A Beautiful Review for “The Silence of Scheherazade”

This review was too beautiful to be left in social media so i wanted to make it immortal here!

Thanks a million to Hayley (shelflyfe) for putting her heart out there. Here is how it goes:

https://www.instagram.com/shelflyfe/

Today is my stop on the blogtour for 𝗧𝗛𝗘 𝗦𝗜𝗟𝗘𝗡𝗖𝗘 𝗢𝗙 𝗦𝗖𝗛𝗘𝗛𝗘𝗥𝗔𝗭𝗔𝗗𝗘 by Defne Suman. Thank you to Jade at House of Zeus for having me along on the tour, and for sending me a proof copy of the book.

𝗪𝗵𝗲𝗻 𝗜 𝗲𝗺𝗲𝗿𝗴𝗲𝗱 𝗳𝗿𝗼𝗺 𝘁𝗵𝗲 𝗮𝘀𝗵𝗲𝘀 𝗼𝗳 𝘁𝗵𝗲 𝗽𝗮𝗿𝗮𝗱𝗶𝘀𝗲 𝗹𝗼𝘀𝘁
𝗧𝗵𝗲𝘆 𝘀𝗮𝗶𝗱 𝗺𝘆 𝗻𝗮𝗺𝗲 𝘄𝗮𝘀 𝗦𝗰𝗵𝗲𝗵𝗲𝗿𝗮𝘇𝗮𝗱𝗲.
𝗢𝗻𝗲 𝗵𝘂𝗻𝗱𝗿𝗲𝗱 𝘆𝗲𝗮𝗿𝘀 𝗵𝗮𝘃𝗲 𝗽𝗮𝘀𝘀𝗲𝗱 𝘀𝗶𝗻𝗰𝗲 𝗺𝘆 𝗯𝗶𝗿𝘁𝗵
𝗕𝘂𝘁 𝘁𝗵𝗲 𝗲𝗻𝗱 𝗼𝗳 𝗺𝘆 𝘀𝗶𝗹𝗲𝗻𝗰𝗲
𝗛𝗮𝘀 𝗻𝗼𝘁 𝗰𝗼𝗺𝗲.

The Silence of Scheherazade tells the story of four families – a Levantine, a Greek, A Turkish, and an Armenian family – in the ancient city of Smyrna, in the wake of World War 1.

𝗔 𝘀𝘁𝗼𝗿𝘆 𝗶𝘀 𝗻𝗼𝘁 𝘁𝗼𝗹𝗱 𝘄𝗶𝘁𝗵 𝘄𝗼𝗿𝗱𝘀 𝗮𝗹𝗼𝗻𝗲. 𝗗𝗼𝘇𝗲𝗻𝘀, 𝗵𝘂𝗻𝗱𝗿𝗲𝗱𝘀 𝗼𝗳 𝗺𝗶𝗻𝘂𝘁𝗲 𝗱𝗲𝘁𝗮𝗶𝗹𝘀 𝗰𝗼𝗺𝗽𝗹𝗲𝗺𝗲𝗻𝘁 𝘁𝗵𝗲 𝘄𝗼𝗿𝗱𝘀. 𝗢𝗻𝗹𝘆 𝘀𝗼𝗺𝗲𝗼𝗻𝗲 𝗹𝗶𝗸𝗲 𝗺𝗲, 𝘄𝗵𝗼 𝗵𝗮𝘀 𝗴𝗶𝘃𝗲𝗻 𝘂𝗽 𝘄𝗼𝗿𝗱𝘀, 𝗰𝗮𝗻 𝗸𝗻𝗼𝘄 𝘁𝗵𝗶𝘀.The story opens in September 1905, at a moment that impacts all four families, and sets them on a trajectory, sealing their fate:
Scheherazade is born, from a Mother who is high on opium, and at the same time an Indian spy arrives, sent on a secret mission by the British Empire – not that he seems to be a very good spy!

𝗜𝘁 𝘄𝗮𝘀 𝘁𝗵𝗲 𝗺𝗼𝗻𝘁𝗵 𝗼𝗳 𝗦𝗲𝗽𝘁𝗲𝗺𝗯𝗲𝗿.
𝗕𝘂𝘁 𝘁𝗵𝗮𝘁 𝘄𝗮𝘀 𝗮 𝘃𝗲𝗿𝘆 𝗱𝗶𝗳𝗳𝗲𝗿𝗲𝗻𝘁 𝗦𝗲𝗽𝘁𝗲𝗺𝗯𝗲𝗿.
𝗜𝘁 𝘄𝗮𝘀 𝗱𝗶𝗳𝗳𝗲𝗿𝗲𝗻𝘁 𝗯𝗲𝗰𝗮𝘂𝘀𝗲, 𝗼𝗻 𝘁𝗵𝗲 𝗻𝗶𝗴𝗵𝘁 𝗜 𝘄𝗮𝘀 𝗯𝗼𝗿𝗻, 𝘁𝗵𝗲 𝗰𝗶𝘁𝘆’𝘀 𝗱𝗼𝗺𝗲𝘀, 𝗺𝗶𝗻𝗮𝗿𝗲𝘁𝘀, 𝗮𝗻𝗱 𝘁𝗶𝗻𝘆 𝗵𝗼𝘂𝘀𝗲𝘀 𝘄𝗶𝘁𝗵 𝗰𝗲𝗿𝗮𝗺𝗶𝗰-𝘁𝗶𝗹𝗲𝗱 𝗿𝗼𝗼𝗳𝘀 𝘀𝗵𝗼𝗻𝗲 𝗹𝗶𝗸𝗲 𝗴𝗼𝗹𝗱. 𝗦𝗲𝘃𝗲𝗻𝘁𝗲𝗲𝗻 𝘆𝗲𝗮𝗿𝘀 𝗹𝗮𝘁𝗲𝗿, 𝘁𝗵𝗲 𝗰𝗶𝘁𝘆 𝘄𝗼𝘂𝗹𝗱 𝗯𝗲 𝘃𝗼𝗺𝗶𝘁𝗶𝗻𝗴 𝗳𝗹𝗮𝗺𝗲𝘀 𝗹𝗶𝗸𝗲 𝗮𝗻 𝗮𝗻𝗴𝗿𝘆 𝗺𝗼𝗻𝘀𝘁𝗲𝗿.

The story itself is a great historical fiction tale, and it is clear that Suman has put a lot of research and passion into The Silence of Scheherazade.I especially liked the depiction of the family units, and the culture and customs that surround them. I always love hearing and learning about other customs, and this really added to the characterisation and immersion for me. It made the families seem very real.

𝗗𝘂𝗿𝗶𝗻𝗴 𝘁𝗵𝗲 𝗳𝘂𝗻𝗲𝗿𝗮𝗹 𝗿𝗶𝘁𝗲𝘀 𝗮𝘁 𝘁𝗵𝗲 𝗰𝗵𝘂𝗿𝗰𝗵, 𝗵𝗲𝗿 𝗳𝗮𝘁𝗵𝗲𝗿 𝗵𝗮𝗱 𝘀𝘁𝗼𝗼𝗱 𝗴𝘂𝗮𝗿𝗱 𝗼𝗻 𝘁𝗵𝗲𝗶𝗿 𝗱𝗼𝗼𝗿𝘀𝘁𝗲𝗽 𝘀𝗼 𝘁𝗵𝗮𝘁 𝗵𝗲𝗿 𝗯𝗿𝗼𝘁𝗵𝗲𝗿𝘀’ 𝘀𝗼𝘂𝗹𝘀 𝗰𝗼𝘂𝗹𝗱𝗻’𝘁 𝗰𝗼𝗺𝗲 𝗶𝗻, 𝗯𝘂𝘁 𝘄𝗵𝗮𝘁 𝗴𝗼𝗼𝗱 𝗵𝗮𝗱 𝘁𝗵𝗮𝘁 𝗱𝗼𝗻𝗲? 𝗧𝗵𝗲 𝗴𝗵𝗼𝘀𝘁𝘀 𝗼𝗳 𝗞𝗼𝘀𝘁𝗮 𝗮𝗻𝗱 𝗠𝗮𝗻𝗼𝗹𝗶 𝗵𝗮𝗱 𝗰𝗼𝗻𝘁𝗶𝗻𝘂𝗲𝗱 𝘁𝗼 𝗵𝗮𝘂𝗻𝘁 𝗲𝘃𝗲𝗿𝘆 𝗻𝗼𝗼𝗸 𝗮𝗻𝗱 𝗰𝗿𝗮𝗻𝗻𝘆 𝗼𝗳 𝘁𝗵𝗲 𝗵𝗼𝘂𝘀𝗲 𝗳𝗼𝗿 𝘁𝗵𝗿𝗲𝗲 𝗮𝗻𝗱 𝗮 𝗵𝗮𝗹𝗳 𝘆𝗲𝗮𝗿𝘀.

The scenery and settings are also beautifully portrayed by Suman, and give a real sense of time and place.
The atmosphere that these descriptions add feels tangible, and really contributes to the reader’s engrossment in the story.𝗜𝗻 𝘁𝗵𝗲 𝗺𝘂𝗴𝗴𝘆 𝗽𝗼𝗼𝗹𝘀 𝗼𝗳 𝘁𝗵𝗲 𝗻𝗲𝗶𝗴𝗵𝗯𝗼𝘂𝗿𝗶𝗻𝗴 𝗴𝗮𝗿𝗱𝗲𝗻𝘀 𝗳𝗿𝗼𝗴𝘀 𝗵𝗮𝗱 𝗹𝗼𝗻𝗴 𝘀𝗶𝗻𝗰𝗲 𝗮𝘄𝗮𝗸𝗲𝗻𝗲𝗱 𝗮𝗻𝗱 𝗯𝗲𝗴𝘂𝗻 𝘁𝗼 𝗰𝗿𝗼𝗮𝗸. 𝗚𝗿𝗲𝘆 𝗰𝗹𝗼𝘂𝗱𝘀, 𝗵𝗮𝘃𝗶𝗻𝗴 𝗱𝗿𝗮𝘄𝗻 𝘁𝗵𝗲𝗶𝗿 𝗹𝗼𝗮𝗱𝘀 𝗳𝗿𝗼𝗺 𝘁𝗵𝗲 𝘀𝗲𝗮, 𝘄𝗲𝗿𝗲 𝘀𝗰𝘂𝗱𝗱𝗶𝗻𝗴 𝘁𝗼𝘄𝗮𝗿𝗱𝘀 𝘁𝗵𝗲 𝗺𝗼𝘂𝗻𝘁𝗮𝗶𝗻𝘀, 𝗯𝗮𝘁𝗵𝗶𝗻𝗴 𝘁𝗵𝗲 𝗰𝗶𝘁𝘆 𝗶𝗻 𝗮𝗻 𝘂𝗻𝘂𝘀𝘂𝗮𝗹 𝗹𝗲𝗮𝗱𝗲𝗻 𝗹𝗶𝗴𝗵𝘁.

The tension and heightened anxiety of a city and community on the cusp of World War 1 are well captured by Suman.
There is a sense that there is turmoil throughout Smyrna, but also further abroad, and that some big changes are coming.
This sentiment feels like it is forever present, as there is still discontent the world over, from both the young and the old.𝗜𝘁 𝗶𝘀𝗻’𝘁 𝗼𝗻𝗹𝘆 𝗵𝗲𝗿𝗲 𝘁𝗵𝗮𝘁 𝗶𝘀 𝗮𝗳𝗶𝗿𝗲, 𝗯𝘂𝘁 𝘁𝗵𝗲 𝘄𝗵𝗼𝗹𝗲 𝘄𝗼𝗿𝗹𝗱. 𝗦𝘂𝗹𝘁𝗮𝗻𝘀 𝗮𝗻𝗱 𝗸𝗶𝗻𝗴𝘀 𝗰𝗮𝗻𝗻𝗼𝘁 𝗵𝗼𝗹𝗱 𝗼𝗻𝘁𝗼 𝘁𝗵𝗲𝗶𝗿 𝗽𝗼𝘀𝗶𝘁𝗶𝗼𝗻𝘀. 𝗧𝗵𝗲 𝘆𝗼𝘂𝗻𝗴 𝗮𝗿𝗲 𝗱𝗶𝘀𝗰𝗼𝗻𝘁𝗲𝗻𝘁𝗲𝗱 𝗲𝘃𝗲𝗿𝘆𝘄𝗵𝗲𝗿𝗲. 𝗪𝗶𝘁𝗵𝗼𝘂𝘁 𝗰𝗵𝗮𝗻𝗴𝗲, 𝗳𝗼𝗿𝘁𝘂𝗻𝗲’𝘀 𝘄𝗵𝗲𝗲𝗹 𝗰𝗮𝗻𝗻𝗼𝘁 𝘁𝘂𝗿𝗻.

Scheherazade herself is a very interesting character. She is a mute, and grows up as a witness to the grief, death and destruction that is enacted on her city.
In a similar way to her namesake (the narrator of One Thousand and One Nights), she presents her story to us, so that we too can bear witness to the destruction of her city.

𝗔𝗵, 𝗵𝗼𝘄 𝘁𝗵𝗲 𝗧𝘂𝗿𝗸𝘀 𝘄𝗼𝗿𝘀𝗵𝗶𝗽 𝗘𝘂𝗿𝗼𝗽𝗲. 𝗘𝘂𝗿𝗼𝗽𝗲 𝘀𝘂𝗰𝗸𝘀 𝘁𝗵𝗲 𝗺𝗮𝗿𝗿𝗼𝘄 𝗳𝗿𝗼𝗺 𝘁𝗵𝗲𝗶𝗿 𝗯𝗼𝗻𝗲𝘀 𝗮𝗻𝗱 𝘀𝘁𝗶𝗹𝗹 𝘁𝗵𝗲𝘆 𝗰𝗿𝘆 𝗳𝗼𝗿 𝗘𝘂𝗿𝗼𝗽𝗲. 𝗟𝗼𝗼𝗸 𝗮𝘁 𝘁𝗵𝗲 𝗽𝗶𝘁𝗶𝗳𝘂𝗹 𝘀𝘁𝗮𝘁𝗲 𝗼𝗳 𝘁𝗵𝗲 𝗴𝗿𝗲𝗮𝘁 𝗢𝘁𝘁𝗼𝗺𝗮𝗻 𝗘𝗺𝗽𝗶𝗿𝗲. 𝗪𝗵𝗮𝘁 𝗮 𝘀𝗵𝗮𝗺𝗲.I’d recommend The Silence of Scheherazade to fans of historical fiction, as it is an interesting and beautifully told story.

Yoga Journal Türkiye ile Sohbet

Yoga Journal Türkiye’ ile Shadow Yoga hakkında sohbet ettik.

#yogajournalturkiye #shadowyogaistanbul #shadowyogaturkiye

  • sayi17_sonbaharkis2017_shadowyoga1.jpg
  • Shadow Yoga’nın kökleri nereden geliyor?

 

Shadow Yoga Shandor Remete’nin kurduğu bir Hatha Yoga sistemi. Shandor hoca uzun yıllar B.K.S Iyengar’ın öğrencisi ve asistanı olmuş. Ondan önce de Tayland’da Uzakdoğu Savaş teknikleri çalışmış. Olgunluk çağında da Hindistan’da marmastana öğrenmiş. Tüm bunların bileşimi ile yarattığı sisteme Shadow Yoga adını vermiş.

 

  • Neden gölge yogası ismi verilmiş?

Hocamız Hatha Yoga’nın koşa mantığından esinlenerek bu ismi seçmiş. Hatha Yoga metinlerinde insanı koza gibi sarmalayan katmanlardan söz edilir. Bunlara da koşa denir. Fiziksel vücut bir koşadır, nefesten oluşan can katmanı bir diğer koşadır, zihin başlı başına bir katmandır, sezgiler de öyle. Bu katmanları benliği tül perde gibi saran gölgeler olarak da düşünebiliriz. Varlığımızı onların sadece bir tanesi ile özdeşleştirirsek, diyelim ki safi etten kemikten, ya da safi düşüncelerimizden ibaret olduğumuza inanırsak hakikatin ışığından uzaklaşırız. Öte yandan gölge ışığın yansımasıdır. Işık yoksa gölge olmaz. Demek ki gölgeyi takip ederek ışığın kaynağına giden yolu da bulabiliriz. Hatha Yoga bize “koşaların tuzağına kapılmayın, kendinizi bir katmana indirgemeyin” mesajını verir bir taraftan, öte yandan da ancak bu gölgelere dalarak, onların içinden geçerek, karanlığı aralayarak ışığın yolunu bulacağımızı bildirir. Hatha Yoga’nın bu ikili mesajına dikkat çekmek için Shandor Remete de kurduğu sisteme gölge anlamına gelen Shadow Yoga ismini vermiş.

  • Shadow yoga’nın prelüd adı verilen serileri çok etkili. Bu serileri düzenli olarak tekrarladığımızda işleyişlerindeki ince mantığı seziyoruz. Serileri bu denli çarpıcı kılan özellikleri neler?

Prelüdler zekice tasarlanmış. Shandor hoca Iyengar ustasından öğrendiği yoga pozlarını, Samkya’da bahsi geçen beş elementin vücuttaki hareketini, Ayurveda’daki üç doşanın zihne ve nefese etkisini, marmastana bilgisiyle harmanlamış. Bu sayede de az zamanda ve gereksiz yere çaba harcamadan nefesi ve zihni derin bir noktaya taşıyacak kilit hareketleri keşfetmiş. Prelüdler de bu kilit hareketlerin arka arkaya dizilmesinden oluşuyor. Dikkati nefeste ve vücutta uyanan hislerde tutarak yapıldığında ve her nefeste üç banda birden kullanıldığında hatha yoganın can akışına etkisi kolaylıkla fark ediliyor.

  • Gölge, kendi içinde hem bir gizem içeriyor hem de açıklık ve ferahlık… Bir bireyin gölgeleri ile karşılaşma süreci hayatta nasıl işliyor? Herkesin kendine ait bir zaman ve hızı var ama bu anlarda nasıl hareket etmeli? Neler önerirsiniz?

Evet, demin de dediğim gibi ışığa ulaşmak için gölgeden geçmek gerekiyor. Kaygıdan kaçmak için tekrarladığımız davranışlarımızın bizi daha derin bir strese soktuğunu biliyoruz ama her kaygı ihtimalinde o davranışlara geri dönüyoruz. Bu tip davranışlar bizim gölgelerimiz. Onlarla yüzleşmek yerine bir çok defa dış dünyayı, öteki insanları, talihimizi suçluyoruz. Kendimizi hep aynı çıkmazda buluyorsak oraya girmemek için alıştığımızdan farklı bir davranış sergilememiz gerekiyor. Bu söylemesi kolay ama pratikte zor bir şey. Bazı insanın çocukluktan kalma çok derin yaraları var. Fiziksel ya da psikolojik taciz, sevgisizlik, ilgisizlik, utanç, suçlama çok küçük yaşta insanın bilincine nüfus ettiği ise onun gölgeleri ile yüzleşmesi daha zor, daha acılı bir süreç. Tıpkı küçük yaştan ağır bir trafik kazası geçirmiş bir insanın vücudundaki sakatlığa özen gösterdiğimiz gibi ruhu genç yaşta incinmiş kişinin de iyileşme sürecinin ağır ağır geleceğini aklımızda tutmalıyız. Ruhun iyileşme süresi de, tekniği de kişiden kişiye farklılık gösterecektir. Bilgi, tecrübe ve anlayış sahibi bir rehberin aynasında kör noktalarımıza düşen gölgelerimizi görmek daima yardımcı olur. Hiç bir şeyi tek başımıza çözmek zorunda değiliz. Bunu aklımızda tutmak bile yeterince büyük bir adım. Genelde çünkü önce meselemi içimde çözeyim, sonra insanlarla ilişki kurayım mantığı ile hareket ediyoruz. Oysa psikologların dediği gibi ruhun yaraları ilişki içinde açıldığından o yaralar ancak ilişki içinde iyileşirler.

 

  • Yogada öğretmen ve öğrenci ilişkisi nasıl ilerliyor?

Geleneksel olarak soruyorsanız şöyle: Öğrenci hocanın kapısını günlerce, haftalarda, aylarca aşındırıyor! Hoca onun yoga aşkını, sebatını ve tahammül seviyesini açmadığı kapının ardından izliyor. Yoga bilgisini almaya değer nitelikte bir öğrenciyle karşılaştığına ikna olursa onu içeri alıyor. Bugün, modern yoganın babası saydığımız Krişnamaçarya’nın kendini ustasına kabul ettirme hikayesi böyle bir şey mesela. Günümüzde elbette bu durum değişti. Ama özünde bu mantığın bulunduğunu sezen uzmanlar hâlâ bilginin kutsallığını akıllarında tutuyor ve aktarmaya değer buldukları kişileri bağırlarına basıp, onları yüreklendiriyorlar.

 

  • Shadow Yoga öğrencisi olmak isteyen okurlarımız nasıl ilerlemeli?

Şu anda Türkiye’de bu sistemi öğreten bir tek ben varım. Bu sebeple de benimle çalışmaya başlamaları gerek. Ben iki yılda bir defa yeni öğrenci alıyorum. Sınıf sistemiyle ilerliyoruz. Başlangıç sınıflarına kırk kişiyi alıyorum. Ekim ayından Hazirana kadar onları çalıştırıyorum. Sınıfı geçenler sonraki sene yine aynı grupla ikinci seneye başlıyorlar. Bir sınıf genelde yedi yıl boyunca benimle devam ediyor. Bu süre zarfında bağımsızca kendi yogalarını yapar hale geliyorlar ve yılda bir ya da iki defa Shandor Remete ile Emma Balnavez’in açtığı yüksek Shadow Yoga kurslarına katılıyorlar. Nihai amacımız öğrencinin her yeni güne tek başına yaptığı yogası ile başlaması. Bu yazıyı şimdi okuyan okular, Ekim 2018’de açacağım yeni sınıfa kaydolmayı düşünebilirler. O zamana kadar denemek istedikleri diğer yoga stillerini denemelerini öneriyorum. Benimle çalıştıkları sene içinde başka derslere girip kafalarını karıştırmamalarını tavsiye edeceğim çünkü.

 

  • Çok disiplinli bir öğrencisiniz, bloglarınızda, dergi için yazdığınız yazılarda öğrencilik süreçlerinizde bundan bahsediyorsunuz.   Yoga öğrencilerine önerileriniz neler olur?

Yogayı sevdiğiniz için yaptığınızı kendinize hatırlatın. Üşeniyorsanız, o sevgiye bağlanın. Yoga bir zorunluluk oldu ise belki de hayatınızdaki mevcudiyeti çok da şart değildir. Elbette ilk başta, sabah uyandığımızda mesela, zihin direnecektir, yogamı yapmasam bugün diyecektir. O zaman bu düşünceyi üreten zihne, yoga yapmasak da ne yapsak kendini daha huzurlu, daha tatminkar, daha özgür hissedeceksin, diye sorun. Eğer verdiği cevap sizi tatmin ederse o öteki şeyi yapın. Yok eğer tatminkar bir cevap alamadıysanız bir ucundan başlayın, bakalım ne hissedeceksiniz… Benim çok disiplinli olduğumu söylüyorlar ama aslında ben sadece sevdiğim şeyleri yapıyorum. O şeylerin ortasındayken çok mutlu olduğumu kendimi hatırlattığım için baştaki direncime karşı koyabiliyorum.

 

Pozitif Dergisindeki Röportaj

Yaprak Çetinkaya ile Pozitif dergisi için yaptığımız röportajı buradan okuyabilirsiniz.

014_019_defne_suman_POZ

Bir kendine kavuşma hikayesi

Yoga eğitmeni Defne Suman, yazın bu sıcak günleriyle aynı adı taşıyan kitabında aile sırlarının ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın ağırlığından özgürleşen kahramanı Melike ile birlikte okuyucusunu da hafifletiyor.

YAZI: YAPRAK ÇETİNKAYA

Defne Suman ile birkaç yıl önce röportaj için bir araya geldiğimizde konumuz yoga idi. O akademik kariyerini bırakıp kendini gönüllü işler yaparak yollara vurmuş ve sonra yoga ile buluşmuş, yıllar sonra da yoga hocası olmuştu. Blog yazıyordu, yazılarını Mavi Orman adlı kitapta derlemişti. Ardından ilk romanı Saklambaç gelmişti. Su içer gibi okuduğum, kendimden hissedişler bulduğum bu roman, 2000’li yıllarda bir ailenin hikayesi aracılığı ile bize ülkedeki inanç çatışmalarını anlatıyordu. Ardından Emanet Zaman geldi. Çıkar çıkmaz Defne’nin değerli imzası ile masamdaydı. Yine su içer gibi okudum, uzun yıllarımı geçirdiğim İzmir’in 1905-1926 yılları arasındaki yaşamlarına farklı perspektiflerden bakmak besleyiciydi. Ve şimdi raflarda Yaz Sıcağı var. Önümde okunmak için sırasını bekleyen kitaplardan kibarca izin aldı ve en öne geçiverdi, yine bir solukta okundu. 40 yaşındaki Melike, hiç hesapta yokken geçmişle, aile sırları ile yüzleşiyor, yol onu Kıbrıs’a götürüyor. Katman katman açılan hikayede Melike geçmişi affederek kendine kavuşuyor.

Sana göre “Yaz Sıcağı” bir kadının mı, bir ailenin mi yoksa bir ülkenin mi hikayesi? Yoksa hiçbiri mi?

Hem hepsi, hem hiçbiri… Yaz Sıcağı, bir kavuşma hikayesi. En basitinden, bir baba ile kızın kavuşması olarak okuyabilirsin. Kıbrıs düzeyinden okursan, ayrılan toprakların ve ayrılan halkların birbirine kavuşması ya da kavuşma hayalinin hikayesi. Daha ince katmanlarına indiğin zaman kadınla erkeğin kavuşması çünkü karakterimiz Melike aslında babası yüzünden hiçbir erkeğe kavuşmayı seçmiyor, erkeklere kavuşamıyor. O yüzden aslında onun babasını affetmesi sonucunda erkeğe kavuşmasının hikayesi. En derin katmanına inersen de kişinin kendine kavuşması… O da aile sırları çözüldüğü zaman oluyor. Yani ailesinin sırlarının kendisi tarafından çözüleceğini, sonraki kuşaklara kendisi tarafından aktarılacağını düşündüğü anda kendine de kavuşmuş oluyor.

Aile geçmişleri, aile sırları kişisel gelişim uygulamalarında çok konuşuluyor. “Aile geçmişinizi sorun, araştırın, gelecek nesillere aktarmayın” deniyor. Senin ailen de sırlarla dolu mu?

Bilmiyorum. Yeni bir romana başladım şimdi. Onu yazarken geldi birden aklıma. Benim hiç tanımadığım dedemin, yani babamın babasının hakkında çok az konuşulur. Onunla ilgili, “Hamamda ölmüş” gibi bir söylenti vardı. Konuyu biraz sıkıştırdığımız zaman “Hayır canım önce hamama gitmiş, sonra evde kalp krizi geçirmiş. Hayır, hamamda onu birisi öldürmüş” gibi birtakım şeyler söyleniyordu. İnsan bilmez mi babasının nasıl öldüğünü ama bilinmiyordu. Orada büyük bir sır olmasa da belli ki esrarengiz bir durum var. Bence her ailede bu tip konuşulmayan, konuşulması tabu haline getirilmiş şeyler var. Ama niye konuşulmadığını da bilmiyoruz. Bu sorunun cevabını neden bilmiyoruz? Neden bilmediğimi bilmiyorum ama bilmemem gerektiğini biliyorum. Bu olağan bir şey, içimizde kayıtlı olan bir his aslında.

Bunlar aslında insanın hayatını etkileyen şeyler değil mi?

Kesinlikle. Bu içerde kendini tekrarlayan bir kayıt gibi aslında: “O konuda konuşma! Bu konu konuşulmaması gereken bir konudur.” Buna benzer başka konular çıktığı zaman ortaya –mesela kendi babamın ölümü- ben yine konuşmamam gerektiğine inanmış oluyorum. Nereden geliyor bu inanç? Çünkü babam ve halalarım kendi babaları hakkında konuşmamayı seçtiler ve bana şunu öğrettiler: “Bir baba öldüyse onun ölümü hakkında konuşmayalım.” Bunu bir kural olarak söylemiyorlar tabii ki ama çocuk onu kapıyor bir şekilde.

Melike karakteri 40 yaşında…. Bir gün bir anda artık genç olmadığını içi sızlayarak fark ediyor. 40 yaş senin için ne ifade ediyor?

Bir yandan çok güzel bir yaş. Bence bir kadın olmak için en güzel yaşlar 40’lar. Annem de söylemişti bunu bana; “40’lı yaşların en güzel yaşların olacak” diye. Buna kesinlikle katılıyorum. Hem olgunluğun hem de güzelliğinin doruğuna eriyorsun. Artık o gençliğin şüpheleri, özgüven sorunları, tereddütleri geçmiş oluyor. O açıdan çok güzel ve keyifli bir yaş. Bir taraftan da “Ya bundan sonrası?” diye düşünüyorsun. Bundan sonra gelecek olan yaşlarda şu anda sahip olduğun o zirvedeki güzellik olsun, gücünü güzellikten almak olsun yavaş yavaş düşüşe geçecek. İster istemez bunu biliyorsun. Bunun da bir sarsıntısı, şüphesi sarıyor ufak ufak. Senin de az önce anlattığın, o dikkatini çeken sahne benim için de çok değerliydi. Oradaki his, benim birebir yaşadığım bir histir. Diyor ki “Hayatımın yarısı o kadar hızlı geçti ki, bir bu kadar daha kaldığına inanamıyorum. Topu topu elimde şu kadar mu kaldı?” Sıfırdan 40’a kadar geçen süre çok kısa, çocukluk gibi bir şeymiş aslında. Bu beni çok yoklayan bir histir.

Geçenlerde gittiğim seminerde rakamların bizi kodladığına değinildi. Yaştan biraz bağımsızlaşmak gerek belki…

Tabii. Ben de fark ettim. 40 diye kodladığım şeye geldiğim zaman aslında onun öyle olmadığını fark ettim. Yine kendimi çok genç hissediyorum. Dünya kadar yapacak işim var. Şunu hatırladım; Joan Baez’i ilk kez sahnede gördüğümde 1988 yılıydı. O zaman 47 yaşındaymış ve ben ununu elemiş, eleğini asmış bir kadın gibi düşünüyordum onu. Oysa aradan 30 yıl daha geçti. Ve o yıllar boyunca aktif bir şekilde çalıştı ve hala da çalışıyor.

Kitaplarında iyi ailelerden gelen iyi eğitimli kadınlar var. Ama bir türlü potansiyellerini tam olarak kullanamamışlar. Mesele sadece kadın olmak mı? Bu konuda neler düşünüyorsun?

Evet benzer hikaye üç romanda da var. Benim içimde de var. Yogadan önceki zamanlarımı hatırlıyorum ve yogaya başladıktan sonraki o tatmin, huzur, kendine kavuşma hissini biliyorum. Bu kendiyle kavuşma gerçekleşmediği zaman insan ne olursa olsun bir tatminsizliğin kucağına düşüyor. Birçok kadın kendini oyalayabiliyor. Kendini işine, çocuğuna, eşine, ev işlerine, para kazanmaya veriyor. Şanslıysa o boşluk fark edilmeden ömür geçiyor. Veya bir yaşta çat diye vurabiliyor ancak o yaşta da çok geç kalınmış olabiliyor. Ben karakterleri hala bir şeyler yapabilecekleri yaşlardayken tutup, o dönüşümü yaşamaları için bir alan yaratmaya çalışıyorum. Mesela biri hep başkalarını suçlamış tatminsizliği için. “Benim tatminsizliğimin nedeni sensin” ya da “Hayatımda şu gelişmeseydi daha mutlu bir kadın olabilirdim” den birdenbire uyanıp “Hayır, aslında hepsi benim seçimim ve şu anda mutlu ve tatminkar olmayı ben seçebilirim”e dönüşümünü anlatmaya çalışıyorum. Bu da yogayla çok iyi gidiyor. Derslerimde de bunu söylemeye çalışıyorum: “Bırakın hayatınızı suçlamayı, dönün içinize bakın. Orada bulacaksınız.”

Kitapta çocuk doğurmamakla ilgili bir bölüm vardı. “Çocuk istemiyorum” fikrinin aslında özünden gelmediğini fark ediyor Melike…

Orada müthiş bir öfke çıkıyor. Aslında istemiş. İlk defa birisi “Benden bir çocuğun olmasını ister misin Melike?” diyor. Önce hep alıştığı olumsuz tepkiyi veriyor. Ondan sonra “Aslında bu dünyaya bir çocuk daha getirmenin ne gereği var?” diyor. Demek ki kafasına işlemiş. Ama ondan sonra esas his olarak o kayıp öyle bir çöküyor ki içine, öfkeyle yastıkları tekmeliyor. Yastıklardan çıkan kuş tüyleri kafasından aşağı dökülürken o sırada regl oluyor o sahnede!

Sen bu dünyaya çocuk getirmekle ilgili ne düşünüyorsun?

Ben bir süre uğraştım ama olmadı. Bence 35 yaşından sonra çocuk sahibi olma çabalarımızda tabii olmayan bir taraf var. Yani ona göre tasarlanmış değil kadın vücudu. Ama bazılarımızda oluyor, bazılarımızda olmuyor. Eğer olmuyorsa, bunu çok zorlamamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü bir sebebi vardır. Bunu sadece fizyolojik olarak söylemiyorum. Yaş olarak da baktığında sen 50’li yaşların sonuna yaklaşırken, o çocuğun ergenliğe girmesi zor bir şey. Psikolojik olarak kuşakların birbirine biraz yakın olması gerektiğini düşünüyorum. O kadar fazla kuşak farkının uzun vadede sağlıklı bir aile modeli olmadığına inanıyorum.

Aslında sormak istediğim şu: Bu dünya çok kötü ve ben buraya bir can getirmek istemiyorum yaklaşımına katılmıyorum. Sen öyle görüyor musun dünyayı?

Hayır, çocuk için değil ama kendim için olabilir. Bana öyle bir stres kaynağı olacak ki bu dünyada bir çocuk büyütmek. Bu egoist sebepten dolayı yapamam gibi geliyor. Dünya korkutucu bir yer ve ben o çocuğu nasıl koruyabilirim diye düşünüyorum.

Az önce gücünü güzellikten almaktan bahsettin. Sen şu anda gücünü nereden alıyorsun? Yogadan mı, yazarlıktan mı, güzellikten mi?

Hepsinden aslında; bireyselliğimden bence. Bir birey olarak sağlam durduğum yerden alıyorum. Oraya da çalışarak, çabalayarak, etimle tırnağımla geldiğime inanıyorum. Allah vergisi bir şekilde sağlam durmuyorum. Çoğumuz gibi özgüveni son derece düşük bir genç kızlıktan gelip, yazdıklarını saklayan 20’li yaşlarda bir genç kadına dönüşüp sonra yavaş yavaş, kendimi çalışa çalışa birey olarak sağlam durmamdan ve cesaretten geliyor bence. O da neyin cesareti? Beni yanlış anlarlar korkusunun gitmesi, beni ayıplarlar korkusunun gitmesi, bir de beni böyle de sevecekler inancının güçlenmesi. O korkuların hepsi aslında sevilmeme korkusu. Yanlış anlayacaklar, ne olur? Sevilmeyeceğim. Ayıplayacaklar, ne olur? Sevilmeyeceğim… Aslına beni sevecekler inancı güçlendiği an varlığımla sağlam bir şekilde duruyorum. Gerçekten de o zaman insanlar seni seviyorlar. Belki sevgi çok büyük bir laf oldu ama beğeniyorlar, takdir ediyorlar ve etrafında olmak istiyorlar. Onlara sunduğun kitapsa, dersse, ne sunmak istiyorsan onu almaya daha açık hale geliyorlar.

Melike karakterini yazmak bile “Aman kimse bir şey der mi?”yi önemsemediğini gösteriyor. Çünkü kocasını aldatan, hem de günübirlik ilişkilerle aldatan kaç kadın karakter okuduk bugüne kadar?

Onu düşündüm ben de. Böyle bir karakteri ben Türk edebiyatında görmedim. Ama bu kadın yok mu? Bir Melike karakteri yok mu? Çok var. Bana o kadar çok okur mektubu geldi ki, “Tam da düşündüğüm şeyleri yazmışsın ama ben dile getiremedim”,“Tam da yaşadığım hayatı yazmışsın ama ben bunları kağıda dökmeye cesaret edemem…” gibi. Aslında böyle çok kadın var; ya fantezi boyutunda ya da gerçeklik boyutunda.

Üç hikayede ayrılık, ayrışma, toprağından, adından, kimliğinden koparılma hikayeleri var. Yazmadan önce bunlar hep bir sızı mıydı içinde?

Evet, ben 14 yaşındayken Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabını okuyup hüngür hüngür ağlamıştım. Gece uyumadan önce okuyordum, annem ağlama seslerini duyunca ne oluyor diye geliyordu. Belki o belki daha öncesi, bilemiyorum ama şunu bir düşün, hangimiz topraklarından kopmadı? En azından ailede birisi, en iyi ihtimalle söylüyorum, çok sevdiği evinden koparılıp başka bir toprağa zorla, mecburen çok büyük bir korku hikayesini arkasında barındırarak getirilmiş. İkincisi, merakım biraz da sosyoloji okuduğum için. Sosyoloji de toplumun psikolojisini öğrenmek ya da toplumun bilinçaltını anlamak için iyi oldu. Toplumun bilinçaltı bu kayıplardan çok etkileniyor. Bunun mutlaka etkisi olmuştur.

Gelen yorumlar nasıl peki? Farklı bakış açılarına kızan oldu mu?

Hayır, hiç olmadı.

Bakış açısını değiştirdiğini söyleyen oldu mu?

Aslında “Emanet Zaman” için çok geldi bu yorum. “Ben hiç İzmir’i, 9 Eylül’ü, İzmir’in Türkleşmesini böyle düşünmemiştim” gibi yorumlar çok geldi. “Yaz Sıcağı”nda Melike, kadının özgürleşmesi, özgürleşememesi, bizim sözde özgür kadınlar olarak aslında ne çok baskılar yaşadığımız gibi konularda yorumlar geliyor. Bu gece Kıbrıs’a gidiyorum, bakalım nasıl yorumlar gelecek. Kuzeye gidiyorum, güneye de gideceğim. Ekim-Kasım gibi Yunancası da çıkıyor kitabın. İki taraftan da insanların girebildiği Birleşmiş Milletler bölgesinde bir etkinlik düzenliyoruz. Kıbrıs bir taraftan bize çok yakın bir yer, bir yandan da üstü kapatılmış bir aile sırrı aslında. Eğer “devlet baba” diye biri varsa, onun bizden sakladığı bir sır var orada. Ve biz hem biliyoruz hem de bilmiyoruz. Tam da az önce bahsettiğimiz gibi aslında; hakkında konuşmamamız gerektiğini biliyoruz. Ama ne olduğunu da bilmiyoruz ve geçiştiriyoruz.

014_019_defne_suman_POZ

Baba ve anne figürlerine gelelim. Baba figürüyle bir derdin var mı?

Her kızın herhalde vardır. Babam hayatımda yoktu, onu özleyerek büyüdüm. Hatırlayacağım kadar geç ama iz bırakacak kadar erken yaşta, 7-8 yaşlarımda evde yoktu babam. Sır olarak saklanıyordu, “İş gezisinde, Amerika’da, gelecek” deniyordu. Ama hep de fısır fısır bir şeyler konuşuluyordu. Sonradan anlaşıldı ki babam aslında başka birisiyle birlikte; onunla yaşıyor ya da onunla gidiyor nereye gidiyorsa… Sonra tüm bunlar açıldı tabii. Annem ve babam boşandılar. Sonra ikisi de çok sevdikleri insanlarla evlendiler. Fakat o iki yaş bende çok derin izler bıraktı. Bir eksiklik, güvensizlik, evde babanın olmayışı, bir apartman dairesinde, gerçekten fiziksel anlamda beni etkiledi. “Eve birisi girecek ve annemle beni öldürecek” korkusuyla geçen geceler oldu. Babayı özlemek ve bunu hiçbir zaman kendime itiraf etmemek, bu da var. “Defneciim iyi misin?” dediklerinde “Ben iyiyim, zaten daha mutluyum, annemin yanında yatıyorum” gibi söylemlerle kendimi güçlü gösterip ve o hasretin, o özlemin üzerini örtmüşüm.

Ne zaman çıktı ortaya?

Bence bu kitapla ortaya çıkıyor. Benim babam intihar etti. Ben o zaman da hiçbir şey hissetmedim. “Ne yapalım canım, kendi seçimi” diyerek yine aynı mertlik içinde durdum. Ta ki bu kitabı yazana kadar. Babamın eşi kitabı okurken bana, “Babanı ne kadar çok özleşmişsin Defne” dedi. Ben o zaman da “Yok canım” diyecektim ama şunu fark ettim. Evet ne çok özlemişim! Şimdi biz kitabı Yunanca’ya çeviriyoruz. Tercüme ediliyor ve ben de satır satır okuyorum tercüme doğru mu diye. O zaman görüyorum ne çok babam var, detaylarda ne çok onu hatırlamışım.

Kitaplardaki karakterler nereden geliyor? Bana sanki birilerinin yaşanmışlıklarının enerjisi yazarların kalemine sızıyor gibi geliyor. Var mıdır bu deneyimlerin gerçeğini yaşayan?

Hem var, hem yok. Dünya kadar okur mektubu geliyor. “Melike benim ruh ikizim” diyorlar mesela. Bir sürü insan kendini Melike ile özdeşleştiriyor. Yani diyebiliriz ki hepimizin bir Melike tarafı var. Diğer taraftan düşündüm, acaba bunlar ruhlar mı hakikaten? Ben medyum gibi onları mı yazıyorum? Ama hayır, sonuçta hepsi benden geliyor. Her şeyi parça parça ayırdığın zaman, Orhan’ı da al, Petro’yu da al, Melike’yi de al, Sinan’ı da al, hepsi benim. Dışarıdan bir karakter hayal edeyim ve onun özelliklerini Sinan’a vereyim demiyorum. “Ben Sinan olsam şimdi ne yapardım acaba?” diye düşünüyorum. Gustave Flaubert, Madame Bovary için “Nereden ilham aldınız, tanıdığınız birinden mi?” sorusuna, “Hayır. Madame Bovary benim” demiş.

Her birimiz bu kadar zenginiz aslında…

Bence yazının en güzel tarafı insanın içini büyütmesi, bütün bu karakterlere yer açması. Yüreğin büyüyor. Bu da sevmek demek.

Bloğunda şu başlığı gördüm: Yoga mı yazıdan yazı mı yogadan? Hangisi?

Benim için yazı hep vardı. Annem ilkokul 1’deyken günlük almıştı. O zamandan beri yazıyorum. Ama edebiyat yogadan diyebilirim. Evet, siyah-beyaz sınırları içinde yazarsın ama dünyamı dönüştürecek şekilde bakabilmek yoga sayesinde oldu. Edebiyat da o, yani bildiğin şeyi tersinden okuyabilmek, ters yüz edebilmek, detaylarına bakabilmek, olayı başka bir perspektiften bir daha yazabilmek. Bunlar edebiyatın büyülü tarafları. O, ancak yogadan sonra geldi bana. Şöyle bir yazı tipi var: Olması gerektiği gibi yazmak. Lisede yazdığımız kompozisyonlar mesela. Ben çok iyi yazardım çünkü olması gerekeni anlamıştım. Bir de olanı yazmak var. Olanı yazmak çok daha cesaret isteyen bir şey ve bazen olması gerekeni hiç tutmuyor.

Yaratım sürecini merak ediyorum. Hızlı yazıyorsun değil mi? Yazma şartların nedir?

Evet çok hızlı yazıyorum. Yazarken bir düzen olması gerekiyor. Eğer metin bilgisayardaysa, her gün onu mutlaka açıp bir paragraf eklemem gerekiyor. Bu kesintiye uğrarsa metin ölüyor. Bir sürü ölü metin var benim bilgisayarımda. Başlanmış ve ölmüş çünkü ben onu ziyarete gitmemişim. O yüzden günde bir kere onu ziyarete gitmem gerekiyor. İkincisi, sürekli okumak. Sürekli iş edinip iyi edebiyat okuman lazım. Ne okursan onu yazarsın. Nasıl dikkatli besleniyorsak, beyne girecek edebiyatın da saf olması gerekiyor. Muhakkak okuyorum dilim açılsın diye. Ayrıca beni kimsenin rahatsız etmemesi çok önemli. En azından üç saat. Evde yazıyorsam, eşime de söylüyorum “Bir ihtiyacın varsa şimdi söyle, yoksa üç saat yokum” diye. İnterneti ve telefonu kapatıyorum. Mutlaka büyük kulaklıklarımı takıp müzik dinliyorum. Bu demek değil ki hep yazıyorum; arada tıkanıyorum, kalkıp kendime kahve yapıyorum. Ama kimseyle konuşmamam lazım. Eğer konuşursam kaçıyor çünkü. Bazen kahve yaparken aklıma bir şey geldiğinde kahveyi bırakıp hemen aklımdakini kağıda döküyorum.

Dışarıda da yazıyor musun?

Evet, çok da severim dışarıda yazmayı. Bir kafeye gittiğimde de yine kahveyi söylüyorum, kulaklıklarımı takıyorum ve yine kimseyle konuşmadan, konsantre olarak yazıyorum. Daha bile rahat yazdığımı söyleyebilirim. Yerdeki toza takılmıyorum, bir çamaşır koyayım demiyorum. Bir de sabahları yoga yapmam gerekiyor. Çünkü hayal gücü bir şekilde hikaye üretmiyor. Sabah yoga yapmamın buna çok etkisi oluyor. Yoga yaptıktan sonra avare zaman geçirmem gerekiyor. Boğaz kıyısında bir yürüyüş, bisikletle parkta bir tur gibi. Yine tek başına olması gerek avare zamanın.

Hangi yogayı yapıyorsun sabahları?

Ben Shadow yoganın öğrencisi ve hocasıyım. Serilerimiz var, her sene hocamız ihtiyacımıza göre değiştiriyor. Onu çalışıyorum. Aynı seviyeye gelmiş bütün öğrenciler aynısını yapıyoruz. Sonuna da senin vücuduna uygun bir şeyler veriyor, onları uyguluyoruz. Bir saat yapılıyor o seri. Yoga dediğim hem hareket, hem meditasyon, hem nefes. Set bittiği zaman hepsi yapılmış oluyor.

 

014_019_defne_suman_poz_2.jpgAİLENİN HİKAYESİNİ KADIN AKTARIR

Yaz Sıcağı’nda hikayenin kadınlar tarafından anlatıldığında dair, yani “Söz kadınındır” diye bir iddia var aslında. Bu aslında bence içimizde kayıtlı bir bilgi. Melike diyor ki: “Babamın neden Cem’i (ağabeyi) değil de beni çağırdığını anlıyorum.” Çünkü bir hikayeyi ancak bir kadın anlatabilir. Ve o aileyi özgürleştirecek olan kişi de o kadın. Cem’in kızı Sofia da hikayeyi devam ettirecek. Artık erkeksi alanlarda güç kazanmak yerine kadınsı alanlarda güç araştırıyoruz ya, bu hikaye anlatıcılığının da hatırlanmasında fayda var. Ailenin hikayesini kadın taşır ve aktarır.

KİTAPLAR İNSANLARI BİRLEŞTİRİYOR

Romanlar da yoga gibi birleştirir mi?

Bence birleştirir. Dün İzmir’de kaldığım otelin lobisine bir okur imza almaya geldi. Küçük çocuğu varmış, onu bırakmış ve imza almaya gelmiş. Birleştirdi bizi yani. O kadar çok okurla buluştum ki. 2007’de ilk bloğumu yayınladığımdan beri etrafımı saran insanlar, benim yeni çevrem ve dostlarım yazı sayesinde hayatıma girdi. Kitaplar insanlar arasında köprü kuruyor. Şu anda yatay düzlemde biz buluşuyoruz, romanlar sayesinde. Ama dikey düzlemde Oğuz Atay’la da Tanpınar’la da kitap sayesinde buluştum. Bir açıdan da benden sonraki kuşaklara da bu kitap sayesinde kavuşacağım.

Atölye Yeşil hakkında duyurularını gördüm. Bir hayalin gerçek oluyor galiba. Nasıl bir oluşum?

Benim hayalimdeki yoga, kişisel gelişim, hareket sanatları okulu. Türkiye’de yoga hocası olarak mücadele ettiğim bir durum var. O da hocayla öğrencinin kopukluğu. Yoga, spor salonuna gittiğinde o anda ders varsa girilecek bir şey değil. Hocayla öğrenci arasındaki ilişki en önemli bağ. Ondan sonra da öğrenci-öğrenci ilişkisi çok önemli. Onların da bir topluluk oluşturmaları ve birbirlerine destek olmaları gerek. Benim derslerimi verdiğim model zaten bu. Örneğin ben bir grup açıyorum ve bir sene aynı kişilerle devam ediyorum. Bunu hocalara da aşılamak istiyorum. Burada onlara fiziksel alan yaratmak istedim. Benim gibi düşünen hocalar bir çember oluştursunlar ve Atölye Yeşil’e gelip ders versinler. Hayalim şu: 7-8 hoca olalım ve öğrenci topluluklarımız oluşsun. Mesela orada bir resepsiyon yok. Anahtarı gizli bir yere koyuyoruz, hoca gelip buluyor. O mekanı hoca ve öğrencileri istedikleri gibi kullanıyor. O iki saat onların, diledikleri gibi kullanabiliyorlar. Kütüphane var, mutfak var yemek yapmak isteyeler için. Sense Writing, travma üzerine çalışmalar, aile dizimi, Chi gong, Thai masajı gibi etkinlikler var.

 

MEKANLAR DA BİRER  KARAKTER 

Mekanları da çok güzel anlatıyorsun. Yazmadan önce mekanları görüyor musun? Ya da gördüğün yerleri mi yazıyorsun?

İkisi de oluyor. Çoğunlukla, başlarken bildiğim yerden başlıyorum. Mesela Fener ve Balat, o tepe beni nedense çok etkiler. 16-17 yaşlarındayken dönem ödevi yapmak için Kadın Eserleri Kütüphanesi’ni arıyordum. Ama yerini bilmediğim için yanlış yere gitmişim. Yukarıda o kırmızı okulu gördüm ve inanılmaz etkilendim. O zamandan beri benim için gizli bir mabet gibi oldu orası. Nasıl Melike’nin EğriKapı’sı var, benim de Fener’im oldu. Fener Rum Lisesi, St. Maria Kilisesi (Kanlı Kilise), orası benim küçük mabedim oldu. Ne zaman sıkılsam oraya koştum. Saklambaç’ta da var orası, kırılma noktası yaşanır. Kızlar oraya çıkarlar. Hoca Efendi’yi ararken orada kar yağar… Mekan benim için karakter kadar önemli. Mekanı karakter olarak sokuyorum hikayeye.

Şehri biz yaratıyoruz dedin röportajdan önceki sohbetimizde. İstanbul’dan şikayet edenlere ne demek istersin?

Atinalılar da Atina’dan şikayet ediyor. Bu bir seçim aslında. Şehir, mekan algısı bir hayaldir. Nereye bakacağımızı biz seçiyoruz. Hepimiz şehrimizi kendimiz yaratıyoruz. Nereye dikkatini verirsen o senin gerçeğin olur. Ben o yüzden çok dikkatli bir şekilde şehrimi yaratıyorum. Fener, Balat, seviyorum ve mutlaka her İstanbul’a geldiğimde gezerim. Boğaz’a mutlaka bir kez inerim, Boğaziçi Üniversitesi’ne giderim. Böylece ben İstanbul’umu yaratmış oluyorum.

Görüş alanındaki şey senin şehrindir. Geri kalan kısımları zor mu, bir sürü engebeden mi geçmemiz gerekiyor, fark etmez. Ben o hayalim olan şehir parçalarına varmak için onları küçük bir engebe gibi görüyorum. Yani üzerinden atlıyorum ve oraya gittiğim zaman şehrin hazzını o noktada yaşıyorum. Bu yüzden sahip olduğum, hayalini kurduğum parçaların kaybolduğunu görürsem o zaman yıkılıyorum.

 

 

014_019_defne_suman_poz_3.jpg

Edebiyat, Yoga ve Hayat Üzerine

(Bu söyleşi 28 Mayıs 2017 tarihinde http://www.superergen.com/gunun-soylesisi–defne-suman-ile-edebiyat–yoga-ve-hayat-uzerine bağlantısında yayımlanmıştır) 


Sevgili Defne Suman’a  sorularımıza verdiği sımsıcak yanıtlar için Süper Ergen Ailesi adına çok teşekkür ediyor ve sizleri keyifle okuyacağınızı tahmin ettiğimiz bu güzel söyleşiyle baş başa bırakıyoruz.

Önce sosyoloji eğitimi, ardından yoga, tüm bunların içinde hayatın geneline yayılan bir yazma deneyimi ve bunun da ötesinde yazarlık… Hepsi bir bütünün hoş birer parçası adeta.

Siz bu yaşamdaki yolculuğunuzu nasıl tanımlıyorsunuz?

Yaşamı bir yolculuk olarak görüyorum. Bu, hem mekanda bir yolculuk, hem de zamanda. Belki günlerim hep yollarda geçtiği için bana öyle geliyordur. Günleri tren vagonlarına benzetiyorum. Artarda dizilmişler, sabah uyandığımda o vagonların birindeyim. Tren gidiyor. Tren insanlarla dolu. Onlar benim bu hayatta karşılaştığım, karşılaşacağım (belki ilk defa, belki bir defa ve belki de defalarca) yol arkadaşlarım. Yolculuğun anlamı onlarla beraber kurduğumuz bütünde aslında. Belki de şöyle demeliyim: Hayat bir yol hikayesi benim için. Aynı tren içinde giden bir avuç insanın karşılaşmaları, sevinçleri, hüzünleri, etkileşimleri sonucunda insanlığa sundukları öyküleri. Bir araya geldiğim insanları çok önemsiyorum. Hiç kimsenin hayatıma boş yere girmediğine inanıyorum. Bir de günleri çok önemsiyorum. Hayat günlerden örülü ne de olsa. Gününü nasıl geçiriyorsan hayatın odur nihayetinde. Ben de günümü sevdiğim faaliyetler ve bana varlığımın derin sularını hissettirebilen insanlarla döşemeye çalışıyorum. Bu başlı başına bir çaba aslında. Çünkü zaman uçup gidiyor. Ben çok sevdiğim bir şey olan roman okumaya ya da yazmaya ya da yoga yapmaya başlayana kadar binbir angarya karşıma çıkıyor. Angarya el alıyor, vakit alıyor. İnsanın hep aslında gönlünde yatanı hatırlaması, kendine hatırlatması gerekiyor.


Romanlarınızdan okura geçen şöyle bir his var: “Aslında roman, kendini daha önceden yazıp bitirmiş ve siz gerçekte bitmiş bir romanı hatırlayıp kaleme almış; böylelikle, sanki roman metnini uzun zamandır durduğu eski sandıktan gün ışığına çıkarmış ve düzenleyip okuyucuya hediye etmişsiniz.

Öyle rahat, akıcı ve kıvrak bir dil kullanıyor, öykü ve karakterleri öyle rahat ve gerçekçi bir şekilde kurguluyor, tarihi unsurları hikayenin içinde öylesine dile getiriyorsunuz ki, sanki gerçekten hafızada sessiz sakin durmakta olan anılarınızı yazmış ve sonuçta ortaya bir roman çıkarmışsınız gibi bir hisse kapılabiliyor insan.

Bu anlamda, yazma sürecinizi anlatır mısınız?  Siz de, okurun bir çırpıda okuduğu şekilde,  “su gibi” yazar mısınız romanlarınızı?

Bu güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Hayır, romanları yazmak o kadar kolay olmuyor. Su gibi akan bölümler de var, yarım paragrafı için tüm günü geçirdiğim bölümler de var. Edebiyat yazarlığının bir taraftan çocuksu bir hazzı var. İstediğim şeyi yazabilirim. Çocukluktaki oyun kurmak gibi ki ben çocukken çok oyun kurdum. Tek başıma kurdum hepsini. Oyuncak bebeklerimle, sonsuz sayıda romana, senaryoya imza attım. Hayal alemimde tabii. Aileler kurdum, dostluklar, aşklar, kaygılar yarattım onlara. Belki bu yüzden romanda karakter yaratmak bana aşina geldi, onlara bir şeyler istetmemek, onları bir yerden bir yere götürmek, yavaş yavaş tanımak, huylarını, geçmişlerini, arızalarını öğrenmek çocukluğumdan bildiğim ve iyi yapabildiğim bir şeydi. Romanların da ilk aşamasını bu yüzden kolay kuruyorum.

Ama sonra “edebiyat işçiliği” dediğimiz bir kısmı var ki, orada bir yetişkin olarak çalışmam gerekiyor. Bir yandan sanat tarafı var: Hep orada olup da hiç görmediğimiz bir tarafını (hayatın, dünyanın, ilişkilerin, ailenin, şehrin) göstermek, onu kendi içinde bulmak, sonra söze dökmek. Bu başlı başına bir iş. Üstelik insanı en zayıf yerinden vuruyor: Özgüveninden… “Ya, benim dünyayı görüş biçimimde orijinal bir şey yoksa, ya klişelere kaçıyorsam?” kaygıları ile baş ediyorsun bu aşamada (veya baş edemiyorsun).

Sonra daha teknik meseleler var: Maddi hata yapmamak, kurguda boşluk bırakmamak, metni inandırıcı kılmak gibi. Tüm bunların yanında benim bir de romanların konusu olan tarih araştırması yapmam gerekiyor. Bir yandan yine maddi hata olmasın diye, bir yandan da geçmişte kalmış bir dünyayı kurarken tüm ayrıntılar yerli yerinde olsun diye. Tüm bunlar bir araya geldiğinde uzun saatler çalışma isteyen bir nakış işi edebiyat yazarlığı. Her bir satır üzerinde uzun uzun düşünüyorsunuz inanın ki.



Bilindiği gibi, “kültürel turizm” denince, dünyanın değişik yerlerinde, yazarların yaşadığı ve romanların geçtiği mekanlara düzenlenen geziler de akla geliyor ve bu gezi türüne “Edebiyat Turizmi” deniliyor. Son iki romanınıza bakıldığında, mekanlar ve romanı oluşturan kurgu arasında son derece sıkı bağlar olduğu görülmekte. Öyle ki, romanda adı geçen mekanlara sizin kılavuzluğunuzda bir günlük bir gezi düzenleniyor, verilen minik molalarda kitaptan parçalar okunuyor ve böylelikle, – romanın okuruna bir nevi hediyesi niteliğinde – hoş bir edebiyat gezisi ortaya çıkmış oluyor.

Bu kapsamda, mekan – roman arasındaki sıkı bağlar konusunda neler söylersiniz? Romanlarınızda “mekanlar” sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Öncelikle şunu söyleyeyim; uzun yıllar ben ailemden bahsederken “Fertleri akademisyenlerden oluşur.” tabirini kullanmıştım. Bu bir bakıma doğru, ama sadece yarısı.

Anne tarafımın tamamı üniversitede profesördür evet, ama babam da turizmciydi. Hem de Türkiye’nin ilk turizmcilerinden biri. Ben teleks makineleri etrafında büyüdüm. Tur otobüslerimizin şoförlerinin omuzlarına tırmandım. Henüz on bir yaşındayken babama turlarında asistanlık etmeye başladım. Bu da doğal olarak içimde insanları gezdirme isteği geliştirdi.

Emanet Zaman’ı yazarken, hep okurlarla buluşup bir kısmı çok değişmekle birlikte hâlâ orada duran, bir kısmı ise çoktan kül olup gitmiş mekanları gezmeyi hayal edip dururdum. Ve evet, benim için mekan çok önemli. Özellikle de şehirler çok önemli. Ben büyük şehirde doğdum. Şehrin benliğimde çok derin bir izi var. Karakterlerim de hep şehir insanları. Şehir demek, bireyin gününü geçirmek üzere hayatına dahil ettiği mekanlar demek. Bu yüzden mekanları ben karakter olarak görüyorum metinlerimde. Onlarla duygusal bir bağ geliştiriyoruz.

Mesela “Emanet Zaman”da Panayota, Kraemer Palas’a aşıktır. Her gün gidip o görkemli binayı, kendisine haram bir güzeli seyreder gibi, seyreder içini çeke çeke.

“Yaz Sıcağı”nda Melike’yi Petro’ya çeken şey, genç adamın ilk buluşmaları için seçtiği Kanlı Kilise’nin çocukluk anılarında değerli bir yeri olmasıdır.

Şehrin mekanlarına fark etmeden bağlanırız ve onlar hayatımıza giren sevgililer gibi seçimlerimizde rol oynarlar.


Yogayla tanışınca, yazdıklarınızı paylaşma konusunda cesaretinizi topladığınızı, yazmanın “sadece kendine ait değil, diğeri ile paylaşılacak bir araç” olduğunu kavradığınızı belirtiyorsunuz.

Buradan hareketle, özellikle romanlarınızı yazma sürecinize okuru ne ölçüde dahil edersiniz?

İlk başta okur yokmuş gibi yazıyorum. Daha doğrusu, sanki birisi (ya da birileri) bana öykü anlatıyormuş gibi gelişiyor yaratma süreci. Daha sonra, yani ilk taslak, başıyla sonuyla bittiğinde ve ben yazdıklarımı okumaya koyulduğumda okuru düşünmeye başlıyorum. Bu süreçte okurun ilgisini metinde tutma gayreti değil de onu hayal kırıklığına uğratmama çabası beliriyor. Ben de iyi bir okur olduğumdan bir öyküdeki tutarsızlıkların, beni o kurgu dünyasının gerçekliğine inanmaktan alıkoyacak detayların varlığına ne kadar sinir olunabileceğini biliyorum. O yüzden bir okur gibi okuyorum baştan sona hikayeyi. Eğer benim kafama takılıyorsa bir ayrıntı, muhakkak okurun da kafasına takılacaktır. Hemen onu temizliyorum. Ama okurun bulması için sağa sola sakladığım bir sürü hazineler de var. Onları da metne zekice yerleştiriyorum ki okur da hikayeye dahil olsun.


“İnsanlık Hali” adlı blog’unuzda yer alan “Bir İçe Dönüş Hikayesi”nde şöyle diyorsunuz:

O bir haftada hocalarımız bize yogaya dair temel bilgileri öğrettiler. Yerinde, isabetli ve hala kendi yogamda ve derslerimde kullandığım bilgiler bunlar. Ama benim için çok daha önemli olan bir başka şeyi daha öğrettiler bize o kursta. İçe dönmeyi… Her dakika konuşmak, her söze cevap vermek zorunda olmadığımızı. Tek başınalığın nimetlerini. Sessizliğin kıymetini. Yavaşlığın, yumuşaklığın, zerafetin gücünü.

Edebiyat ve yoga arasındaki ilişkiyi bu anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

İçe dönmek, hem yazarlığın (yaratıcılığın) hem de yoganın (maneviyatın) hem gereği, hem de sonucu. Her iki dal da benliği araştırıyor. “Ben kimim, neyi, nasıl yaşarım, çektiğim acıların, varoluşsal krizlerimin kaynağı içimde nerededir?” sorularını soruyor.

Yoga hareketleri, dışa rotasyonların muhakkak içe rotasyonlarla dengelendiği serilerden oluşur. Edebiyat da öyle bence. Aslında her türlü yaratıcı faaliyet için bunu söyleyebilirim. Bir yandan hayata atılmak, insanların arasına karışmak, ilişkilere girip çıkmak, “insanlık hali”ni her yönüyle yaşamak gerek. Bunu yogadaki dışa rotasyonlara benzetebiliriz. Sonra biraz da yalnız kalmak, yazmak, çizmek, deniz kenarında uzun yürüyüşlere çıkmak, belki yakınlarda bir adaya tek başına bir hafta sonu gezisine çıkmak gerekiyor. Bu da içe rotasyon. Yaratıcılığın tohumu içimize, insanlara karıştığımızda atılıyorsa, o tohumun filize dönüşmesi için gerekli suyu da bize tek başınalık anlarımız sağlıyor.


Eserlerinizin Türk Edebiyatında nasıl bir iz bırakmasını, bir yazar olarak ne tür farklar yaratmayı istersiniz? Ve sizce Defne Suman, aradan yıllar geçtiğinde edebiyat dünyası tarafından nasıl anılsın?

Yarattığım karakterlerin toplumun hafızasında canlı kalmasını isterim. Nasıl hepimiz Feride’yi tanıyor, onu eski bir dostumuz gibi hatırlıyoruz, ben de karakterlerimin insanların yüreklerinde yer bulmasını isterim. Ama bunu hangi yazar istemez? Öte yandan, konuşulmamış konuları, aile sırlarını, kadınlığın romanlara konu edilmeyen sancıları ile hazlarını yazmış bir yazar olarak tanınmak isterim. Bunu yapmaya çalışıyorum çünkü. Bir de resmi tarihe bir alternatif üretmek, bize “düşman” diye belletilmiş toplumların içinden seçtiğim karakterler ile okur arasında bir gönül bağı kurarak gençlerin geçmişi yeniden düşünmelerini sağlamak gibi bir arzum da var.



Yazarlık, yaşamınızda yoga eğitmenliği kadar önemli bir yer tutuyor. Her iki açıdan bakarsak, bundan sonrası için hayalleriniz, yapmak istedikleriniz nelerdir?

İnsan hayatı için uzun sayılacak bir zamandır (neredeyse on dört yıldır) sürekli seyahat ederek, evden eve geçerek yaşadım. Son iki yıldır ilk defa hayatımda bir düzen var ve ben bu düzeni seviyorum. Bir süre daha İstanbul ve İzmir’de yoga dersleri verip, Atina’da yazarlık yaparak yaşamayı sürdürmek istiyorum. Daha sonrası için bir Yunan adasında edebiyat ve yoga evi açmak gibi bir hayalim var. Eşim de kafe işletmek istiyor. Alt kat kafe ve kitabevi, orta kat yoga, en üst katta benim yazma odam olacak şekilde düzenleyeceğim bir okul hayal ediyorum. Orada sadece yoga dersleri değil, yaratıcı yazarlık da öğretirim belki.


Tayland’daki yoga deneyimlerinizde “Hocalar, içe dönük tabiatın nimetlerini anlattılar. Dünyanın içe dönüklerin sessizliğine, yumuşaklığına, sakin sakin iş bitirme yeteneklerine ve bireyselliğine ne kadar muhtaç olduğunu anlattılar.” şeklinde ifade ettiğiniz içe dönüş haline, özellikle ergenlik dönemi açısından bakarsak, bu dönemde ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişki nasıl kurgulanmalı? Ebeveyn bu dönemde çocuğun hayatında nasıl bir rol almalı sizce?

Ben pek fazla olmalı olmamalı tarzında tavsiyeler vermekten yana değilim. Ancak kendimden referansla bir şeyler söyleyebilirim. “Ben ergen iken yaşadığım şeylerin hangisi bugün mutlu ve tatminkar bir yere varmamı sağladı, hangilerini farklı yaşasaydım vakit kaybetmezdim?” bunları sıkça düşünüyorum. Aileme pek çok konuda müteşekkirim ama galiba en çok şu üç konuda: Bağımsızlık, güven ve saygı. Sadece bir ergenin değil, her yaşta insanın ihtiyacı olan şeyler bunlar. Kendi kararlarımı bağımsızca ben verdim. Hangi bölümde okuyacağıma, hangi üniversiteye gireceğime, hangi müzik aletini çalacağıma, kimden özel ders alıp, hangi dershaneye gideceğime ben tek başıma karar verdim. Onlar bana güvendiler. Yanlış bir adım attığımı düşündüklerinde bu fikirlerini dile getirdiler ama fikrimi değiştirmem için baskı yapmadılar. Ben düşünüp kendim geri adım attım ya da inat ettim. Yenildiğim, yıldığım zamanlarda ise “Bak biz sana söylemiştik.” demediler. Ayağa kalkıp yoluma devam etmem için destek oldular. Ben küçük yaşımdan beri sevilen ve sayılan bir birey olduğumu hissettim. Bu da ayaklarımı yere sağlam basmamı ve insanları sevmemi sağladı.



Hemen her yaştan insanın en büyük hayali, dünyayı gezmektir. Sadece turistik gezi yapmanın ötesine geçerek, dünyanın değişik yerlerinde belli bir süre kalıp yeni bir yaşam kurmayı seçmiş bir kişi olarak siz, tüm seçimlerinizi ve yaşam deneyimlerinizi gözönüne aldığınızda, gençlere kendilerini bulma sürecinde neler önerirsiniz?

Öncelikle acele etmemelerini. Bir de belki de kendini bulmak diye bir şeyin olmadığını. Ben dediğimiz kişi son derece değişken bir varlık. On dört yaşındaki ben ile kırk dördümdeki ben aynı kişi miyiz? Elbette değiliz. O zaman bulunacak bir ben var mı? Tabii bu çok felsefi bir soru.

Soruyu “Ben hayatta ne yapsam mutlu olurum?“a çevirdiğimizde ise şunu söyleyebilirim: Güne odaklanın. Bunu daha önce de söylemiştim. Hayat günlerden oluşur. Gününü nasıl geçiriyorsan o senin hayatındır. Büyüyünce ne olacaksın, diye sorarlar ya. Bence bu sorunun yanıtı hiç verilemiyor. Çünkü büyüme hiç bitmiyor. Ben sosyoloji bölümünü üniversite tercihlerimin en tepesine yazarken hayatımın tamamını belirleyecek bir karar verdiğimi sanıyordum. Bir bakıma öyleydi ama benim düşündüğüm gibi değil. Sosyolog olacaktım, sonra araştırmacı gazeteci, kenarda köşede kalmış insanların öykülerini yazacaktım. Hayalim buydu. Bu hayale tutunarak test çözüyordum, özel derslere, dershanelere tahammül ediyordum. Sonra o hayalin artık hayalim olmadığı bir dönem geldi. Yeni bir hayal kurdum. Dünyayı gezecektim. Blog yazıp, gezilerimi anlatacaktım. O hayale tutundum bu sefer. Onunla gezdim. Daha sonra yoga geldi. Sonra romanlar. Hayaller sürüyor. Hayaller değişiyor, dönüşüyor. Onlara tutunup bir vagondan diğerine geçiyoruz.

Galiba en çok şunu önermek isterim: Hayal kurmayı asla bırakmayın ve hayallerin peşinden koşmayı. Mutluluğu bulanlar hayalperestlerdir. Cesaret, hayallere inanmaktan geliyor. Yıldığınız zamanlarda size hayallerinizi hatırlatacak, sizin hayallerinize inanan iyi bir dost bulundurun yanınızda, yakınınızda. O elinizden tutup kaldırsın sizi düştüğünüzde. Çünkü hayallerin peşinde günleri işlemek cesaret ister, etrafınızı onlardan güç alacağınız insanlarla çevirin. Cesaretinizi kıranları arka saflara yollayın.


Bir söyleşinizde “Edebiyat, bir yandan bir zihin jimnastiği, öte yandan ötekini anlama yolunda çok önemli bir adım. Ben en çok roman okumayan insandan korkarım! Bir başkasının dünyasını nasıl anlar roman okumayan birisi?” diyorsunuz. Gençlerimize edebiyat dünyasında rehberlik edeceğini düşündüğünüz “10 kitaplık bir Defne Suman Seçkisi” sunabilir misiniz?

Elbette, seve seve.

Ayfer Tunç – Yeşil Peri Gecesi

Murat Gülsoy – Bu Filmin Kötü Adamı Benim

Arundhati Roy – Küçük Şeylerin Tanrısı

Tom Robbins – Parfümün Dansı

Haruki Murakami – Sahilde Kafka

Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken

Orhan Pamuk – Masumiyet Müzesi

Pınar Kür – Bir Cinayet Romanı

Leyla Erbil – Bir Tuhaf Kadın

Adalet Ağaoğlu – Ölmeye Yatmak

Yasal Uyarı: Her hakkı http://www.superergen.com’a ait olan özgün içerik, Fikir ve Sanat Eserleri ve Türk Ceza Kanunu kapsamında korunmaktadır. http://www.superergen.com adresine çalışır durumda link verilerek alıntı yapılabilir.

 

Bu Yazın Okuma Listesi

 

Sevgili dostum Ferhan İstanbullu ile buluştuk, yoga, yazı, kadınlık ve son romanım Yaz Sıcağı hakkında konuştuk. Söyleşimizi buradan okuyabilirsiniz.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ferhan-istanbullu/bu-yazin-okuma-listesi-40444207

Version 2

Να μη ξαναθρηνήσουμε τραγωδίες

9786180114508Η ιστορία μιας γυναίκας και μιας πόλης που χάθηκε για πάντα μέσα στη φωτιά. Σμύρνη, 1905. Στο «Μαργαριτάρι της Ανατολής», την πόλη αυτή της απαράμιλλης ομορφιάς και αρμονίας, καταφτάνει ο Αβινάς Πιλάι. Είναι Ινδός, αλλά αυτό δεν τον εμποδίζει να ερωτευτεί την Εντίτ, κόρη πλούσιας λεβαντίνικης οικογένειας. Οι δυο νέοι δε θα παντρευτούν ποτέ, και η Εντίτ θα φύγει για τη Γαλλία λίγο απροτού η Σμύρνη παραδοθεί στις φλόγες, φανερώνοντας στον αγαπημένο της ένα μυστικό που θα τη στοιχειώνει. Δεκαεπτά χρόνια αργότερα, μια νεαρή κοπέλα, Ελληνίδα χριστιανή, γίνεται μάρτυρας της σφαγής της οικογένειάς της καθώς τα κεμαλικά στρατεύματα μπαίνουν στη Σμύρνη. Ένας Τούρκος αξιωματικός τη σώζει, ωστόσο η κοπέλα δε θα μιλήσει ποτέ ξανά.Σμύρνη, 2005. Η εκατοντάχρονη Σεχραζάτ αποφασίζει να καταγράψει την ιστορία της. Και καθώς οι σελίδες γεμίζουν αναμνήσεις μιας ζωής, παλιά μυστικά θα έρθουν στο φως. Ένα μυθιστόρημα για μια πόλη και τους ανθρώπους της, που πέρασαν από το όνειρο και την ευτυχία στην απώλεια και την απόλυτη καταστροφή. Μια ιστορία που διαβάζεται σαν παραμύθι.

Μιλάμε με τη Δάφνη Σούμαν, συγγραφέα του βιβλίου Η Σιωπή της Σεχραζάτ, εκδόσεις Ψυχογιός.

Θα χαρακτηρίζατε ιστορικό το βιβλίο σας;

Η Σιωπή της Σεχραζάτ είναι ένα ιστορικό μυθιστόρημα αλλά τα ιστορικά γεγονότα αποτελούν απλώς το πλαίσιο.  Το μυθιστόρημα αφορά περισσότερο τους ανθρώπους, τα άτομα, την συμπεριφορά τους στον έρωτα, τον πόνο, τον πόλεμο και την μοιραία απώλεια και καταστροφή.  Η ιστορία ξεκινά τα τελευταία χρόνια της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας, συνεχίζεται στην ελληνική Σμύρνη και τελειώνει στο Ιζμίρ, που από το 1922 είναι τουρκική πόλη.  Περιέχει ένα στοιχείο «μαγικού ρεαλισμού»:  Η Σεχραζάτ, η αφηγήτρια, έχει ξεπεράσει τα εκατό.  Ζει σε μια μισοκατεστραμμένη έπαυλη στο Ιζμίρ και πιστεύει ότι ο θάνατος την ξέχασε.  Με εξαίρεση την εκατοντάχρονη Σεχραζάτ, η αφήγηση στο υπόλοιπο βιβλίο γίνεται με τρόπο ρεαλιστικό σε ένα υπόβαθρο ιστορικών γεγονότων.

Ένα παραμύθι από την ευτυχία στην καταστροφή;

Η ζωή στην Σμύρνη του 19ου αιώνα ήταν ωραία.  Η Σμύρνη ήταν το ακμαιότερο λιμάνι της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας.  Άνθρωποι διαφορετικών εθνοτήτων και θρησκευμάτων κατάφερναν να μοιράζονται μια αρμονική καθημερινότητα, ιστορικά σπάνια.  Καθολικοί και Ορθόδοξοι Χριστιανοί ζούσαν δίπλα-δίπλα με Εβραίους και Μωαμεθανούς.  Το πολιτιστικό και μορφωτικό επίπεδο ήταν πολύ υψηλό.  Υπήρχε έντονη δημόσια ζωή.  Άνδρες και γυναίκες συμμετείχαν πολύ πιο ελεύθερα από ό,τι σε άλλα μέρη της Αυτοκρατορίας. Ήταν κάτι σαν παράδεισος, όπου ακόμη και ο φτωχότερος άνθρωπος είχε ένα αποδεκτό σπίτι και μια αρκετά καλή ποιότητα ζωής.  Το βιβλίο μου ξεκινά σε μια τέτοια Σμύρνη και η ιστορία προχωρά ως την καταστροφή της πόλης και μετά από αυτήν.  Μπορεί να πει κανείς ότι περιγράφει το τέλος του κοσμοπολιτισμού και το πέρασμα στον εθνοκεντρισμό του 20ου αιώνα.

Σε ποιους απευθύνεται το βιβλίο σας;

Ελπίζω να απευθύνομαι σε αναγνώστες που αγαπούν την καλή λογοτεχνία!  Ελπίζω επίσης ότι αναγνώστες που ενδιαφέρονται για την ιστορία της Σμύρνης από μια διαφορετική σκοπιά θα βρουν κάποιο νόημα σ’ αυτό το βιβλίο.  Παρουσιάζω μια οπτική διαφορετική από την επίσημη ιστορία – τόσο την τουρκική όσο και την ελληνική.

Τι δεν πρέπει να επαναληφθεί να να μην ξαναθρηνήσουμε τέτοιες τραγωδίες;

Πιστεύω ότι στο προσωπικό επίπεδο υπάρχουν μερικά πράγματα που μπορούμε να κάνουμε.  Πρέπει πάντα να κοιτάμε προς τα έσω – προς την καρδιά μας – και να εξαλείψουμε τους σπόρους του μίσους.  Πρέπει να εστιάσουμε στα στοιχεία που μας ενώνουν ως ανθρώπους, ως κοινωνίες, και όχι σ’ αυτά που μας χωρίζουν.  Στην ενότητα υπάρχει πάντα δύναμη.  Πιστεύω επίσης ότι η αναγνώριση του πόνου που προξενήσαμε στο παρελθόν, και η συγχώρεση, θα μπορούσαν κάπως να αποτρέψουν την αποσύνδεση των ανθρώπων μεταξύ τους.

Κωνσταντινούπολη λατρεμένη πατρίδα;

Γεννήθηκα και μεγάλωσα στην Κωνσταντινούπολη.  Από πολύ νωρίς συνειδητοποίησα την μοναδική ομορφιά που με περιέβαλλε. Ταξίδεψα σε πολλά μέρη του κόσμου και η Κωνσταντινούπολη έχει αλλάξει από την εποχή της παιδικής μου ηλικίας, αλλά ακόμη και τώρα, όταν κοιτώ τα τουρκουάζ νερά του Βοσπόρου ή τον ήλιο να δύει πίσω από την Αγία Σοφία, βλέπω όλου του κόσμου την ομορφιά και για λίγο τα προβλήματά μου εξαφανίζονται.

Τι νοσταλγείτε από τα παιδικά σας χρόνια εκεί;

Μου λείπουν πολύ οι πλανόδιοι πωλητές τα καλοκαιρινά βραδάκια!  Όταν ήμουν παιδί ένα σωρό πλανόδιοι πωλητές περνούσαν από το δρόμο μας.  Το μόνο που χρειαζόσουν να κάνεις ήταν να κρεμάσεις ένα καλάθι από το παράθυρό σου και το γέμιζαν με ό,τι σου χρειαζόταν:  φρέσκο γιαούρτι, λαχανικά, φρούτα, παντόφλες, νυχτικά…Το βραδάκι, με το που έδυε ο ήλιος, τα παιδιά βγαίναμε και καβαλούσαμε τα ποδήλατά μας ή παίζαμε βώλους.  Ο παγωτατζής ερχόταν με το καρότσι του.  Ο καλύτερός του φίλος ήταν αυτός που πουλούσε πόπκορν, που κι αυτός εμφανιζόταν μετά τη δύση.  Έπρεπε να διαλέξουμε το ένα ή το άλλο – πόπκορν ή παγωτό.  Στεκόντουσαν πίσω από τα καρότσια τους όλο το βράδυ και κουβέντιαζαν όσο εμείς παίζαμε, μέχρι που οι μητέρες μας μάς φώναζαν να γυρίσουμε σπίτι για βραδινό.  Τότε ήταν που όλος ο δρόμος μύριζε κεφτέδες και τηγανητές πατάτες.  Πολύ μου λείπουν οι μυρωδιές και οι ήχοι από εκείνες τις καλοκαιρινές βραδιές.

Έλληνες και Τούρκοι, ίδια μοίρα στο χρόνο;

Αυτές οι δύο εθνότητες έζησαν κοντά η μια στην άλλη για πολλούς αιώνες.  Ιστορικά, ο διαχωρισμός τους είναι πολύ πρόσφατος.  Πιστεύω ότι και οι δύο πλευρές εξακολουθούν να βιώνουν το σοκ του διαχωρισμού αυτού.  Είναι ένα είδος πένθους.  Όταν πρόκειται για ολόκληρες κοινωνίες, είναι αναγκαίο να περάσουν μερικές γενιές για να συλλάβουν το μέγεθος της απώλειας, και αυτό είναι που συμβαίνει ακόμη, και στις δύο χώρες μας.  Η νέα γενιά Τούρκων και Ελλήνων εργάζονται πάνω σε πολλά αξιόλογα προγράμματα με σκοπό να γιάνουν τις πληγές του παρελθόντος.  Το βιβλίο μου, ελπίζω είναι ένα κομμάτι αυτής της γέφυρας.

Και συγγραφέας και καθηγήτρια γιόγκα;

Ναι, είμαι δασκάλα της Χάθα Γιόγκα.  Έχω σπουδάσει κοινωνιολογία στο Πανεπιστήμιο του Βοσπόρου και έκανα μεταπτυχιακά με θέμα τις γυναίκες στην δημόσια ζωή της Τουρκίας, που συνειδητοποίησαν την ισλαμιστική τους ταυτότητα.  Η Γιόγκα ήρθε στη ζωή μου αργότερα.  Η συγγραφή  ήρθε μετά την γιόγκα.  Παρ’ όλ’ αυτά βλέπω μια κοινή γραμμή που ενώνει αυτά τα τρία. Μια κλωστή που τα δένει, καλύτερα.  Και τα τρία θέματα εστιάζουν στην ανακάλυψη της δυναμικής που κρύβεται πίσω από την ορατή πραγματικότητα.  Αυτό που βρίσκω πως είναι κοινό και στα τρία είναι η συνεχής αναζήτηση του αυθεντικού Εαυτού – η περιέργεια για το τι κρύβεται πίσω από τις σκιές, είτε πρόκειται για μια κοινωνία, για ένα άτομο ή για μια ιστορία.

Είτε βραδιάζει είτε φέγγει μένει λευκό το γιασεμί;

Ναι.  Πιστεύω ότι το γιασεμί πάντα παραμένει λευκό.  Το βλέπω ως την ανθρώπινη καρδιά.  Όσο πόνο κι αν υπομείνει, η ανθρώπινη καρδιά πάντα διατηρεί την ικανότητά της να βλέπει και να αναγνωρίζει την αθωότητα του καθενός.

Δάφνη Σούμαν: «Για να μην ξαναθρηνήσουμε τέτοιες τραγωδίες»

Αναδημοσίευση από presspublica.gr
του ΓΙΩΡΓΟΥ ΚΙΟΥΣΗ 

 

H_SIWPH_THS_SEXRAZAT
Διαβάστε τώρα