Korona Günlerinde Ölüm üzerine

fullsizeoutput_11f8
Foto: Kokia Sparis

Gökteki yıldızların durumu iyice mi vahimleşti nedir, bizim burada durumlar büsbütün karardı.

Bey hastalandı. İki akşam önce gece diş ağrısıyla başlayan bir ateş tüm vücudunu sardı. İki gecedir hiç uyumadık. Sabah zar zor kalktı ama başını bile dik tutamıyordu, tekrar yatırdık. MS hastası olduğu için bedeninin yüzde 95’ini zaten kullanamıyor. Ateşlenince bir de hepten kaskatı kesiliyor, dizi kilitleniyor, parmakları içine kıvrılıp pençe oluyor, yatsa sağdan sola dönemiyor, otursa gövdesini, başını taşıyamıyor, dengesini kaybedip tekerlekli sandalyenin üzerinde oturduğu yerden yana devriliyor. Tuvalet, su içirmek, ilaç yutturmak, yemek yedirmek meşakatli işlere dönüşüyor. İyi ki annesi de bizde kalıyor da, beraber bakıyoruz, bacakların bir ucundan ben, omuzlardan o tutuyor, kaldırıp oturtuyoruz, yatırıyoruz. Zor günler.

Dün sabah ateşli uyanınca sizin gibi biz de korona mı diye telaşa kapıldık. Ama düşmeyen ateş haricinde COVD19 semptomları göstermiyor. Boğazı ağrımıyor, nefes darlığı çekmiyor, burnu bile akmıyor. Biz de hastaneye koşmadık. Zaten koronanın ateş sınırı 38,2ymiş. Bu sabah uyandığımızda Kokia’nın ateşi 38,4’e fırlamıştı gerçi ama hemen sonra indi. Bizim ikimizin de sağlıklı günlerde ateşimiz 35,5 derece civarında seyrediyor. Ben de ateşim 37dereceye çıksa, yatak döşek olurum. Hiç ayakta geçiremem ateşli hastalıkları. Ama muhtemelen pek çoğunuz, normal ateşinizin 2-3 derece üstündeki ateşle faaliyet gösterebiliyorsunuzdur. Bir çok tanıdığım 38 ateşle sokağa çıkar, yürür, ders verir. Ben 38 ateşle sadece sanrılar görürüm. Kokia da o durumda şimdi. Yatırdık. Gözlerini yumdu, kalas gibi uzandığı yerde sızdı.

Lütfen dualarınızı üzerimizden eksik etmeyin.

Biraz önce Kokia’nın başında otururken Rober Koptaş’ın yazısını okudum. Facebook’ta da paylaştım, o zaman da söyledim: Ülkenin kederini, kaderini kayıplarını, ruhunu  sağlam ve çok dokunaklı bir biçimde gözler önüne seren bir yazı. Buraya bağlantısını koyuyorum. Lütfen okuyun, okutun.

Yıllardır, romanlarımda ve edebiyat dışı kitaplarımda, yazılarımda tutulmamış yasların, dökülmemiş yaşların sonraki kuşaklarda nasıl bir çaresizlik, kopukluk ve delilik olarak ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Bu yazı da tam bu noktaya değiniyor.

“Öteki türlüsü, kuşaklar boyunca bizi huzursuz edecek, kuşaktan kuşağa aktarılacak, yarın bizi, öbür gün çocuklarımızı, daha öbür gün onların çocuklarını, onları çıldırtanın ne olduğunu bir türlü bilemedikleri çaresizliklere sürükleyecek bir delilik hali olacak.”

Bütün gün sayılar duyuyoruz. Türkiye’de kaç kişi ölmüş? Yunanistan’da? İtalya Çin’i geçmiş. ABD İtalya’yı da geçecekmiş. Her bir sayı bir can. (Çin büyükelçisinin konuşmasını çok şansa, İstanbul’da bindiğim bir  takside duymuştum. Onlar sayı değil can, demişti mükemmel Türkçesiyle) Her bir canın etrafına yayılmış, sevdikleri var. Aİlesi, dostları. Her birimiz bu evrende eşsiz ve çok kıymetli bir yer tutuyoruz. Birimiz kayıp gittiğinde onun yerinde doldurulamaz bir boşluk oluşuyor. Bir yakınını kaybetmiş herkes bu duyguyu bilir: Babamın ölerek hayatımda boşalltığı yeri kimse dolduramaz. Babam diye söylemiyorum. Büyük halam Saadet’in, nenemin, dedemin, kazalarda ölen Murat isimli iki arkadaşımın, intihar eden bir dostum ile bir eski sevgilimin yerini de başka dostlar, sevgililer, aşklar, akrabalar tutamaz. Herkes bu evrende biricik ve eşsiz bir yer işgal eder. O yeri terk-i diyar ettiğinde, o yer artık dolmaz. Boşluğa alışılır mutlaka. Çekilmiş bir dişin boşluğuna alışıldığı gibi, ama o yer dolmaz. Dolamaz. Çünkü o yer sadece bir kişiye aittir. (Bu yüzden derler ki bir kaç aylıkken ölen bebeklerin hemen sonrasında doğan ikinci bebekler kendi hayatlarını yaşıyor gibi hissedemezlermiş hiç. Yası tutulmamış bir kaybı yamamak için aileye gelmişiz hissinden kurtulamazlarmış.)

YAnımda kaskatı yatan eşime bakarken ya şimdi ölürse diye düşünüyorum. Bu düşünce bana yabancı değil. Hasta bir insanla beraber yaşadığınızda, ölüm sık sık mevzu bahis olur. Onu bakıcımızla bırakıp İstanbul’a derslerimi vermeye gittiğimde düşünmeden edemem: Ya bu kadın, banyoya sokarken bizim Bey’i düşürürse, başını çarparsa, ölürse? Ya bu kadar hareketsiz bir vücutta bu kalp artık dayanamayacağım der ve durursa? Ya bu, bir başkasına vız gelecek ateş iç organlarını harab eder bitirirse? Ölümü aramızda sık sık konuşuruz. Eşlerden birisi diğerinin ölümünü görecektir. Bunu kavramak çok zor da olsa, bu gerçektir. Kim kiminkini görecek acaba diye konuşuruz. Olasılık hesapları mantığımızın almadığı bir düzende  çalıştığına göre bu sorunun yanıtını asla bilemeyiz.

Ancak şunu biliyorum: İnsan yakınlarının ve kendinin ölümünü sık sık düşünmeli. Ölümsüz olduğumuza dair duyduğumuz tuhaf inanç, yanılsama, kibirli, kavgacı ve kıymet bilmez tarafımızı keskinleştiriyor. Kişisel, egosal sebeplerden, ben haklıydım, o haksızdı vs gibi petite kavgalardan arası açılan dostların, bir tanesinin ölüme yaklaşması anında nasıl da gerçeği kavradıklarını unutmayın. Gerçek sevgidir. Bunu, Atina Günlükleri’ne başladığımda yazmıştım. Yoganın bizim hoca tarafından verilen tanımında, yoga ruhu ruh olmayan her şeyden ayıklamaktır, denir. Hınçlar, kinler, gücenmeler, onlara tutunmazsanız gelir, giderler. Sevgi, ona tutunmazsanız bile kalır, onu fark edeceğiniz günü bekler.

Tüm kayıplarımın yasını doya doya çekmek isterim. İntihar eden eski sevgilimin cenazesine gitmedim diye bugün hâlâ dövünürüm. O yüzden midir nedir, bir türlü vedalaşamadım. Onunla ilgili bir şeyler yapmalı, belki bir öykü yazmalı, yazıya bir anıt dikmeliyim diye düşünür dururum. Oysa pek kimsenin bildiği bir sevgilim bile değilldi. Babamın cenazesine yetişmek benim için çok önemliydi. Tüm ritüelleri sonuna kadar yerine getirmek için takıntılı bir çaba sarfettiğimi biliyorum. Yine Rober Koptaş’ın yazısından bir alıntı yapacak olursam” “Buralarda da, başka yerlerde de, insan evladı ölümü en çok ritüellerle idrak eder. Bizimkiler kilisede kahve içip helva yer mesela. Sizler evlerde, sanki o an tek ihtiyaç yemekmiş gibi konu komşu, hısım akraba çorbaya kaşık sallarsınız. Ölüler gömülür, gözyaşları dökülür ve hayat sürer gider.”

Bugün korona virüsünün aldığı canların arkasından cenaze töreni yapılmıyor ve yakınlarına yas tutma hakkı tanınmıyorsa, evet Saroyan’ın dediği gibi “Birileri yazmalı. hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli.” Ben de bu minicik bloğumda yazarak ve birilerini belki de uyandırarak tarihten silinen, adları bilinmeden gömülen insanların hikayesinin, insanlığa geri kazandırılmasına katkıda bulunurum.

Bugünkü yazıyı yine Koptaş’la bitiriyorum:

“…neticede biz de insanlığın bir parçasıyız, benzer dertlere benzer dermanlar aramak muradındayız. Ölülerimizi gömmek, başlarında iki damla gözyaşı dökmek, onları hak ettikleri şekilde anmak da dermanın kendisi.”

Yarın yine yazarım….

Ben yazarken şunu dinledim, siz de okurken dinleyebilirsiniz.

 

 

 

 

Korona Günlerinde Atina 3

fullsizeoutput_4538
Berberde hipsterlar ile

Herkese tünaydın, diyerek başlamıştım bugünkü yazıya ama bitirmem bu saati bulduğu için herkese iyi akşamlar olarak devam ediyorum.

Bugün size bizim Bey’in berber dükkanından yazıyorum. Yazıyorum, değil, yazıyordum. Çünkü artık evdeyim. Bey on dört gündür evde kapalıydı. Bugün bir saatliğine sokağa çıkıp saçlarını kestirdi. Sonra hemen eve döndük. Zaten Little Tree and Books’un da dahil olduğu bir grup (epey kalabalık bir grup) kafe, restoran, bar, taverna, uzeri muzeri kapandı. (Okullar epeydir kapalı.)

Bugün benim doğumgünüm.

Belki de doğumgünlerimin en tuhafı. Belki de en güzeli. Bilemiyorum. Akşam koltuğa oturup balkon penceresinden akşamın renklerinin vurduğu ağaçları seyrettim. Manos Hadjidakis’in Gioconda’s Smile (Jokond’un Tebessümü) albümü çalıyordu. (Becerebilirsem buraya eklerim.) Sabahın erken saatlerinden beri telefonuma, emailime, sosyal medya hesaplarıma gelen yaşgünü mesajlarını okudum, elimden geldiğince herkese yanıt verdim. (Bazı emaillere hala yanıt yazamadım. Yazacağım, gücenmeyin) Telefonda konuştum. Dr. Svoboda’nın “Rahu çağında Korona virüsü” konuşmasını dinledim. Dün gece ben uyurken Gerçeği Yaşamak: Kısıtlamalarınızı Yakıp Kül Etmek kursumuza yedi dakikalık bir seans konmuş, online sınıfımız toplanmış, hocamız sakin olmamız konusunda bizi bir kez daha uyarmış. (bu konuya da birazdan geleceğim)

Ağaçların sadece tepelerinde kızıllık kaldı, gerisi gölgeye girdi. Kilisenin çanları çaldı. Çok uzun, uzun, uzun çaldı. Sordum: Bey, Bey bu çanlar ne için çalıyor böyle deli deli? Senin için ayarladım, dedi. Sonra dua başladı. Bizim evin önünde büyük bir park var, İzmir Kültür Park’a benzeyen bir park. İçinde iki tane kilise bulunuyor. Bir tanesi bize yakın. Papaz efendinin duasını evin içinde duyuyoruz. Uzun uzun dua edildi. Başka ne edilir ki? Ben de sabah yogamın sonunda uzun uzun dua ettim. Her yaş günümde olduğu gibi bu sene de sahip olduğum nimetler için şükrettim.

Nimetleri düşünürken (temiz suya erişimim var, yemeğim, barınağım, nispeten güvenli bir toprak parçasında yaşıyorum, internetimiz çalışıyor ve beni siz dostlara bağlıyor) aklıma Jose Saramago’nun Körlük romanı geldi. Hikaye, bilinmeyen bir zaman ve yerde aniden başlayan ve hızla yayılan körlük salgınıyla açılıyor. Herkes (doktorun karısı hariç) kör oluyor. Başta alınan önlemler, karantina filan hiç işe yaramıyor ve sonunda tüm şehri (belki dünyayı) ele geçiriyor. İşte o zaman ne su, ne yemek, ne güvenlik ne de insanlar arasında iletişim imkanı kalıyor. Çok iyi yazılmış, son derece mümkün bir felaket senaryosu… Filmi de var. İnsanın insanlıktan çıkmasının ne kolay olduğunu ve elimizdeki nimetlerin kıymetini anlamanın iyi bir yolu bu kitap.

Bir de film tavsiyem olacak. Eve kapandıysanız.. Akranlarımın aklına zaten gelmiştir. Gençler belki duymamıştır. Gişe rekorları filan kırmamıştı ama esaslı filmdi. Beni pek etkilemişti en azından. 1995 yapımı Oniki Maymun! Hatırlayanlar hatırladı değil mi? Brad Pitt bir deliyi oynuyordu. (Ve nasıl iyi oynuyordu, tüm film boyunca gözleri şaşı bakmıştı!) Şaşı bakışlı deli Brad Pitt elinde bir çanta taşıyordu hatırlarsanız… Çantanın içindeyse… İçindekileri şimdilik bir yana bırakalım. Çantayı nerede taşıyordu, ona gelelim. Çantayı dünyanın en işlek havalimanlarından birinde taşıyordu. Bir ara kamera, uçuşları gösteren panoya dönüyor ve orada Brad’in elindeki çantanın gideceği büyük şehirler bir bir yanıp sönüyordu. Londra, Pekin, Paris, Tokyo, Sydney, Rio, Santiago, Los Angeles, Mexico City… Anladınız? Deli Brad çantasının içinde insanlığın yüzde 80ini yok edecek bir virüs taşıyor ve bunu havalimanlarından yayıyordu. Virüs o işlek havalimanından yola çıktıktan sonra dünyaya son sürat yayılıyor ve dünya hayvanlara kalıyordu tekrar. (Deli Brad’in amacı  tam da bu!)

Bu kadar mı olur diyeceksiniz… Üşenmeyin izleyin.

Dr Svoboda’nın dün geceki konuşmasına gelince… Şunu söyledi. Gidişat gösteriyor ki dünya nüfusunun en azından yüzde 60’ı novel corona virüsünü kapacak. Ancak bu insanların sadece yüzde 5’inin durumu hastanede müdahale gerektirecek derecede ciddileşecek. Geri kalan evlerinde ağır ya da orta derecede ağırlıkta bir griple mücadele edecek. (Şunu biliyor musunuz? İstanbul kedilerinin yüzde 80i Feline Corona virüsü ile yaşıyorlar. Ve yaşıyorlar. Yıllarca. Bağışıklık sistemlerini güçlü tuttuğunuz sürece sağlıklı kedi sayılıyorlar.) Bu kriz sırasında sağlımızı bozacak, bağışıklığımızı düşürecek şeylerden birisi strese girmek. Kaygıyı büyütmek. Stres sindirim sistemini kilitleyen bir unsur. Hayvani organizma, stresi hayati tehlike olarak algılıyor ve kaçma (flight) moduna geçiyor. Kaçma modunda sindirim donuyor. Bağışıklık sisteminin bağırsakta yer aldığını artık en muhafazakar hekim bile kabul etti. Sİndirim donuca, bağırsak da donuyor, bağışıklık sistemi çalışmayı kesiyor.

O halde neymiş? Bilinçli bir şekilde stresi azaltmamız, sakinleşmemiz lazım. Sağlığımız için bunu yapmalıyız. Bu, her şeyi boş verin, atlayın bir vapura gezin ve dostlarınızla uzun sofraların etrafında buluşun anlamına gelmiyor. Herkesin, her birimizin, salgının yayılmaması için üzerine düşen görevleri var. Bugün İtalya’da yaşayan üç arkadaşımla konuştum. (Bir tanesi Milano’da, bebeği bu krizin ortasına doğdu.) ÜÇü de aynı şeyi söylediler, sizin şimdi olduğunuz aşamadayken bize evde oturun, çıkmayın bir yere dediklerinde dinleseydik, bu iş buralara varmazdı. Bugün İtalya’da sokakları polis tutuyor ve bakkal veya eczane dışında bir yere gidenleri evlerine geri gönderiyor. Evinizde oturun yani. Gerekmedikçe sokaklarda dolanmayın. Ellerinizi yıkayın. Bir daha yıkayın. Ve sakin kalın. Nefes alın. Nefes verin. Yoga yapın. Ekranları kapatın. Kedilerinizle oynayın. Çocuklarınızla oynayın. Sakinleşin. Sağlığımız bizden bunu istiyor. Yukarıdan talimat ve düzenleme beklemeden herkesin bireysel adımlar atacağı, insanlık namına kendi hayatının sorumluluğunu üstlenceği bir zaman bu.

Bu akşam aranızdan ayrılırken iki adet fotoğraf ekliyorum. Birincisi bu mektubuma başladığım sırada bizim Bey’in berber dükkanında çekildi. Diğeri de bizim evin önündeki parkta. Arkamdaki graffitide “zamanın efsaneleri” yazıyor. Kavafis, Garcia Lorca ve Camarón yan yana çizilmişler… Şiir okumak için de iyi bir zaman. Ben de bugün bir öğrencimin bana gönderdiği ve benim de çok sevdiğim, hatta websiteme koyduğum bir Nazım Hikmet ile bitireyim.

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesala,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derece, öylesine ki,
mesala, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
bembeyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesala, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.

NAZIM HİKMET

IMG_1593

https://music.youtube.com/watch?v=LNg5KKiI9HI&list=OLAK5uy_kthl_9jY-oy1wVB78riLLEjW69NSQ1yyE

 

 

 

 

Korona Günlerinde Aşk/ Atina Günlükleri 1/İkinci Tur

11 Mart 2020

Atina

Sevgili Okurlar,

Atina’ya, size ve günlüklere geri döndüm. Neredeyse iki haftadır yazmıyorum. Bu süre zarfında İstanbul’daydım. Biliyorsunuz. İstanbul’a her gidişimde yaptığım işlerin dışında bu sefer yeni bir kursa da başladım. Dr. Robert Svoboda’nın düzenlediği Gerçeğinizi Yaşamak ve Kısıtlamaları Yakıp Kül Etmek olarak tercüme edebileceğim, 5 haftalık bir online kurs. Dünyanın her yerinden kırk dört öğrencinin katıldığı bir sanga. (sanga: manevi  bilgi -ve onu aktaran bir hoca- etrafında buluşan cemaat) Dersler Cumartesi akşamları İstanbul saatiyle 23.30da başlıyor ve iki saat sürüyor. Ben yoga dersimden önce kendi yogamı da mutlaka yapmak istediğim için sabahları genelde 5 gibi uyanmak zorundayım. Uykumdan çalacağını bile bile ilk dersin sonuna kadar oturdum. Bilgi Dr. Svoboda’dan akıyor, akıyor, internetin nadilerinden (nadi: yogada kanal/nehir) bizlere varıyor, oradan yeni kollara ayrılıp yolunu yapıyordu. 3 saatlik uykumdan uyanıp da elli kişilik Temeller sınıfımın karşısına geçtiğimde tam böyle hissettim. Dersimi çalışmama, öğrencilerim için hazırlanmama gerek yoktu. Ben sadece kendi yogamı yapmalı, yüce güçlere önümdeki engelleri kaldırması ve ulu bilgiye vasıta olarak beni seçmesi için dua etmeliydim. Gerisi geliyordu. Geldi. Bilginin etrafında benim sangam birbirine kenetlendi.

Bu kurs beş hafta sürecek ve bu beş hafta boyunca sadece Dr. Svoboda’nın derslerini dinlemekle kalmıyoruz. Ödevlerimiz var. Bağımlısı olduğumuz (onun deyimiyle bizi ele geçiren) bir maddeden bir hafta uzak kalmak (simit? kahve? domates? hâlâ seçemediğim için bu ödevimi henüz yapamadım. :), hocanın sorularını yanıtlamak, günlük yazmak, saatte bir durup, her ne yapıyorsak ara verip soluk alıp vermek gibi…. Ayrıca bir tavsiye: Bu beş haftayı, nerede olursanız olun inziva gibi yaşayın. Sağlıklı beslenin, iyi uyuyun, yoganızı aksatmayın, sizi zehirleyen iç ve dış unsurlardan uzaklaşın, Netflix’i askıya alın ve sosyal medya hesaplarınızı beş haftalığına kapatın. Nasıl da muazzam bir zamanlama! Şimdi, bu dönemde sosyal medya kapatılır mı demeyin. Tam da şimdi kapatılır. Peki ama korona? Peki ama sınıra sıkışan mülteciler? Savaş? Ateşkes? Yas? Van’daki deprem? İnanın hepsinden haberiniz oluyor. Bir adım atacağınız varsa atıyorsunuz. Hem de daha sakin, daha merkezde bir  yerden atıyorsunuz o adımı. Sosyal medya çorbasına herkes her düşüncesini ve her duygusunu -çok afedersiniz- kusuyor. Kustukça da rahatlıyor ve bu rahatlamayı bir şey yapmış olmanın rahatlamasıyla karıştırıp günlük hayata devam ediyor. Sosyal medyaya post girmek, yorum yazmak, birilerini linç, diğerlerini yüzbin kere layk etmekle insan bir şey yapmış olmuyor. Aksine Kali Yuga’nın (yogada içinde bulunduğumuz kafa karışıklığı ve felaketler çağı) karmaşasına hizmet ediyor. Yalnızlığı da gidermiyor. Yüzlerce insan layk etse de ekranın diğer yanında tek başınayız. Bu gerçek değişmiyor.

Bizim hocamızın bir sözü vardır: Ne gerekiyorsa yapınız. Ne eksik, ne fazla. Tastamam gerektiği kadar.

Korona günlerinde bu söz sık sık aklıma geliyor. Saatlerce korona virüsü hakkında yazılanları okumak ve muhtelif spekülasyonu yaymak yapılması gereken şey değil. Yapılması gereken: sık sık elleri yıkamak, öpüşmemek, sarılmamak, asansör düğmelerine dokunmamak, yüzümüze, burnumuza, gözümüze (7+2 deliğimize) elimizi değdirmemek, yemeğimizi pişirmek, suyumuzu kaynatmak, hastalıktan şüphe ediyorsak evimizden çıkmamak. Ne eksik, ne fazla. Bunların dışındaki eylemlerimiz global bir pandemic olarak yayılan paniğe katkı sağlayacaktır.

Şunu unutmayın:

Dikkatinizi neye verirseniz o büyür, güçlenir. Dikkatinizi virüse değil, bağışıklık sisteminize verin. Prana (can) ve Manas (zihin) aynı nehirde yüzen iki balık gibidir. Biri nereye gidersen öteki de onu izler. Canınızı sağlığa yöneltin.

Yine bizim hocanın sözlerinden:

Yoga ruhu ruh olmayan her şeyden ayırmaktır.

Korona günleri bu ayrımı yapmayı kolaylaştırır. Ruh nedir? Sankya’da Puruşa. Kalıcı olan. Ölümsüz olan. Evrensel ilkeyi içinde barındıran. Şahitlik eden. Ruh olmayan nedir? Prakriti. Değişen, evrilen, doğan ve ölen. Nefes, vücut, dünya, güneş sistemi, samayolu, para, evler, arabalar, şan, şöhret, başarı, yenilgi, korku, kaygı, sevinç ve tüm duygular, düşünceler, parlak fikirler, not so parlak fikirler, tutku, arzu, haz… Ruhu ruhtan ayırmak, kalıcıyı geçiciden, sevgiyi kuşkudan, güveni kaygıdan ayırmak, ayıklamak demektir. Yogada bahsedilen hakikat budur. Dikkatiniz hangisini büyütüyor? Ruhu mu geçici olanı mı?

Ben elimdeki kalıcı olan şeylere bakmayı seçiyorum. Ruhun tekamülüne de inanıyorum. Bu hayat burada bitecekse bir yerde, bir zamanda bir yenisi başlayacaktır. Kalıcı olanla bir sonraki turda buluşuruz elbet.

tayland kasim 2005 007Benim hayatımda neredeyse kırk senedir değişmeyen, ruhumu her daim besleyen biri var. Bugün de onun doğumgünü. Ruh kardeşim, ikiz kardeşim, yeğenimin annesi, en yakın dostum Yasemin. Hayatımdaki her şey bitse de, gitse de, sahip olduklarımın tamamını ve hatta ortak anılarımızın barındığı hafızamı bile yitirsem yanımda duracağını bildiğim bir insan. Mühim olan dostluktur. Gün dostlukları ve iyiliği hatırlama günüdür. Dikkati iyiye yönelttiğimizde iyilik büyür. Kavga değil. Yasemin benim için iyiliktir. Beraber yaptığımız pek çok şeyden hayat için anlamlı parçalar doğmuştur. Tayland’daki evimi terk etme vakti geldiğinde Yasemin’i çağırmıştım. Tek başına altında kalkamayacağım yüktü. Beraber evi topladık, kutuladık, kapattık. Bir sonraki adımı atmam doğrusuydu ama korku, kuşku, ayıp olacak, kalpler kırılacak gibi kaygılardan tek başıma çıkamıyordum. Serinkanlı Yasemin elimden tuttu, Tayland’dan beraber çıktık. Bu fotoğraf da o zamanda çekilmiş. İkizimin doğumgününü kutlamak için buraya ekliyorum. İyi ki doğdun canım benim.

Son olarak: Atina günlüklerinin on yedincisinin altına bırakılmış bir okur yorumuna yanıt vermek isterim ki bu yorum epeydir aklımı yoruyordu. (Demek ki sahiden içimde bir yere dokunmuş.) Okurum beni sorumluluklarımdan kaçmakla ve günümü güzel geçirmekten başka bir düşünceyle iştigal etmemekle suçluyordu. Sorumluluklarımdan kaçtığımı neye dayanarak söylemiş olduğunu bilmiyorum. Burada her sabah yüzde 90 bedensel engelli bir kocanın günlük bakımı  için neler yaptığımı tek tek saymamayayım. Bilenler biliyor. Şuna takılıyorum. Bir erkek yazar, romanını, kitabını, öyküsünü, bloğunu yazmak için engelli karısını evde, yardımcıya bırakıp çıksa ve bir kafede yazılarını yazsa zannetmiyorum ki kimse onu sorumluluklarından kaçmakla suçlamaz. Hele ki o erkek yazar sabahtan öğlene kadar engelli eşini tuvalete taşısa, yıkasa, giydirse, kahvaltısını hazırlasa, akşam taksiye bindirip gezmeye götürse, gece kucaklayıp yatağa taşısa hiç kimse ona öğleden sonrasını yazarak geçiriyor ve bunu başarabilmek için de evet sırtına yüklenmesi muhtemel işleri geri çeviriyor ya da başkalarına dağıtıyor diye hiç ama hiç sorumluluklarından kaçıyor diye suçlamaz, aksine alkışlar. Sayın kadın okurum bu yorumu yazarken ayrımcılık yaptığının farkında değildir, muhakkak. Buradan hatırlatmak isterim.

Gününü güzel geçirmeye çalışma meselesine gelince… Hayat günlerden oluşur. Hayatı güzel geçirmeye çalışmak, sadece keyif peşinde koşmak değildir. Benim için hayatı güzelleştiren şey dostluk ve yoga kadar edebiyattır. Hayatımı bu güzelliklere yer açacak şekilde düzenlemek bence benim insanlığa borcumdur. Bu bakımdan evet, haklısınız, günümü güzel geçirmekten başka bir şey düşünmüyorum. Güzel bir gün anlamlı edimlerle dolu bir gündür. İnsanlığın ihtiyacı olan da anlamlı edimlerle işlenmiş zamandır.

Sonunda ise yazılarımda bıkkınlık sezdiğini eklemiş. Buna bir şey diyemeyeceğim. Bazen gerçekten bıkıyorum.

Sizden değil, kendimi anlatma çabasından.

Günlükler devam edecek. Hatta kalın. Bugünlük bu kadar.

Hava nefis ve sokaklar, metrolar bomboş. Prakriti tüm cazibesiyle dansını sürdürüyor, biz de ömrümüzü yettikçe ona eşlik edeceğiz. Daha ne edelim?

 

 

 

Atina Günlükleri 7

18 Şubat 2020

Atina

IMG_1485
Little Tree and Books – Tartışmasız en sevgili kahvem

Sevgili Günlük okurları,

Bugün çok güzel bir gün olarak başladı ve son bir kaç saate kadar da öyle sürdü. Hatta ben bu bloğa yazmaya başladığımda ümitli ve sevinçliydim. Osman Kavala, Yiğit Aksakoğlu ve tüm dostlarımızın Gezi davasından beraat ettiklerinin haberini almıştım. Bu müjde telefonuma mesaj olarak düştüğünde ben bakkalın önünde bisikletimi çözüyordum. O anda sadece bisikletin değil, içimin de zincirleri boşaldı ve ağlamaya başladım. Demek adaletsizlik ve iyiliğin böyle hunharca katledilmesi çabası içimde koca bir yumruymuş.

Sonra hevesimiz kursağımızda kaldı. Beraat kararı çıkmış ama Osman Kavala salınmayacakmış. Bu haberin doğru olmadığını umarak  Arundathi Roy’un yazısını hatırlıyorum.  Özellikle de şu cümlesini:

“Birçoğumuz “Başka bir dünya mümkün”ün hayalini kurarken, bu adamlar da aynı şeyin hayalini kuruyorlar. Ve onların rüyası –bizim kabusumuz– ne yazık ki gerçekleşmek üzere.” (Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz)

Sonra eve koştum ve müjdeyi Bey’e, o sırada bizim evde buluna kayınvalideme ve hatta bugün iş başı yapan yeni bakıcımıza vermek istedim. Verdim de. Ama sevincimi paylaşamadılar. Paylaşamazlar. Bu da yabancı bir damada varmanın dayanılmaz hafifliği. Neyse ki Facebook var ve herşeye rağmen iyi ki var! İnstagrama dudak büküp, twitter’dan şaşmasak da Facebook bunların arasında en samimi mecra olarak yerini buldu mu ne? Benim Facebook’da bir bayram havası ki sormayın! Sevincimiz katlanarak çoğalsın dilerdim. Hala da diliyorum.

Bizim domestik cephede de haberler iyi. Yeni bakıcımız, biz yaşlarda, akıllı bir kadın. Sabah 9’da geldi, öğleden sonra üçe kadar kaldı. Hızlı öğreniyor. Bugün ben demo yaptım, o seyretti. Ortalığı toplayıp temizledi. Temizlik tekniği dersinde kaynanamdan geçer not aldı. Beraber kahvaltı ettik. Bey’i kaldırdık, yıkadık, giydirdik. Kedilerle oynadık. Ancak o gittiğinde ben çok yorulmuştum. Yükselen duygulardan sersemlemiş bi biçimde, saat 4 gibi yediğimiz erken akşam yemeğimizden sonra kanepeye uzandım, alarmı 24 dakikaya kurdum (24 dakika=1 gatika=yoga bir zaman birimi). O gatika boyunca sanıtım hayatımın ennn derin uykusunu uyudum. 24 dakika sonra alarm çalarken nerede olduğumu, neden uyandığımı filan uzun süre hatırlayamadım. Kara deliğe düşmüşüm sanki. Nihayet ayaklandığımda gördüm ki kediler ve Bey de derin bir uykunun kucağına düşmüşler. Artık yıldızlara ne olduysa o sırada….

Çantamı hazırlayıp evden çıktığımda saat 5 buçuk olmuştu. Bugün Atina’nın toplu taşıma araçları genel greve girdi. Metro, otobüs, troleybüs, tramvay hiç biri çalışmıyor. Sabah trafik felçti, herkes arabasını almış çıkmış tabii. AMa akşam 5 buçukta ortalık süt liman. Belki de millet korkup erkenden evine döndü, bilmiyorum. Kolaylıkla bir taksi bulup Little TRee and Books’a geldim. Badem sütlü kakaomu içerken Salman Rushdie’nin yeni kitabu Quichotte’tan bir kaç sayfa okudum. Kitap çok iyi. Ursula le Quin demiş ki Rushdie bizim Şehrazat’ımızdır. Katılıyorum sevgili Ursula’ya. Rushdie bizim Şehrazat’ımız. Bir hikayeden diğerine kayar gibi geçiyorsun ve her biri hayalinde yıllarca yaşıyor. Bu işte ustalık.

Bir kaç sayfa okuduktan sonra baktım, kendi öyküme başlamak için sabırsızlanıyorum. Pansiyonda geçen öykü. Ne vapur, ne tren, ne otogar. Sorry. AMa biliyorum siz heveslendiniz. Siz yazın o öyküleri. Ben pansiyona başladım. Öykünün veya ilk bölümün adı Eylül Konukları. 1000 kelime yazdım. Aktı gitti. Yarın biraz şekil veririm bu ilk 1000 kelimeye. Şimdilik üst üste yığdığım çamur gibi. Yarın bıçakla gireceğim. Biraz da yeni bölüm yazarım.

Gece çöktü artık. Eve dönme vakti. Bu saatlere kadar sokakta kaldığım görülmüş şey değildir ama bugün özel bir gündü. Öyle sürmesi dileğimle…

Hepinize sevgiler.

 

Atina Günlükleri 6

17 Şubat 2020

Atina

Sevgili Günlükzadeler,

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Trende

Altıncı günümüze geldik. Bugün her şey ağır başladı. Belki dün dışarı çıkıp fazlaca sosyalleştiğimiz için bir türlü uyanamadık. Uyandıktan sonra da hayata hızlıca atılamadık. İkinci yatak odamız bir takım inşaatlar yüzünden toz altındaydı. Onu temizledik. Kahvaltı ettik. Giyindik. Ben Gezi davalarıyla ilgili yazıları okurken iyice ağırlaştım. Öğleden sonra bisikletime atlayıp sokağa çıktım. Size ve kendime söz verdiğim öyküye başlayamayacağımı hissediyordum. Bunca adaletsizlik varken, ne öyküsü diyordum. Dİyordum ama yine de çayımı sipariş edip de bir kahvenin masasına oturduğumda bu hayatta bana başka bir yol sunulmamış olduğunu anladım. Defterimi açıp bir iki not aldım. Tren, vapur, otogar? Notlar alıyordum. Bir tren yolculuğunun bende uyandırdığı hisler ve anılar… Ankara, Mavi Tren, yataklı… Bir defasında ODTÜ sosyoloji konferansına gidiyorduk, Boğaziçi Sosyoloji lisans ve yüksek lisans öğrencileri. Yemekli vagonda yemiş, içmiş, memleketi kurtarmış, biraz daha yemiş, içmiş çok gülmüştük. Dışarıda kar yağıyordu. Boğazlı kazaklar giyiyorduk ve yanılmıyorsam yemekli vagonda sigara içiliyordu. Bir ara başımı çevirip dışarı bakmıştım. Bembeyaz karla kaplı bozkır, süt gibi bir geceye karışıyordu. İçim huzur ve mutlulukla dolmuştu. ODTÜ’ye bildiri sunmaya gidiyorduk. Güzel günler bizi bekliyordu ve ODTÜ’nün yakışıklı sosyologları. Neden sonra trenin hiç yerinden kımıldamadığını fark etmiştim. Meğer saatlerdir aynı yerde duruyormuşuz. Fatih eksperesi arıza yapmış! Ankara’ya saatler sonra varmıştık.

Başka trenler? Bangkok-Nong Khai arasını defalarca gidip geldim. O da yataklı trendir. AMa bizim Mavi Tren gibi değil, tüm vagon beraber uyunur. Yatakhane gibi. Ortada ince uzun bir koridor. İstasyonlarda durdukça pirinç patlağı satan genç kızları o ince koridorda yürürler. Sabah uyanınca, Nong Khai yönünde gidiyorsanız fosforlu yeşil pirinç tarlalarına doğan güneşi seyrederseniz.

Veya Hindistan’da, Delhi’den Rişikeş’e giderken bindiğim bir trende, yer ayırmadığım için ayakta kalmıştım. Tüm tren halkı pek dert etmişti, yerlere oturmama katiyen izin vermemişlerdi. Sonunda Astrolog bir yaşlı amcayla, teyze oturdukları tahta sırada bana da bir yer açıp, beni aralarına almışlardı. Kumbmela’ya gidiyorlardı. 4 yılda bir yapılan ve milyonlarda Hindu’nun katıldığı bir hacdır Kumbmela. O sene (2004) benim trenin gittiği yönde bir yerde yapılıyordu sanırım, pek çok kişi hac yolcusuydu. Ben Rişikeş’te dokuz çocuklu bir kadının peşinden trenden atlamış, onların peşinde Ram Jula köprüsünü geçmiştim.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Nong Khai yolunda trenden bir görüntü

Otogar ve vapurla ilgili notları da döktüm önüme ve sonunda ne vapur, ne tren ne de otogar bir pansiyon hikayesi belirmeye başladı hayalimde. Yaz sonu pansiyon. Buna ben bir ara başlamıştım ama şimdi yeni bir çerçevede, yeni bir teknikle yazmayı düşündüm. Size söz verdiğim üzere bir saat çiziktirdim. Aklımdaki hikayeyi farklı karakterlere anlattırdım. 5N1K haritasını çıkarttım. Karakterlerin isimlerine karar verdim. Kurguyu kabaca hazırladım. İlk paragrafı yazdım. Yarın devam.

Demek ki neymiş? Memleketin iç karartan haberleriyle ağırlaşıp da edebiyattan, yazıdan, yaşamdan vazgeçmek yok. Üstelik 10 yıllık sosyoloji eğitimimin ve 15 yıllık yoga kozmolojisi çalışmalarımın bana verdiği yetkiye dayanarak şunu da söylebilirim ki gezegenin ve kainatın şu anda vardığı noktada bizim memleketimiz adaletsizliğin ve kötülüğün tek adresi değil. Aksine tüm dünyanın izlediği bir trend var, bizimki de o yolda gidiyor. Ne diyor sevgili Leonard Cohen? Get ready for future. It is murder. Bunu hatırlamak içimizi rahatlatıyor mu? Yüreğimizi hafifletiyor mu? Hayır ama yalnız olmadığımızı hatırlıyoruz. Ben de edebiyat annem diye bağrıma bastığım Arundhati Roy’un bir konuşmasını hatırladım bu yazıya başlamadan. Şöyle diyordu:

Edebiyat bizim sığınağımız. O yüzden ona ihtiyacımız var.

Ben bir adım daha ileri götüreceğim. Sadece sığınağımız değil, kurtuluşumız da edebiyatta saklı… İnsanlığı bize hatırlattığı için.

Nasıl gidiyor tren, vapur, otogar öyküleri? Yoksa sizinki de hedefi şaşırdı, kendi yoluna gidiyor mu? Öyle ise nereye gidiyor? Bana yazın.

Sevgilerimle,

Defne

Not: Arundathi Roy’un yazısını buraya koyuyorum.

Not 2: Bir dostum günlüklerden öyle etkilenmiş ki atlamış Atina’ya gelmiş! Bu akşam Bey ile onu yemeğe çıkarıyoruz. Bisiklete atlayıp eve dönmeliyim şimdi.

Not 3. Eski fotoğraflar arasında Nong Khai treninden bir tane bulursam buraya ekleyeceğim.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Tayland’da yataklı tren

 

 

YAŞAMAK GÖREVDİR YANGIN YERİNDE

Uğur Mumcu

kucaklıyor beni metin altıok
aldırma diyor gülerek
yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak

Ataol Behramoğlu-Yangın Yeri

 “Metin Altıok Şiirlerinden Parçalar” diye bir albüm var. I-tunes müzik beğeneceğimi düşünerek bana sundu. O günden beri başka bir şey dinlemiyorum.

Dinlerken içim eziliyor. İçimin ezilmesini seviyorum. Hissediyorum. Yitirdiklerimi. Bu ülkenin benden aldıklarını. Metin Altıok onlardan biri. Doğru dürüst tanıyamadan, şiirleri ile haşır neşir olamadan Madımak Oteli’nde yanıp kül olan şairlerimizden. Üstelik çocukluk arkadaşım Zeynep’in babası. Üstelik otelden canlı çıkabildiği halde, katlimandan bir hafta sonra öldüğü için ölümüne umut karışan, umut karıştığı için ölümü iyice içimizi kavuran…

Şiirlerini bilmiyorsanız bu albümü dinleyin. Sizin de içiniz ezilecek. Tutulmamış yasların yaşları az da olsa dökülecek belki.

Sivas katliamı sırasında ben on dokuz yaşındaydım. Madımak otelinde canice öldürülen insanların kimisi benim o yaşımdan da gençti. Ertesi gün gazete yaşlarını okurken gözlerime inanamamıştım. Ölenlerin bir tanesi on iki yaşında bir çocuktu. Onyedi, on sekiz yaşındaki  şairler ve  Pir Sultan Abdal Şenliklerine bir heves gitmiş şiir sevdalılarıydı onlar.

Şimdi Metin Altıok’un öldürüldüğü yaşına bakıyorum: 43. Benim şimdiki yaşım. İçim sızlıyor. Tıpkı bir çeyrek asır önce yaşıtlarımın da o otelde katledildiklerini öğrendiğimde yandığı gibi yanıyor içim. Çünkü kırk üç yaş öyle taze, öyle genç bir yaş ki aslında. Hayatın keyfinin henüz yeni yeni çıkmaya başladığı bir yaş. Gençlik hırslarından ve körlüğünden sıyrılıp yaşam denen o olağanüstü güzellikteki zamanın tadına varılan bir yaş. Öncelikler tartısının  iyiden, dostluktan, aileden, yaratıcılıktan yana eğildiği, insanın denize, yıldızlı göklere, eşinin yüzüne bakıp da yaşamak güzel şey be kardeşim*, dediği yaş. Metin Altıok’un varoluşun en ince, en nefis ifadelerinden biri olan şiir için gittiği bir şenlikte kırk üç yaşında katledilmesi ne kadar acı.

Tuttuk mu biz bunun yasını? Onun ve diğer otuz beş kişinin?

O zaman da düşünmüştüm. Hâlâ da düşünürüm. Sivas katliamı bu ülkede şiir seven, şiire gönül vermiş herkese karşı gerçekleştirilmiş bir cinayetti. Yazarlığı hayal ettiğim o yaşımda geleceğimin katledildiğini hissetmiştim. Şiir demek incelik demektir, ince ruh, anlayış, geniş ufuklar, korku ve kabalığın yerini sevgi ve derinliğin alması demektir. O otelde yananlar biraz da bu değerler ve bu değerleri yücelten insanların tamamıydı.

Yangın hâlâ devam ediyor. Önüne geçeni yutan alevler canları ala ala ülkeyi sarıyor.

Ama şairin söylediği gibi:

Yaşamak görevdir yangın yerinde/ yaşamak insan kalarak… **

Bugün Uğur Mumcu’nun katledişinin de yirmi beşinci yılı. Ben o zaman da on dokuz yaşındaydım. Uğur Mumcu’nun köşesi, Cumhuriyet gazetesini elime alır almaz ilk göz attığım yerdi. Tanımazdım ama aileden biri gibi yakın hissederdim kendimi ona. Gazeteci olmak istiyordum. Tam da onun gibi. Araştırmacı gazeteci. Gerçekleri ortaya çıkartan gazeteci.

Uğur Mumcu sabah evinden çıktı. Arabasının kapısını açtı. Ve bomba patladı.

Uğur Mumcu öldüğü sırada kırk bir yaşındaydı. 41. Sadece 41.

Ben hemen Ankara’ya gittim. Kaldırımdaki kan izini silmişlerdi. Bombanın patladığı yere yıllarca kırmızı karanfiller bıraktık. Karanfillerden bir dağ yaptık.

O bomba Uğur Mumcu’y ve benim gazetecilik hayallerimi öldürdü. Gerçeğin peşinde koşmanın bedeli çok ağırdı ülkemde. Ben yaşamak istiyordum.

Tuttum mu yasını?

Yoksa yuttum mu?

Unuttum mu?

(Asla)

Sizin de unutmamız dileğiyle….

https://itunes.apple.com/us/album/yang%C4%B1n-yeri/900621794?i=900623958

Screen Shot 2018-01-24 at 2.05.01 PM.png

*Nazım Hikmet’in çok güzel bir romanının adıdır.

** Ataol Behramoğlu’nun Yangın Yeri adlı şiiri.

Ne Heyecanlı Çocuklardık Biz!

 

2011_5_Greece_Turkey_-991
Foto: Aisha Harley

Cumartesi, 15:24, Portland, OR, ABD.

Bunaltmayan ama hangi mevsimde olduğumuza da hatırlatacak kadar sıcak güneş ışınları yaprakların arasından süzülüp yola düşüyordu.Geçtiğim sokaklarda kimsecikler yok. Evler, ağaçlar, çiçekler, yapraklar arasından süzülen ışık. O kadar. Tek hareket ben, bisikletim ve gölgemizden ibaretti. Spotify’dan müzik dinleyerek ilerliyordum. Joan Baez’in yorumu Brothers in Arms çalmaya başladı.

Birden yüreğim sıkıştı.

Zamanında, Joan Baez’e fanatik derecesinde hayranlık duyduğum 14-17 yaş dönemimde bu parça benim için fazla bir önem taşımıyordu. Başka bir grubun bestesi olduğunu biliyordum. 1988 senesinde çıkan Recently albümümün ilk parçasıydı. “Recently”  ise satın aldığım ilk Joan Baez kasediydi. Konserden hemen sonra almıştım. Sonra da elimde kasedimle taş merdivenlerden aşağı uçarak, kulis kapısına dayanmış ve kasedimi imzalatmayı başarmıştım. Çok muhtemel eve dönüp kasedimi teybe koyduğumda duyduğum ilk parça Brothers in Arms idi.

Şimdi dünyanın hâlâ cennet kadar güzel kalmayı bir parçasında, güneş tenimde, kuvvet bacaklarımda, kulaklıklar kulağımda zamanın içinden süzülüp geçerken heyecan ve hüzün arası bir duygu geldi yüreğime oturdu.

Heyecan eskidendi. Hüzün ise şimdiden.

Biz ne heyecanlı çocuklardık! Açık Hava tiyatrosunu ana babalarımızla doldurur, hep bir ağızdan “We Shall Overcome” söylerken nasıl da bütün, nasıl da inançlı, nasıl da umutluyduk. Haydi, bizi bırakalım. Ben heyecanlıydım. Karanlık günler geride kalıyordu. Ben karanlık günlerin karanlığını anlayarak değil sadece sezerek yaşamıştım. Çünkü çocuktum. Çocuklar anlamadıkları şeylerden korkarlar ve korkulacak bir şey varsa onu keskin sezgileriyle de bilirler. (Annemle babam ben yedi yaşaındayken trafik kazası geçirmişlerdi. Arabadaki herkes gibi onlar da hastanelik olmuş, ameliyatlar geçirmiş, günlerce hastanede kalmışlardı ve bana bakan babaanne, nene, hala, dede grubu bunu benden saklamışlardı. Beni korumak için tabii. Ama ben hayatımda o dönemki kadar çok korktuğumu hatırlamıyorum. Bilginin içeriği ne kadar korkunç olursa olsun o bilgiyi çocuktan saklamak kadar korkunç olamaz- çocuğun içinde)

12 Eylül ve ülkenin sonraki yıllarda girdiği dönemin karanlık, işkenceli, sürgünlü, kaçmalı, sıkı yönetimli, gece sokağa çıkma yasaklı, pencereye yaklaşma, o kasetleri sakın sokakta dinleme, bu kitapları yakalım, bunları küvette boğalım, onu da almışlar, bunu da götürmüşler fısıltıları ile bilinçaltıma dolan korku dalgaları 1988’deki Joan Baez konserinden ilk defa çözülüyor, ilk defa korkunun yerini umudun alabileceği fikri yüreğimde açıyordu. Tabii ben bunları anlayacak yaşta değildim. Yüreğimde çok güçlü bir heyecan duyuyordum, o kadar. Dünyaya geliş nedenimi ve insanlık içindeki yerimi bulmuş gibi bir his.

Üstelik yalnız değildim. O yıldızlı güzelim 15 Temmuz gecesi (29 sene önce bugün- Spotify’ınbulutam da bugün çalmak için bana Brothers in Arms’ı seçmesi  bir tesadüf mü yoksa Tanrının göz kırpması mı? ) Açık Hava Tiyatrosu’nu yedi bin kişi doldurmuştu, (Önceki gece ve sonraki gece de. İstanbul konserleri üç gece üst üsteydi.) İki gün sonra Ankara Hipodrom konseri bir gecede elli bin kişiyle açık bize fark atacak ve Ankara’ya gitmediğim için kahrımdan ağlayacaktım.

Biz hepimiz, yedi binler, on binler, elli binler, milyonlar biz hepimiz heyecanlıydık. Joan Baez “Şimdi sesimi duvarların dışında kalanlara ve duvarların içine tıkılanlara yolluyorum” diyordu. Çıt çıkarmadan dinliyorduk ki sesi gitsin o duvarların ardına. Herkesin bir teyzesi, bir uzak amcası, bir sevdiği duvarların ardındaydı hâlâ. Ama biz çocukluğumuza musallat bir karabasandan kurtuluyorduk. Biz, bir araya geliyorduk. Taksim meydanındaki Bulutsuz Özlemi konserinde Acil Demokrasi diye bağırıyorduk mesela. Elden ele “Haziran’da Ölmek Zor Berivan” kasedi dolanıyordu, yasakmış, korsanmış, aman ortalık yerde çalmayın diye diye. Şebnem İşigüzel yaşıtımızdı. Hanene Ay Doğacak kitabının sansürlü satırları siyah bantla kapatılmıştı. İnadına gidip kitabı alıyor, satırları örten siyah bantların ardındaki hikayeyi sınır tanımaz hayal gücümüzle tamamlıyorduk.

Doğduğumuzdan beri ismini duyduğumuz, yazılarını okumasak bile ismini duya duya büyüdüğümüz, bir uzak akrabamız gibi sevip, yakınlık duyduğumuz Uğur Mumcu katledildiğinde hep birden, ülkeyi kucaklayan koca bir ağ gibi sokaklara döküldük, yağmura, kışa, çamura aldırmadan omuz omuza yürüdük. Döktüğümüz gözyaşı içtendi. Bir amcamız ölmüş, öldürülmüştü. Biz karnında korkuyla büyüyen çocuklardık. Onu karnımıza geri koymalarına izin vermeyecektik. Islak saçlarımızla üzgün ama yine de heyecanlıydık.

Zülfü Livaneli yeniden sahneye çıkıyordu ve biz yumruğumuzu yıldızlı gökyüzüne kaldırdıp defalarca, hiç doymamacasına, hiç susmamamcasına “Ey Özgürlük!” diye bağırabiliyorduk çünkü. Bağırdığımızla kalmayıp, üniversitelerde türban yasaklanınca kampüs kapılarında türbanlı arkadaşlarımızla beraber bekliyorduk. Erkek arkadaşlarımız başlarına türban takıp da yasağı protesto edince hep beraber gülüyorduk. Gençtik, umutlu, heyecanlıydık. Hepimiz özgürlüğe inanıyorduk. Her insan dileğidiğince yaşayabilmeliydi. Onurlu, adil, eşit bir düzende…

Elbette, bize gözdağı veriyordu birileri. Koca bir sistem. Koca bir düzen. Aziz Nesin’i gözümüzün önünde yakmak istiyordu mesela. Şairleri, yazarları, dostlarımızın babalarını yakıyordu da. Ekran karşsında donup kalıyorduk. Hayır doğru olmasın, diye dua ediyorduk. Bizim Zeynep’in babası olmasın… Yanlış duymuş olayım. Pınar Selek’in harcanmış hayatı bize verilmiş koca bir gözdağıydı. Sincan’dan tanklar geçiyordu güpegündüz. Türbanların yerine peruk takmak zorunda bırakılıyordu sınıf arkadaşlarımız. Fahişelere tecavüz eden daha az cezalandırılsın diyordu başkaları. Karşı apartmandaki üniversite öğrencisi kızlar saçlarından sürüklenerk evlerinden alınırken kayda geçirelim diye isimlerini bağırıyorlardı. Balkonlarda donup kaldığımızda, en azından öldürülmediler, diye içimizden geçiriyorduk. Yargısız inhaz kulaktan kulağa fısıldanan sözcüklerden biriydi.

Tüm gözdağına rağmen direniyorduk.

Joan Baez her yıl geliyordu. Biz her yıl biraz daha büyüyorduk. Saat 21:00’de ışıkları açıp kapatıyor, komşularla selamlaşıp gülüşüyor, tencere tava vurarak pencerelere çıkıyor, o da kesmezse elektro gitarlarla balkonda konser veriyorduk. Derin devlet, mafya, faşist bağlantılarına tahammül etmeyeceğimizi dünya aleme duyurmak için hep beraberdik. “Bir ülkenin bodrum katında kirli bir savaş varmış,” diye Teoman’la beraber söylerken çocukluğumuzdaki karanlık korkuyu anımsatan bir şeyler kasılıyordu karnımızda. Bize anlatılmayan karanlık bir sır vardı bir yerlerde. Onu da yeneceğimize inanıyorduk. Tünelin ucunda muhakkak ışık vardı.

İşte bir anda, bir tanecik “Brothers in Arms” ile bunların hepsi doluşuverdi aklıma. Birden üzerinde çalışmaya başladığım yeni romanımın gençliğe ve umuda yazılmış bir ağıt olduğunu kavradım. Her ikisini de yitirdik. Biz. Yedi binler, elli binler, milyonlar. Bir zamanlar omuz omuza şarkı söyleyen bizler. Her birimiz ağıdımızı kendi başımıza yakabiliriz şimdi. Ağıdı yakılmayan kayıplar çünkü hayalet gibi hayatlarımızın üzerinde gezinir çünkü, musallat olurlar. Bize. Ve sonraki kuşaklara.

 

Not: Tüm kayıplara ve ağıtlara rağmen yaşama sevincim eskisi kadar güçlü benim. Joan Baez’in bana 29 yıl önce yazdığı mektubunda söylediği gibi “hiç bir şey için çok geç değil ve  hâlâ yapılacak dünya kadar işimiz var.”

Şimdi sizi gidemediğim için çok ağladığım Ankara konseri görüntüleriyle baş başa bırakıyorum.

 

 

 

 

 

 

Gilead Gelecek mi?

(Bu yazının orijinali 11 Nisan 2017 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Aisha Harley‘nin fotoğraflarıyla şimdi İnsanlık Hali’nde.)

Aisha_Marathonas_2017_4Margaret Atwood’un ünlü ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü ilk okuduğumda hikâyenin ne ile ilgili olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Dünyanın uzak bir köşesinde, Laos dağlarının arasına sıkışmış bir vadide kaldığım pansiyonda elime geçmişti kitap. Sırtımda ufak çantamla Asya’yı geziyordum. Yanıma fazladan tişört, ayakkabı ya da normal boy diş macunu alamadığım gibi kitap taşıma lüksüm de yoktu. Neyse ki gezgin rotalarına kurulmuş pansiyonlarda derme çatma da olsa daima bir kitaplığa rastlıyordunuz ve raflarından istediğinizi alıp, sırtınızdaki kitabı oraya bırakabiliyordunuz.
‘Damızlık Kız’ da elime böyle geçti. O uzak köyde karşıma çıkınca eski bir dostla karşılaşmış gibi sevindim. Atwood’un pek çok kitabını okumuştum. Tozlu, virajlı yollarda, üstü açık kamyonetlerde, tavuklarla, keçilerle, annelerinin kucağıma bıraktığı bebeklerle yolculuk etmekten yorulmuştum. Dağ tepe gezmeye hiç niyetim yoktu. Zaten kaldığım köyün fosforlu yeşile çalan pirinç tarlalarında Vietnam savaşından kalma mayınlar döşeliydi hâlâ. ‘Damızlık Kızı’ kolumun altına kıstırıp Mekong nehrine nazır hamaklardan birine uzandım. İlk sayfayı çevirdim.

Bence şanslıydım. Şanslıydım çünkü ‘Damızlık Kızın Öyküsü’ hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Prensipten çok sabırsızlıktan arka kapak okuma huyum da yoktur. Kapak tasarımına bile ancak kitabın ortalarına geldiğimde dikkat ederim. O akşamüstü de sevdiğim bir yazarın kurduğu dünyaya balıklama dalmanın telaşı içinde ne kitabın ismine, ne de ön yüzündeki kırmızı pelerinli, kukuletalı kadına  dikkat etmişim. Hâl böyle olunca ilk bölümü bitirmeden şaşkınlığa düştüm. Bu hikaye nerede, ne zamanda geçiyordu? Fredinki (orijinalinde Offred) diye anılan anlatıcı karakterimiz tam olarak hangi işlevle o evde bulunuyordu? Dünyaya ne olmuştu?

Evet bence çok şanslıydım. Çünkü sorularımın cevaplarını perde perde açılan ustaca kurguda buluyordum. Kısa sürede güneş dağların ardında yitti gitti, sivrisinekler taarruza geçti, hamaktan kalkıp odama girdim. Akşamları sadece iki saat çalışan jeneratör tavandan sarkan çıplak ampullere elektrik gönderdi. Sonra o da bitti. Ben mum ışığında okumayı sürdürdüm. Kurgu en sevdiğim cinstendi. Baştan hiç bir şey anlamıyorsun. Bir zaman dilimine, dünya üzerinde bir coğrafyaya, bir kadının hayatına ortasından giriveriyorsun. Anlatıcı senin kafandaki karışıklığı düzeltmek için çaba sarf etmiyor. Kendi zihin ve zaman akışı içinde kâh gününü, kâh maziden bir anıyı anlatıyor. Okur da anlatan kadar çaba göstermek zorunda bu yapbozun parçalarını yerine koymak için. Ve sonunda işte yazarın ustalığı orada kendini gösteriyor ve bir tek yönü bile aksamayan, okurun kafasındaki her bir sorunun cevabı verilmiş bir biçimde hikâye sona bağlanıyor.

‘Damızlık Kız’ı aklınızda hikâye sona bağlanıyor mu, yoksa aslında her şey o sonda mı başlıyor, Fredinki bu hikayeyi nereden, hangi zamanda ve kime anlatıyor, yazar bu konuda bizim ne düşünmemizi istemiş gibi sorularla bitiriyorsunuz. Kitap sadece hikayenin içeriğini değil, metnin oluşma hikâyesini de düşünmeye davet ediyor. Bu açıdan metakurmacasal bir tarafı da var. Ama ben o genç yaşımda, dağların arasına sıkışmış bir Laos köyünde, mum ışığında bitirdiğim romanı yastığımın yanına bırakıp yatağıma sırt üstü uzandığımda bunları düşünmüyordum.

Aisha_Marathonas_2017_1

Tüm kadınlar bir erkeğin…

Ben Gilead Cumhuriyeti’ni düşünüyordum. ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nün geçtiği teokratik diktatörlük ülkesini… Yakın gelecekte bir zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde toplumsal düzeni tepetaklak eden bir askeri darbe yapılmış. Hristiyan püritenlerin idareyi ele geçirdiği o günden sonra da evlilik dışı ilişki yaşayanlar, boşanmışlar, feministler, Yahudiler ve hatta Katolikler bile yeni düzen tarafından yutulup yok edilmeye başlanmış. Gilead’ın yeni toplumsal yapısı ve egemen ideolojisi elbette kadınların görünürlüğü üzerinden düzenleniyor. Ülkede yaşayan tüm kadınlar bir erkeğe ait sayılıyor. Anlatıcımız gibi bir erkeğe çocuk versin diye damızlık kız olarak görevlendirilmiş kadınların isimleri bile yok. Hangi erkeğin ‘damızlığı’ ise o erkeğin isminden türemiş bir isimle çağrılıyor. Hane halkının başı Fred ise damızlık kızın ismi Fredinki mesela. (Kitabın orijinalinde Offred- ki burada Atwood her zamanki sözcük oyunlarına başvurmadan edemiyor. Offred bir bakışta bize sunulmuş, adanmış, anlamlarına gelen ‘offered’ kelimesini de hatırlattığından.)

Pansiyondan ayrılırken kitabı Laos dağları arasına sıkışmış o küçük vadide bıraktım, bir sonraki okuru için ama Fredinki ve içinde yaşadığı dünya benimle dünyayı gezmeye devam etti. Orwell’in ‘1984’ünü okurken ilk defa hissettiğim ama “Bize olmaz öyle şey canım” diye diye bilincimin gerisine attığım o kaygı, bir kadın anlatıcın ağzından aktarıldığında, giydiğini, çıkardığını, bakışını, oda perdesinin aralığını devamlı olarak bir suçluluk çerçevesi içinde düşünmek zorunda kalmanın aşina çilesini ucundan tanıyınca yüreğimi ele geçirmişti.

Aisha_Marathonas_2017_3Gilead gelecek miydi?
Tozlu virajlı yollarda, üstü açık kamyonetlerde bir ülkeden diğerine geçerken kendi kendime bunu soruyordum.
Gilead gelecek miydi? Ben kadın başıma, sırtımda bir çanta ile ülkeden ülkeye hoplaya zıplaya dolaştığım, “Bana bir oda lütfen” diye pansiyon lobilerine, evime girer gibi girdiğim şu zamanlardaki özgürlüğümü hayretle anacak, belki de Fredinki’nin geçmişi hatırlarken sık sık başına geldiği üzere bu kadar özgürlük hikâyesi karşısında belleğimin beni yanılttığına kanaat getirecek miydim?

O zaman daha 20. yüzyıldaydık. Sonraki yüzyıl özgürlüklerimizi güvenlik adına kendi ellerimizle teslim ettiğimiz, özel hayatımızı eşi benzeri tarihte görülmemiş bir açıklıkta dünya aleme ilan ettiğimiz bir sahne ile açıldı. Telefon numaralarımız, ev adreslerimiz, bir gün içinde girip çıktığımız tüm mekânlar meraklısı için bir tık ötedeydi artık. Gilead’ın ‘gözleri’, ‘1984’ün ‘Büyük Birader’i gibi her anımızı, her adımımız izler oldu ama ne Atwood’un ne de Orwell’in aklına gelen ayrıntı, o gözlere bizzat kendi irademizle açılacağımızdı. Eh, boşuna dememişler edebiyat asla hayat kadar şaşırtıcı olamaz diye!

‘Vay be ne özgürmüşüz!’
‘Damızlık Kızın Öyküsü’nü yirmi yıl sonra bu defa Türkçe çevirisinden okudum. (Sevinç Altınçekiç ile Özcan Kabakçıoğlu’nun tercümesi insana çeviri bir metin okuduğunu unutturtacak kadar iyi.) Gilead gelecek mi, artık aklımda bir soru değildi. Gilead şüphesiz gelecekti. Gilead geleceğimizdi. Atwood bunu –ironiye bakın ki- 1984 yılında görmüş, geleceği ince ince kurmuştu.
Gilead gelecek ise oradan maziye bakıp da “Vay be ne özgürmüş” diyeceğimiz günler de tam bu günler olmuyor mu? İnterneti cebimizde taşıyoruz, istediğimize mesaj yazıyor, merak ettiğimiz bilgiye çok da zorlanmadan ulaşıyoruz. Bize dayatılan doğrunun dışında da gerçekler bulunabileceğine dair bir kuşku duyabiliyor, kuşkunun peşinden gidip farklı kaynakları araştırabiliyoruz. Savaşlar, kadına şiddet, terörizm, vize gereklilikleri derken gezegende fütursuzca gezeceğimiz alanlar azalsa da az buçuk zorlanarak bir çoğumuz hâlâ ülkeden çıkıp, sonra geri dönebiliyoruz. Âşık olabiliyor, âşık olduğumuz insanla bir hayat hayal edebiliyoruz hâlâ.
Gilead’ın insanları bunları yapamıyor.
Geleceği düşündükçe ben bugünden şikayet etmeyi bırakıyor, eriyip giden özgürlüklerime daha sıkı sarılıyorum. Gilead günlerinde çünkü gerçeğin bize dayatılan tek doğru olmadığını hatırlamamız ve onu bilmeyenlere hatırlatmamız için bugüne tanıklık etmiş olmamız önemli.
Çok önemli.

Aisha_Marathonas_2017_2