki. Artık öyle değil. O odanın elektriğini kapatıyorum. Başka odaya geçiyorum. Kitabımı okuyorum. Veya günlük yazıyorum. Mutfağa giriyorum. Yemeği hazırlıyorum. Kedileri tarıyorum. Başka bir kafaya geçtiğim başka bir saat ve hatta başka bir gün ve kim bilir önümüz hafta sonu belki de iki gün sonra bu konuyla ilgilenirim diyorum. Ne demiş Scarlett O’Hara: Tomorrow is another day.

Balık burcuyum. Yükselenim yengeç. Yengeç burçları evlerine bağlıdır. Balık tarafım uçsuz bucaksız okyanuslarda yüzmek, gitmek, gitmek ister. Yengeç hep bir yuva hasreti içindedir. Evlerim onun sayesinde hep çok güzeldir. Bir giren çıkmaz istemez. İşte bu korona günlerinde yengeç idareyi eline aldı. Balığı da ehlileştirdi. Haydi, canım, iyiyiz işte. Masayı duvardan sunağa çevirelim, yüce güçler ve mumun alevi bize eşlik etsin. İşe yaradı. Masayı sunağa çevirdiğim gün bir öykü yazdım. İki gün sonra bir tane daha. Şaşırdım kaldım. Size yazmıştım, ayda bir öyküye niyet etmiştim. Eylül Konukları öyküsü Şubat ve Mart aylarına yayılmıştı. 40 günde ancak bitirdim. Sonra bu iki fırlama (Otostopçu ve Soy Adı) çıkıverdi. Kolayca, zevkle. Tüm yazı enerjimi onlara saklamıştım. Bloğu ihmal etmemenin sebebi işte buydu.

Geçen hafta okuduğum bir kitap, Herkül Millas’ın Aile Mezarı bu öykülerin (özellikle Soy Adı’nın) yazılmasına esin kaynağı oldu. 1964’de İstanbul’dan sürülen Rumların hikayesi. Kalabalık bir ailede geçiyor. Benim romanlardan da bilirsiniz ya, kalabalık aile kitaplarına bayılırım. Yüzyıllık Yalnızlık, Geceyarısı Çocukları, Cevdet Bey ve Oğulları, Budenbrook Ailesi, Ruhlar Evi… Bana bu kitaplarla geliniz. Girişlerinde aile ağacı olsun ama dönüp bakmayayım. Kendim çözeyim, kim kimin nesi olur. Herkül Millas’ın Aile Mezarı da işte bu tarz bir roman. Hem hüzünlü, hem komik, herkesin ailesinde bulunan tanıdık gerilimler ile sadece İstanbullu Rumların yaşamak zorunda kaldığı acılar, dışlanmışlıklar, hasretlerin buluştuğu, bir çırpıda okunan ve insanın dudağında bir tebessüm ile yüreğinde ince bir sızı bırakan bir romandı.

Aile Mezarı’nı okuduğum günlerin birinde Meral Halama telefon ettim. Benim üç halam var. En büyükleri Zuhal Halam, ben çocukken rahim ağzı kanserinden (pisipisine) öldü. Resim öğretmeniydi. Diğer iki halam, Meral ile Aysel hayattalar çok şükür, Allah uzun ömürler versin. Babam en küçük halamdan on iki sene sonra doğmuş. Üç kız kardeş babama bebekleri gibi bakmışlar ve onunla bebekleri gibi oynamışlar. (Kızlar babamın kulaklarını bile delmişler, ip geçirmek için.) Halalarım alem kadınlardır. Komiklerdir ve çok zeki. Geleneksel hiçbir kalıba uymazlar. İsyankâr, duygusal ve çok güzeldirler.

Meral Halamı FaceTime’dan görüntülü aradım. “Ne yapıyorsun?” “Ne yapayım, You Tube’dan dünyanın manyetik alanına dair bir belgesel izliyorum. Ondan önce de Normandiya Çıkartması hakkında bir tane izledim ama bu manteyik alan daha ilginç.”

Meral Halamın yaşını size söylemeyeceğim. Soyadı yasasının çıktığı yıllarda artık çocukluktan genç kızlığa geçtğini ve babasının Suman soyadını aldığı zamanı gayet iyi hatırladığını yazayım sadece. Siz hesap edin. Benim Soy Adı öyküsü de halamla ettiğimiz sohbetten doğdu. Ona aile büyüklerinin hikayelerini anlattırdım. Bunu sık sık yaparız. Emanet Zaman’ın Filibeli Sümbül’ü de yine Meral halamla yaptığımız bir mülakat sonrasında kâğıda akmıştı. Sümbül’den de bir bütün Emanet Zaman doğdu.

img_1682
Meral hala evleniyor.

Halamla bir saat konuştuk. Çocukluk öykülerini, kuzenlerin isimlerini, şimdi kimin nerede ne yaptığını sordum. Kuzenleriminden bazılarını Facebook’dan buldum. Hayretle gördüm ki hiç tanımadığım ikinci göbek kuzenlerim var. Onları aile ağacımıza yerleştirdim. Ailenin erkeklerinde tekrarlanan kimi tuhaflıklar da kâğıt üzerinde iyice belirdi. (Intiharlar, eve kendini kapamalar, saçı, sakalı salıvermeler, bitmek tükenmek bilmeyen asosyallikler, boşanmalar, boşanmalar, boşanmalar…)  Bir saat kadar konuştuk. Ben kapattığımda bitkin ama mutluydum. İnsanın toprağına bağı, aile denen ağacın kökleri vasıtasıyla oluyor. Millas’ın kitabında da bu kökler, aile, toprak temaları tekrar tekrar karşıma çıkıyordu, Soy Adı öyküsünün öyle kolayca ortada çıkmasına şaşmamalı!

Bu ara, ailenin büyüklerini arayın. Anlatsınlar. Not alın. Annelerini, babalarını, daha iyisi dedelerini, nenelerini. Çünkü onlar göçtükten sonra bu bilgilere ulaşmak imkânsız olacak. Hiç kimsenin öyküsü dedesinin ninesininkinden bağımsız değildir. Yukarıda adı geçen romanların hepsi bize bunu hatırlatır. Seni sen yapan atalarındır. Toprak ataları birbirine bağladığı için önemlidir. Amerika’nın yerlileri bunu bildikleri için topraklarına totem dikerler. Totemde soyun erkekleri dizilidir. Toprağa yakın olan şimdi yaşayan baba ve göklere yakın olanı da kabilenin yaratıcısı ulu güç. Bu konuya değinen çok çarpıcı bir roman da Erlend Loe’nin Doppler adlı kitabıdır. Orada da baba, oğulu ile birlikte bir totem dikmeye çalışır. Şehir hayatından elini eteğini çeken bir modern isyankâr babanın hayatının amacı bu totemi dikmektir ve ne kadar anlamlıdır!

Biz kadınların totemi topraktan semaya uzanan dikey bir totem değildir. Bizimki hikayelerden örülen bir ağdır. Eril enerji düz ve dikey çizgide yükselir, dişiler yayılır, yayılırken ağını örer, ilmek ilmek aile fertlerini birbirine ve toprağa ve göksel olana bağlar. O yüzden halalarım benim için çok kıymetlidir. Ailemin toteminin ilmeklerini onlar atarlar. Ağın başlarındaki ilmekleri atan elleri, Sümbülleri, Refiaları, Sıtkiyeleri bir tek onlar bilirler. O yüzden onlar benim kıymetlimdirler. Yüzlerine karşı hiç dile getirdim mi bilmem, buradan okurlar nasıl olsa…

Son bir anı: Bundan 5-6 sene önce Aysel Halamı koluma taktım, Üsküdar Nüfus Müdürlüğüne gittik. Henüz şecerelerimiz açığa çıkmamıştı. Halamın vukuatlı nüfus sureti sayesinde ben büyük dedelerime dair bir şeyler öğrenirim diye umuyordum. Vukuatlıyı da ancak Aysel hala çıkarabilirdi. Girdik, müracaat ettik ve birden etrafımızı gencecik memurlar sardı. Bazısı Aysel halamın ellerini tuttu, bazısı ünlü birisiyle karşılaşmış gibi yakınlaşmaya çekindi, uzaktan hayranlıkla izledi. Ne oluyor yahu, dedik. Ben değil, o dedi. Ne oluyor yahu? Nihayet elini tutan kızlardan biri dedi ki biz hep sizin gibi insanların isimlerini kayıtlara, kütüklere, defterlere geçiriyoruz ama sizin yıllarınızda (1920’ler olduğunu anlamışsınızdır) doğmuş kimseyi daha önce görmemiştik.

Güldük. Çıktık. Elimizde vukuatlı. Bilmediğimiz bir şey söylediği yok. Nasıl olsun ki? Arşivci bir millet değiliz. Herkes 1 Temmıuzda doğmuş. 1934’de evlenmiş. Olacak iş mi? Hayır, kayıtları o zaman girmiş memurlar. Neyse, isim, cisim öğrendik. Kol kola yürüdük, Karacaahmet’e. Aysel hala babaannesinin mezarını bulacak. Mermeri henüz yapılmamış, onu yaptıracağız! Aysel halanın babaannesi Sıtkiye/Sıdıka Hanım (kimi memurlar da ismi Sıdıka diye duymuş olmalı ki bazı yerde Sıtkiye bazısında Sıdıka diye geçiyor) 1870 yılında doğmuş (vukuatlı öyle diyor), 1935 yılında ölmüş! Mezarını bul bulabilirsen. Aysel halam önde, çekirge gibi, ben arkasında, elimizde mezarlığın kim bilir kim tarafından çizilmiş bir krokisi, komşu mezarların isimleri, ara babam ara… Bulamadık. Ben çok yoruldum. Aysel hala bir de şuraya bakalım, bir de buraya diyor. İkna ettim. Gel dönelim. Karacaahmet derya, Sıtkiye/Sıdıka’nın mezarı iğne başı. O sırada aklıma gelmedi, sormadım, neden sadece babaannenin mezarını arıyoruz. Bu kadının kocası, büyük dedem Arapgirli Mehmet’in mezarından neden bahsetmiyoruz? (Vukuatlıya bakarsan, büyük dede Mehmet’in doğumu 1847 ve hâlâ sağ, öldüğünü kimse kayıtlara geçirmemiş!)

Bir daha İstanbul’a gittiğimde halacığımı koluma takıp o aile mezarını bulmayan ne olsun!

Yogadan bilirim, hareket durulup da insan sabit oturuşa geçince, hep bildiği ama unuttuğu meseleleri, benliğin esası diyebileceğim parçaları, dalgası dinmiş bir gölün dibindeki taşlar gibi belirir. Evde oturduğumuz günler için ben de bunu düşünüyorum. Sabit bir noktada durdukça ben de benliğimin esasınına kavuşuyorum. Hikayeleri ile ailemin kadınları. Beraber ördüğümüz totem ağımızı beni dünyaya ve ilahi olana bağlıyor.

Ay, yazmayı ne özlemişim!

En kısa zamanda görüşmek üzere….

Defne.

Not: Bu mektubuma bir iki tane hala fotoğrafı eklemesem olmaz galiba. Siz de merak etmişsinizdir.

IMG_0359
En sevdiğim aile fotoğraflarından biri babaannem Güzide, Zuhal Hala ve Aysel Hala. Sene 1928

 

 

Yazarken ben şunu dinliyordum. (benim için çok anlamlı bir parçadır, birden fazla sebepten)

 

 

 

 

 

 

Korona Günlerinde Yemek

(Yazarken şunu dinliyordum. Ayrıca “Athens Diaries” playliste de yeni parçalar ekledim.)

Herkese merhaba,

Akşamın 8’i oldu ve ben ancak şimdi bloğumun başına oturdum. Üstelik sabahtan beri çalışıyorum. Günü yine ghatikalara böldüm. (Ghatika: Yogada 24 dakikalık zaman dilimleri) Blog için ayırdığım iki ghatikalık süreye bir türlü sıra gelmedi. Üç kitap birden okuyorum. (Öykü, roman ve araştırma) . Yunanca dersim vardı, Skype’da. Günlük yazdım iki ghatika. Yoga yaptım 3 ghatika. Kahvaltı ettim. Öğlen/akşam yemeğimi yedim. Kedileri balkonda taradım. Bilmiyorum, gün geçiverdi. Bir ghatika mesajlarıma, emaillerime yanıt yazmak için internete girdim ama orada çok durmadım. Birden akşam oldu. Bu yaz saati uygulamasını hiç sevmiyorum.

Kokia’nın ateşi bugün normal seyrine döndü. Bir kez daha hepinize dularınız, şifa ve iyilik dilekleriniz için teşekkür ediyoruz.

Bir okurum karantina günlerinde yemek ile ilgili bir önerim olabilir mi diye sormuş. Bu yemek konusu dipsiz konu, ben de otorite olduğumu iddia edemem. Beni zehirlemediğini bildiğim ve tadını sevdiğim tüm besinleri iştahla yerim. Ama madem okurum karantina günlerine dair sormuş, şu aralar dikkat ettiğim bir iki şeyi sizinle paylaşayım:

İnsanın tüm zamanı evde geçice canı sıkılıyor. Zihinler yüksek tempoyla, hareketli yaşama alışık. Özellikle istanbul’da yaşayanlar için eve kapanmanın iyice travmatik olduğunu tahmin ediyorum. (Aklıma bir anım geldi. Doktora için ABD’ye başvuru yaptığım yıldı. İki senedir New York’ta yaşayan bir arkadaşım bana şöyle demişti, İstanbul’dan sonra seni NewYork’tan başka bir yer kesmez. Haydi canım Berkeley? Nope. Los Angeles? Yok. İstanbul’da alıştığın yüksek tempoyu sadece New York’ta bulabilirsin. Haklıydı. Sonraki yıllarda doktora için değilse bile başka sebeplerle yaşadığım ABD’nin nadide kentlerinin hiç birinde Manhattan’daki gibi huzur bulmadım, bir tek New York sokaklarında kendimi evde hissettim.) Yüksek tempodan ev inzivasına geçiş can sıkıntısını beraberinde getirir. Can sıkıntıyla baş etmenin nice yolu vardır. Bir tanesi de durmadan yemek yapıp, yemek yemektir. Bu durumda kendinize şunu sorunuz: Vücudumu mu besliyorum, ruhumu mu? Yemek ruhu beslemez. (Bu konu tartışılır tabii. Bizim Bey’e ve Yunan halkına soracak olursak yemek pişirmek, onu sunmak ve yemek bir sanattır ve kesinlikle ruhu besler). Şimdi biz tartışmamız dallanıp budaklanması diye yemek, yemek içindir argümanına sadık kalalım ve karnımızı doyumak için yediğimiz basit besinlerden bahsedelim. Pilav, köfte, mercimek, nohut, salata, kabak, havuç, patates filan öyle şeyler.

Can sıkıntısını geçirmenin en kolay yolu haz peşine düşmektir. Bize çabucak haz veren şeyler: Yemek ve cinsellik. Bol bol yemek yiyip sevişiyorsanız belki de canınız sıkılıyordur! Can sıkıntısına daha köklü bir çözüm ruhu doyurmaktan geçer. Sizi mutlu ve tatmin eden işleri günün merkezine koyun ve sağdan soldan gelen tüm rüzgara karşı o merkeze sadakatinizi korumaya çalışın. İnsanın ruhu doyduğu zaman, karnı kolay kolay acıkmaz. Bunu yaratıcı bir faaliyete daldığımız anlardan hatırlarsınız. Bazılarımız yaratıcı bir faaliyete en son çocukluğumuzda ya da lise yıllarımızda dalmış olabiliriz, öyle ise o zamanları anımsayın. Saatler geçer ve açlığımızı duymazdık.

Ruhu doyuran işlerle meşgul olmak karnımızı boş tutmayı gerektirmiyor. Ama pek hareket etmediğimiz için fazla da bir şeyler yemeğe ihtiyacımız yok. Sabah az bir şey ve öğlen 11:00  ila 15:00 arasındaki zaman diliminde sıkı bir öğle yemeği, akşama bir çorba belki. Aralarda birer meyve. Vücut gibi zihin de rutin sever. Can sıkıntısına karşı mücadelede rutin iyi bir silahtır. İnsanın canı rutinsizlikten sıkılır aslında. Yaratıcı bir rutin vücudu da, ruhu da besler. Her gün aynı saatte olmasa bile aynı saat aralığında (6 ila 8 arası) uyanın, yemeklerinizi  her gün aşağı yukarı aynı saatlerde yeyin, yatağa aynı saate girin. En geç 11de uyumuş olmaya çalışın. 11 ila 3 arasındaki uyku altın gibi kıymetlidir. Hormonlar, organlar o arada yenilenir.

Dr. Svoboda şöyle bir bulgudan söz etti: Akşam 18:00’den sonra yenen ağır akşam yemekleri özellikle kadınlarda kalp hastalıkları riskini arttıyormuş. 18:00den sonra bacaklar gündüzki kadar çok hareket etmedikleri için, kalp yemeğin sindirimi sırasında daha fazla yoruluyormuş. Bu da aklınızda olsun. Akşam yemeğini hafif tutun. Çorba dediysem yarım somun ekmeği içine doğramayın! Aslında akşam yemeği işi akşam 18:00lere kalmasa en iyisi. Biz 15:00 gibi günün yemeğini yiyoruz, sonra çay içiyoruz. Dikkat kesilirseniz fark edeceksiniz ki şu aralar vücudun fazlaca yakıta ihtiyacı yok. Yemek diye tutturan canın sıkılan zihin. Onu yaratıcı etkinliklerle oyalarsanız açlığı unutur.

Şu da var: Stres altındayken insanın kendini yaratıcı etkinliklerle oyalaması çok zor. Kaygılı, stresli günlerden geçiyoruz. Dışarıda ölüm çok kollu bir canavar gibi geziniyor, dokunduğu kapı kollarından, asansör düğmelerinden, plastik poşetlerden evimize girmeye çalışıyor. Bu zaten başlı başına korkutucu bir durum. Bunun üzerine devletlerin salgını önlemek için aldığı, almadığı, alamadığı tedbirleri ve muktedire mahsus gündemleri var. Ben derim ki stresinizi arttırmayın. İnsanlar ölüyor. Sapır sapır. Kimin öldüğünü bilmiyoruz. Nereye, nasıl gömülüyorlar, meçhul. Ölenlerin isimleri? Koronadan mı ölmüş? Aradığınız sayfaya ulaşılamıyor. Tüm bu ahval ve şerait içinde kim oyalanır yaratıcı etkinliklerle?

Oyalanmak değildir bu. Üzerinize düşeni yapmaktır. Benim bu bloğu yazmam gibi. Ufukta hayaleti beliren bir roman için araştırmaya başlamam gibi (evet, evet gerçekten!) bazılarımız evde oturup yaratmak, üretmek zorundayız. Bu hayatta bize biçilmiş rolleri yerine getirmek zorundayız. Yoksa mutsuz, yoksa hasta oluruz.

Bir öneri: En azından öğlene kadar sosyal medyayı, interneti açmayın. Bu çok zor ise sabah iki saat gündemden ayrı kalın. Hatha Yoga metinlerinde geçen niyamalardan birisi Mitahara’dır. Mitahara saf besinlerin idareli tüketimi anlamına gelir ve sadece mideye inen besinden değil, zihni besleyen bilgiden de dem vurulur. Akla giren bilgi de az, öz ve saf olmalıdır ki zehirlenmeyelim. Gündemden ayrı kaldığınız o iki saati sanki isteğinizle inzivaya çekilmişsiniz gibi o çok istediğiniz şeyi (yazmak? okumak? çocuğunuzla kesintisiz oynamak? müzik çalmak? Yoga? dans?)  yapın. Gündem pek değişmiyor, ben size baştan söyleyeyim. Gündem sadece bizden yaşama sevincini çalıyor. Yaşama sevincini kaptırmadan ne kadar çok saat geçirebilirsek o kadar iyileşiriz.

Birey ve toplum olarak.

Yemek hakkında söyleyeceklerim şimdilik bu kadar…

fullsizeoutput_833
Yemek, yemek için midir, sanat için midir? (Foto: Kokia Sparis)

Atina Günlükleri- Karantineda 22. gün

 

 

 

 

Korona Günlerinde Gerçeğin Tatbiki

IMG_7809
Sokağa Çıkma, Balkona Çık!

Herkese merhaba!

Hemen yazayım. Kokia çok daha iyi. Dualarınız, şifa dilekleriniz, sevginiz evimize ulaştı ve bu sabah uyandığında ateşi 36,5’a düşmüştü. Gün boyunca da bir daha yükselmedi. Şükürler olsun yüce Tanrı’ya ve siz dostlara. Benden size tavsiye hastanız varsa veya hasta olan siz iseniz bunu saklamayın. Bizim kültürde, neden bilmem, hastalık saklanır. Aman kimseye söyleme denir. Sırların, yüklerin, suskunlukların zaten insanı hasta ettiğini biliyoruz, bir de hastalığın kendisini saklamanın alemi ne? Sevgi gibi ilaç var mı? Sevdiğimiz birinin hastalandığını duyunca, dünkü yazıda bahsettiğim tüm o geçici halleri; kinleri, güceniklikleri, hasetkeri, haksızlıkları, utançları bir kenara koyup o kişiye koşmuyor muyuz? Sevgi iyileştirir. Bu bilgi DNA’mızda mı, karmamızda mı bilmiyorum ama bir yerimize işli. Kesin bilgi.

Herkese sevgi dolu mesajları, duaları, mektupları, sesleri, canları için çok teşekkür ediyoruz.

Bu hastalık araya girmeden önce size, Dr. Robert Svoboda’nın kursundan biraz daha bahsetmek istiyordum. Bu kursa şimdi bana yıllar öncesinde gibi gelen beş hafta önce bir cumartesi gecesi başladık. Sevgili bir öğrencimin annesinin cenazesinden dönmüştük. Cenazede bol bol sarılışmıştık. El ele tutuşmuştuk. İyi ki de sarılışmışız, meğer sonmuş topluca bir alanda bulunup da sarılıp ağlamalar. Ayça annesini öte alemlere yolcu ederken yanında durmuştuk. (Benim yıllar önce kendime verdiğim bir söz vardır: gidebildiğim tüm cenazelere ve düğünlere giderim. Cenaze yakını ve düğün sahibi için orada olan her bir insanın ne kadar önemli ve özel olduğunu ben bizzat yaşadım, biliyorum.)

Sonra yine sevgili öğrencilerimden Fatma’yla bizim eve geldik. Öğleden sonra dersimiz vardı. Benim evde dinlenirken Fatma, Dr. Svoboda’nın  “Practicing Reality: Incinerating Your Limitations” (Gerçeğin Tatbiki: Sınırları Yakıp Kül Etmek) adlı kursuna kaydolduğunu söyledi. Kurs 5 hafta boyunca her cumartesi gecesi, Türkiye saatiyle geceyarısı 12:30-02:30 arası Zoom’da bir sınıfta veriliyordu. Dikkatinizi çekerim Zoom o zamanlar bildiğimiz bir mecra değildi. Şimdiki gibi yol geçen hanı olmamıştı. Ay, o saate kadar nasıl dayanırsın dedim Fatma’ya. Kayıtlardan daha sonra da dersler dinlenebilirmiş. Neyse Fatma gitti, stüdyoya çıktı, hazırlanmaya. Ben kanepeye uzandım. Ders öncesi inzivama çekildim. Gözlerimi kapattım. Beynimin derinliklerinden incecik bir sinyal geldi. Ciiik. Kalkıp şu kursun ayrıntılarına baksana. Bırak şimdi. Kurs manyağı şey. Bir şey öğrenme açlığını evdeki okunmamış kitaplarla gider sen. Ciiik. Bir baksana ya. Nasıl bir şeymiş. Neler öğreneceklermiş. Yatıyorum şimdi. Svoboda’nın Agora kitabı var. Üç cilt. Prakriti kitabı var. Hiç birini bitirmedin. Sen haftada iki saat onları oku önce. Hadi canım.

Bu mücadele içeride sürüyor. Trik trak trik trak saat ilerliyor. Dersim başlayacak. Üç saatlik ders. Sabah da vermişim üç saat ders. Arada Erenköy’e geçtik, metrobüs, dönüşte iki katlı otobüs (hey gidi günler, cenazelerde sarıldığımız, otobsülerde tıkış tıkış bir bütün olduğumuz!) Bir gatikacık (24 dakika) uyumak istiyorum.  Sonraki sahne, kanepede oturuyorum. Kucağımda bilgisayar açık. 500 dolar mı kurs? (ah, paranın hiç eksilmeden bize akacağından emin olduğumuz o güzel günler!) Pazarlık bile etmeyeceğim. Bir hoca bilgiye ne paha biçtiyse onu ödemeliyim ilkesiyle, tıkır tıkır kredi kartı numarası girildi ve dink! Kursumuza hoş geldiniz! Akşama Zoom filanca odada görüşmeş üzere. Om Namo!

Birden başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Sen ne yaptın kadın? Ciiiiik beni ipnotize etmiş olmalıydı. Ben ne yaptım? Defne, sen ne yaptın? Senin vaktin mi var? Senin hard diskte yerin mi var yeni bilgiye? Ziyan edecek 500 doların mı var? Ya hocalar? Hocalarından izin aldın mı? (En çok bu noktada fenalaştım.) Başka bir hocanın vidyası (bilgisi) altına gireceksin. Sadakatsizlik sayılır mı? Dr Svoboda ile Emma ve Shandor hoca çok iyi dostlar, beraber çalışmalar yapıyorlar ama yine de, bize hep dedikleri Ayurveda başkadır, Yoga başkadır. Aynı kavramları kullansalar da biri hayat bilgisidir, diğeri bu fiziksel varoluğun ötesini incelediği için ölüm bilgisi. Yürek çırpıntıları içinde hocalara yazdım. Uygun görmezlerse paramı geri isteyecektim.

Pişmanlığın gri pembe bulutuyla sarılı bir biçimde dersime çıktım. Ders sırasında bulut dağıldı. Aşağı, evime döndüğümde, hocalardan onay da gelmişti. İyi etmişsin, diyorlardı.

Ve şimdi, ateşli yatak döşek kocamın yanından katıldığım son dersin akabinde şunu söyleyebilirim: Hayatımda attığım en İYİ adımlardan biriydi. Bitersen saadetten ağlıyordum. (Ki son ders Saadet Kozası olarak türkçeleştireceğim Ananmaya Koşa’ya adanmıştı.) Dr Svoboda çocukluğumdan beri merak ettiğim tüm soruların yanıtlarını vermekle kalmadı, o uzaklardaki Cumartesinin hemen sonra patlak verip de hayatımızın altını üstüne getiren Korona günlerine, karantinaya  gezegenlerin içinde bulunduğumuz zamana etkisine ışık tuttu, sakinleşmemi ve olup bitenleri bir perspektife oturtmamı sağladı. Vidya (bilgi) Dr Svoboda’dan aktı. Elektrik akımı gibiydi, gördüm. Bu zeki, öğrenmeye aşkla bağlı insanı seçmişti Vidya ve oradan bize nehir gibi çağladı.

Uzun zamandır ruhum böylesine beslenmemişti. Fatma’ya teşekkür ediyorum ve tabi ki Dr Robert Svoboda’ya.

Diyeceğim şu, sevgili dostlar: İçinizdeki minik ciiik’i dinleyin. Özellikle de uyku ile uyanıklık arasında ciiiklliyorsa, oradan mutlaka hayrınıza bir şey çıkacaktır. Onu susturmaya çalışan zihnin sesi, alışkanlıkların, her zamanki sen’in sesini kaale almayın. Geleceğin ne getireğini biz bilmiyoruz, o ince ciiiiik çoğunlukla biliyor. Ciiik’leri takip ettiğimiz zaman evren ihtiyacımız olan şeyleri sağdan soldan toplayıp önümüze yığıyor. Yolumuz açacak kişileri karşımıza çıkartıyor. Tesadüfün bu kadarına pes doğrusu dedirtiyor. Baştan param yok, vaktim yok, halim yok, yok, yok dememeli. Önce suya atlamalı, sonra yüzmeli. Şahsi sınırlarımızı yakıp kül etmenin yolu ateşe atlamaktan geçiyor. Gerçeğin tatbiki de, hayatı kontrol edeceğim korkusuyla kısıldığımız köşede değil, aman ne olacaksa varsın olsun, batacaksak batalım, çıkacaksak çıkalım artık dediğimiz noktada başlıyor.

Bu kursta öğrendiğim (hatırladığım diyeyim) en kıymetli bilgilerden biri buydu.

Bir de şu:

Bir merkeziniz olsun. O merkez mümkünse insan türüne katkı sağlayacak bir edim içersin. Mümkünse doğduğunuz toprağa (oranın insanlarına, atalarınıza) bir şeyler katsın. Hayatı o merkez etrafında düzenleyin. Günlük rutininiz merkezin etrafına dizilsin. Çabayı bu yönde sarfedin. Pek çok sorunun yanıtı gelecektir.

Önümüzdeki günlerde bu kursta öğrendiğim ve beni çok etkileyen bilgileri Vidya benden akmayı seçtiği takdirde aktaracağım.

Kalın sağlıcakla…

Defne.

Bu yazının parçası da eski dost Aylin Aslım’dan gelsin.

(Yazarken dinlediğim bu değildi ama sonra dilime takıldı)

 

Korona Günlerinde Ölüm üzerine

fullsizeoutput_11f8
Foto: Kokia Sparis

Gökteki yıldızların durumu iyice mi vahimleşti nedir, bizim burada durumlar büsbütün karardı.

Bey hastalandı. İki akşam önce gece diş ağrısıyla başlayan bir ateş tüm vücudunu sardı. İki gecedir hiç uyumadık. Sabah zar zor kalktı ama başını bile dik tutamıyordu, tekrar yatırdık. MS hastası olduğu için bedeninin yüzde 95’ini zaten kullanamıyor. Ateşlenince bir de hepten kaskatı kesiliyor, dizi kilitleniyor, parmakları içine kıvrılıp pençe oluyor, yatsa sağdan sola dönemiyor, otursa gövdesini, başını taşıyamıyor, dengesini kaybedip tekerlekli sandalyenin üzerinde oturduğu yerden yana devriliyor. Tuvalet, su içirmek, ilaç yutturmak, yemek yedirmek meşakatli işlere dönüşüyor. İyi ki annesi de bizde kalıyor da, beraber bakıyoruz, bacakların bir ucundan ben, omuzlardan o tutuyor, kaldırıp oturtuyoruz, yatırıyoruz. Zor günler.

Dün sabah ateşli uyanınca sizin gibi biz de korona mı diye telaşa kapıldık. Ama düşmeyen ateş haricinde COVD19 semptomları göstermiyor. Boğazı ağrımıyor, nefes darlığı çekmiyor, burnu bile akmıyor. Biz de hastaneye koşmadık. Zaten koronanın ateş sınırı 38,2ymiş. Bu sabah uyandığımızda Kokia’nın ateşi 38,4’e fırlamıştı gerçi ama hemen sonra indi. Bizim ikimizin de sağlıklı günlerde ateşimiz 35,5 derece civarında seyrediyor. Ben de ateşim 37dereceye çıksa, yatak döşek olurum. Hiç ayakta geçiremem ateşli hastalıkları. Ama muhtemelen pek çoğunuz, normal ateşinizin 2-3 derece üstündeki ateşle faaliyet gösterebiliyorsunuzdur. Bir çok tanıdığım 38 ateşle sokağa çıkar, yürür, ders verir. Ben 38 ateşle sadece sanrılar görürüm. Kokia da o durumda şimdi. Yatırdık. Gözlerini yumdu, kalas gibi uzandığı yerde sızdı.

Lütfen dualarınızı üzerimizden eksik etmeyin.

Biraz önce Kokia’nın başında otururken Rober Koptaş’ın yazısını okudum. Facebook’ta da paylaştım, o zaman da söyledim: Ülkenin kederini, kaderini kayıplarını, ruhunu  sağlam ve çok dokunaklı bir biçimde gözler önüne seren bir yazı. Buraya bağlantısını koyuyorum. Lütfen okuyun, okutun.

Yıllardır, romanlarımda ve edebiyat dışı kitaplarımda, yazılarımda tutulmamış yasların, dökülmemiş yaşların sonraki kuşaklarda nasıl bir çaresizlik, kopukluk ve delilik olarak ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Bu yazı da tam bu noktaya değiniyor.

“Öteki türlüsü, kuşaklar boyunca bizi huzursuz edecek, kuşaktan kuşağa aktarılacak, yarın bizi, öbür gün çocuklarımızı, daha öbür gün onların çocuklarını, onları çıldırtanın ne olduğunu bir türlü bilemedikleri çaresizliklere sürükleyecek bir delilik hali olacak.”

Bütün gün sayılar duyuyoruz. Türkiye’de kaç kişi ölmüş? Yunanistan’da? İtalya Çin’i geçmiş. ABD İtalya’yı da geçecekmiş. Her bir sayı bir can. (Çin büyükelçisinin konuşmasını çok şansa, İstanbul’da bindiğim bir  takside duymuştum. Onlar sayı değil can, demişti mükemmel Türkçesiyle) Her bir canın etrafına yayılmış, sevdikleri var. Aİlesi, dostları. Her birimiz bu evrende eşsiz ve çok kıymetli bir yer tutuyoruz. Birimiz kayıp gittiğinde onun yerinde doldurulamaz bir boşluk oluşuyor. Bir yakınını kaybetmiş herkes bu duyguyu bilir: Babamın ölerek hayatımda boşalltığı yeri kimse dolduramaz. Babam diye söylemiyorum. Büyük halam Saadet’in, nenemin, dedemin, kazalarda ölen Murat isimli iki arkadaşımın, intihar eden bir dostum ile bir eski sevgilimin yerini de başka dostlar, sevgililer, aşklar, akrabalar tutamaz. Herkes bu evrende biricik ve eşsiz bir yer işgal eder. O yeri terk-i diyar ettiğinde, o yer artık dolmaz. Boşluğa alışılır mutlaka. Çekilmiş bir dişin boşluğuna alışıldığı gibi, ama o yer dolmaz. Dolamaz. Çünkü o yer sadece bir kişiye aittir. (Bu yüzden derler ki bir kaç aylıkken ölen bebeklerin hemen sonrasında doğan ikinci bebekler kendi hayatlarını yaşıyor gibi hissedemezlermiş hiç. Yası tutulmamış bir kaybı yamamak için aileye gelmişiz hissinden kurtulamazlarmış.)

YAnımda kaskatı yatan eşime bakarken ya şimdi ölürse diye düşünüyorum. Bu düşünce bana yabancı değil. Hasta bir insanla beraber yaşadığınızda, ölüm sık sık mevzu bahis olur. Onu bakıcımızla bırakıp İstanbul’a derslerimi vermeye gittiğimde düşünmeden edemem: Ya bu kadın, banyoya sokarken bizim Bey’i düşürürse, başını çarparsa, ölürse? Ya bu kadar hareketsiz bir vücutta bu kalp artık dayanamayacağım der ve durursa? Ya bu, bir başkasına vız gelecek ateş iç organlarını harab eder bitirirse? Ölümü aramızda sık sık konuşuruz. Eşlerden birisi diğerinin ölümünü görecektir. Bunu kavramak çok zor da olsa, bu gerçektir. Kim kiminkini görecek acaba diye konuşuruz. Olasılık hesapları mantığımızın almadığı bir düzende  çalıştığına göre bu sorunun yanıtını asla bilemeyiz.

Ancak şunu biliyorum: İnsan yakınlarının ve kendinin ölümünü sık sık düşünmeli. Ölümsüz olduğumuza dair duyduğumuz tuhaf inanç, yanılsama, kibirli, kavgacı ve kıymet bilmez tarafımızı keskinleştiriyor. Kişisel, egosal sebeplerden, ben haklıydım, o haksızdı vs gibi petite kavgalardan arası açılan dostların, bir tanesinin ölüme yaklaşması anında nasıl da gerçeği kavradıklarını unutmayın. Gerçek sevgidir. Bunu, Atina Günlükleri’ne başladığımda yazmıştım. Yoganın bizim hoca tarafından verilen tanımında, yoga ruhu ruh olmayan her şeyden ayıklamaktır, denir. Hınçlar, kinler, gücenmeler, onlara tutunmazsanız gelir, giderler. Sevgi, ona tutunmazsanız bile kalır, onu fark edeceğiniz günü bekler.

Tüm kayıplarımın yasını doya doya çekmek isterim. İntihar eden eski sevgilimin cenazesine gitmedim diye bugün hâlâ dövünürüm. O yüzden midir nedir, bir türlü vedalaşamadım. Onunla ilgili bir şeyler yapmalı, belki bir öykü yazmalı, yazıya bir anıt dikmeliyim diye düşünür dururum. Oysa pek kimsenin bildiği bir sevgilim bile değilldi. Babamın cenazesine yetişmek benim için çok önemliydi. Tüm ritüelleri sonuna kadar yerine getirmek için takıntılı bir çaba sarfettiğimi biliyorum. Yine Rober Koptaş’ın yazısından bir alıntı yapacak olursam” “Buralarda da, başka yerlerde de, insan evladı ölümü en çok ritüellerle idrak eder. Bizimkiler kilisede kahve içip helva yer mesela. Sizler evlerde, sanki o an tek ihtiyaç yemekmiş gibi konu komşu, hısım akraba çorbaya kaşık sallarsınız. Ölüler gömülür, gözyaşları dökülür ve hayat sürer gider.”

Bugün korona virüsünün aldığı canların arkasından cenaze töreni yapılmıyor ve yakınlarına yas tutma hakkı tanınmıyorsa, evet Saroyan’ın dediği gibi “Birileri yazmalı. hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli.” Ben de bu minicik bloğumda yazarak ve birilerini belki de uyandırarak tarihten silinen, adları bilinmeden gömülen insanların hikayesinin, insanlığa geri kazandırılmasına katkıda bulunurum.

Bugünkü yazıyı yine Koptaş’la bitiriyorum:

“…neticede biz de insanlığın bir parçasıyız, benzer dertlere benzer dermanlar aramak muradındayız. Ölülerimizi gömmek, başlarında iki damla gözyaşı dökmek, onları hak ettikleri şekilde anmak da dermanın kendisi.”

Yarın yine yazarım….

Ben yazarken şunu dinledim, siz de okurken dinleyebilirsiniz.

 

 

 

 

Korona Günlerinde Yoga

Okurken dinlemek isterseniz:

Herkese merhaba,

PAZARTESİ sabah 6’da Atina’ya sokağa çıkma yasağı geldi. Bizim bir yere çıktığımız yoktu zaten ama yasağı görünce bir koşu gittim, balkonda duran çöpü sokaktaki konteynıra attım. O arada mahallemizde bir iki dakika yürüdüm. Serin bir kış gecesiydi. Rüzgar, ağaçların yaprakları arasından hışırdayarak geçiyordu. Bizimki yeşil bir mahalle. Hem büyük parkın kıyısında, hem de her apartmanın önünde, bir kaç ağacın gölgesine konmuş banklardan oluşan mini parklar var. Banka oturmuyoruz tabii. O eskidendi. Ellerimizi cebimizden çıkartmıyoruz. Eve girmeden çıkan pabuçlar doğrudan balkona gidiyor, kıyafetler çamaşır makinesine. Eve girmek bu denli meşakkatli bir işe dönüşünce, insanın dışarı çıkmaması belki de daha iyi. Bu çöpü çıkarma gezisini saymazsak tüm haftasonu ve pazartesi ve salı evde oturduk. Hava soğudu. Balkona bir iki dakika çıkıp geri giriyorum. Kaynanamı da bizim eve taşıdık. Tek başına kalmasın. Binasında kimse kalmamış zaten. En üst katta bir başına yaşayamazdı. Gelir gelmez evin altını üstüne getirip bir temizlik yaptı. Kendini bu işe o kadar kaptırdı ki istirahatı bir kaç gün sürdü. Nihayet bugün, kanı pirelendi, ben bir evime kadar gideyim, buzlukta balık vardı, onu getireyim demeye başladı. Koltuğuna oturttuk tekrar.

Bugün ilkbahar Navratti’si başladı. Navratti dokuz gece demek. Önümüzdeki 9 gece, 10 gün boyunca gezegen mevsim değiştirecek. Toprak anaya yüz sürmek, hürmet etmek için bir biz aman. Az yemek, içe dönmek, dönüşümü müdahale etmeden izlemek için de. Pek çok kültürde bu mevsim geçişleri vücudu ve zihni arındırma pratikleriyle geçer. Yunanistan’da mesela, biz şu anda Büyük Perhiz’in 40 günü içindeyiz. Bu süre zarfında et, balık, tavuk, yumurta ve sütlü mamul yenmiyor, içilmiyor. Navratti süresince de tahıl tüketimine ara veren topluluklar var Hindistan’da. Siz de vücudu toksinlerinden ve zihni de alışkanlığından arındırmak isterseniz önümüzdeki 9 günü bu çalışmaya adayabilirsiniz.

Karantinanın başladığı ilk günlerde -sanırım geçen hafta oluyor, her ne kadar bana aylar öncesi gibi gelse de!- ben de çoğunluk gibi online buluşmaların büyüsüne kapıldım. Türkiye’deki yoga öğrencilerimle buluştum. Üç ayrı sınıfım var. Onlarla kısa yoga çalışmaları da yaptık. Sonra bir yorgunluk çöktü bana. İstanbul’da, İzmir’de bir aynı günün içinde saatlerce ders verdiğim, saatlerce konuşup hareket gösterdiğim günlerde bile hissetmediğim bir yorgunluktu. Sanki ekranda bir kara delik açılmıştı ve enerjimi sonsuz bir vakumla çekiyordu. Normalde, fiziksel açıdan çok yorulduğum derslerde bile yaptığım işin tatmini ve öğrenciden bana dönen enerjinin gücüyle kendimi dinç hissederim. Ne oldu, acaba hastalanıyor muyum diye düşünürken hocamızdan bir mektup düştü posta kutuma. Her zamanki gibi hocamın sözleri bulutları dağıtan rüzgar oldu. Gerçeği olduğu gibi gördüm.

Karantina, içeride kalmayı gerektiren bir inziva hali. Bir yandan salgını yavaşlatalım diye evet  ama bir yandan da ola ki virüsü kaptıysak evde dinlenip, bağışıklığımızı güçlendirelim diye karantinadayız. Güçlü bir bağışıklık sistemi COVID19’u öldürebiliyor. (Aşağıya bir video ekliyorum. Orada da gayet açık ve net bir biçimde anlatılmış.)

Bağışıklık sisteminin yuvası bağırsakta. İnce bağırsak Agni’nin de yuvası. Agni besinlerin özlerini kana karıştıran, gözümüze ışık, tenimize ışıltı, elimize, ayağımıza ısı veren iç ateşin yogadaki adı. Agni iyi yanmadığı zaman yüzümü soluyor. Bağışıklık sistemi, bir virüs, bakteri ya da mikrop ile savaşırken agni tüm gücünü bu savaşa veriyor. O yüzden hastalık sırasında az yemek yenir. Alman anneler ateşlenen çocuklarına sudan başka bir şey vermezler. Agni bir de sindirimle uğraşmayın, kuvvetleri dağılmasın. Hayvanlar bunu bizden iyi bilir; ateş yükselince yemeğin yanından bile geçmezler.

Online olsun olmasın tüm dersler, konuşmalar, toplantılar agniyi dışarı taşıyan eylemler. Yanıp bitiyor, tükeniyoruz. Dışa rotasyonların  içe rotasyonla dengelenmesi gibi dışa dönük eylemlerimizin de eve dönüp, sessizlik içinde (veya uykuyla) beslenmesi gerekiyor. Karantina döneminde ise elimizdeki tüm agniyi içeride tutmalıyız. Dışarıda harcayacak bir gıdım bile ateşimiz yok. Çünkü hastalık dışarıda kol geziyor ve yaşımız ne olursa olsun hepimiz bu hastalığın bıçağının sırtında geziniyoruz. Dünya nüfusunun en az yüzde 60’ının Covid19 virüsünü kapacağı hesaplanıyor. Her iki kişiden biri garanti yani. Sen değilsen ben. Ben değilsem o. Dikkatimizi, ne  yapsak da virüsü kapmasak’a  değil, onunla nasıl mücadele edeceğimize çevirmeliyiz. Şöyle diyeyim: Kafayı virüsü kapmamaya ya da bulaştırmamaya değil, ateşi harlamaya takmalıyız. İlla ki bir şeye takacaksak. Daha iyisi kafayı bir şeye takmamak.

Online dersleri iptal ettim.

IMG_1475

Yoga konusuna gelince. Bu günlerde yapacağınız yoga sakin olmalı. Uzun oturuşlar. İçe dönüşler. Dikkatinizi dağıtacak unsurlardan arınmış, sakin bir odada tek başına. Mümkünse yoga yaptığınız odada bilgisayar, telefon, modem, printer bulunmasın. Bunlar kendi dalgalarını yayan cihazlar olduğu için yoganın frekansını dağıtabilirler. Ben yazarken daima müzik dinlerim ama yoga sırasında mutlak sessizliği tercih ederim. Yine frekans meselesi yüzünden. (Bu günlükleri yazarken dinlediğim müziklerden bir de playlist yaptım. Yazının sonuna onu da ekliyorum.)

Maddi kaygılar herkeste tavan yaptı. Hepimizin döndürmesi gereken çarkları, ödenecek kiraları, iade edilecek kurs ücretleri var. Yalnız değilsiniz. Batıyorsak, bu gemide hep beraber batıyoruz. Battığımız yerden beraber çıkacağız. Kanallar açıp, herkesi ekran başına çağırmak şart değil. Bana soranlara aynı şeyi söylüyorum  40 gün derslerinize ara verin hocalar. Öğrencileriniz 40 günün sonunda yine sizin olacaklardır. (Olmazlarsa zaten hiç sizin olmamışlardır!) Sessiz duruşunuzla da onlara rehberlik edebilirsiniz.

Yoga konusunda son bir şey: Öğrencilerden sık sık duyuyorum. E-maillerinizde yazıyorsunuz. Serinin tamamını hatırlamıyorum, bize söylediğiniz Brahma Muhurta saatinde uyanamıyorum, her gün yapamıyorum, gün doğumuna denk getiremiyorum, sonunu unuttum. Bunlar içinde bulunduğumuz bu olağanüstü hal içinde HİÇ AMA HİÇ önemli değil. Yoga bir adaptasyon çalışmasıdır. Yere, zamana, koşullara uygun bir biçimde zihni esnetmeyi öğretir bize. Esnetin zihninizi. Brahma Muhurtayı kaçırdıysanız ne olacak, saat 9’da yapın yoganızı. Akşam 5’te yapın. Başını yapın, ortasını unutun, sonunu bağlayın. Hiç bir şey öğretemediysem bunu öğretebilmiş olmayı isterim. İlahi olanla bağ kurduğunuz sürece neyi, nerede, nasıl yaptığınızın önemi yoktur. O bağ kurulduğunda da zaten “yapan”ın biz olmadığını anlarız.

Yapan, yapacağını yapacaktır.

Bize durup izlemekten başka iş düşmez.

 

BU VİDEO VİRÜSÜN DOĞASINI VE VÜCUDU NASIL ELE GEÇİRDİĞİNİ ÇOK İYİ ANLATMIŞ

 

BU DA KORONA GÜNLÜKLERİNİ YAZARKEN DİNLEDİĞİM MÜZİKLERİN LİSTESİ:

https://open.spotify.com/playlist/3JBbiU3TCYxuba1zWpNG3Y?si=hGq33Q7jShOUDfSMgbdkaQ