
Üniversite son sınıftaydım. Seçmeli ders olarak felsefe bölümünden Epistemoloji almıştım. Dersi Arda Denkel veriyordu. Ben Arda Denkel’e bayılıyordum. Felsefeye de bayılıyordum. Önceki sene de seçmeli olarak aldığım Felsefeye Giriş dersinden AA ile geçmiştim. Felsefe olayını kıvırdığıma inanıyordum. Zaten dedem de koskoca felsefe profesörüydü.
İlk vizeye kadar her şey tıkırında gitti. Her derse giriyordum. Bir şeyi bildiğimi nereden biliyorum temalı epistemolojik problemlerin hepsini analitik mantık araçlarıyla çözüyordum. Vize de iyi geçmişti. Bir problemin sonunda o şeyi bildiğim değil, bilmediğim (yanlış) sonucunu çıkartmıştım ama hoca gidiş yolundan puan vermişti, notum iyiydi.
Epistemoloji gibi adı bile insanı korkutan bir dersi seçmeli olarak alan bir tek ben vardım sınıfta. Sınıfın geri kalanı felsefe bölümü öğrencilerinden oluşuyordu. Epistemoloji ikinci sınıfların zorunlu dersiydi.
Vizeden sonra bir gün hocamız geldi ve bize projelerimizin nasıl gittiğini sordu. Benim haricimde herkes ağzında bir şeyler geveledi. Ben kibirli kibirli en ön sırada oturduğum için ne projesi diye bile soramadım. Meğer kapağını dahi kaldırmadığım ders kitabımızın içindeki metinlerden birinin analizini yapacakmışız, ya da öyle bir şey. Bakın, bugün bile proje ödevin ne olduğunu hatırlamıyorum. Hatırlamıyorum çünkü hiç öğrenmedim. Tenezzül bile etmedim. Onun yerine şöyle dedim kendi kendime:
- Ben bu dersi seçmeli alıyorum.
2. Ben sosyoloji bölümünde okuyorum.
3. Ben dördüncü sınıf öğrencisiyim. Artık beni mezun edecek bu okul.
Vizede yaptığım hatayı burada da yaparak bu üç önermeden yanlış bir sonuç çıkartmayı başardım.
Sonuç: Benim bu proje ödevi yapmama gerek yok.
Ve fakat vize kağıdında bana gidiş yolundan puan veren hocam bu defa salt vardığım sonuca baktı ve bana mesafeli bir sesle hayır dedi.
“Hayır Defne. Ödevi haftaya salı bekliyorum. Herkesinkini beklediğim gibi.”
Ben ayaklarımın geri geri sınıftan çıkarken ne düşünüyordum? Öyle olsun hocam! Alacağınız olsun hocam. Ben ki şu koskoca üniversitede kimselerin adını bile telaffuz edemediği dersinizi bilerek, isteyerek, seçmeli alıyorum, siz bana sıradan bir Felsefe Bölümü ikinci sınıf öğrencisi muamelesi çekiyorsunuz. Aşk olsun hocam.
Aklımda bu cümleleri evire çevire Temel Bilimler binasından çıktım, steplerden aşağı indim. Orta Kantin’den patatesli börek ve çay aldım. Bahar gelmişti. Ceketimi çimenlere serdim. Oturdum. Yasemin ile Ayşe derslerinden çıkıp geldiler. “Felsefeyi bıraktım,” dedim. Hadi ya, dediler. Konu kapandı. Dışarıdan. İçeride ise ben Arda Hoca’nın not teslimi sırasında benim adımın yanına koyacağı (koymak zorunda kalacağı) F’i işaretlerken çekeceği vicdan azabını düşünüp öfkemi dindirmeye çalıştım. Ama kararım kesindi. Böreğimden ısırdığım her bir parçayı yüz defa çiğnemeye çalışırken kararımdan vazgeçemeyeceğimi biliyordum.
Hocanın bana işaret ettiği yöne gideceğime, ben hocayı bırakacaktım.
Epistemolojiyi bıraktım. Transkriptime koskoca bir F işlendi.
Arda hoca bir kaç yıl sonra beyin tümöründen öldü.
Ben bana çok şey katmış bu hocamı o son dönem ödevi konuşmasından sonra bir daha görmedim.
Pişmanlığını bu güne kadar yüreğimde taşıdım.
*
Yoganın başında, ortasında ve sonunda daima ve daima hocalarımız bizi zihin oyunları hakkında uyarırlar. Zihin oyunları bizim kendi başımıza kolaylıkla göreceğimiz direnç veya öz-sabotaj gibi bir şey değildir. Zihin oyunu, adını üzerinde, kendi kurnaz kafamızın bize oynadığı bir oyundur. Evet, bu geleneğin ilkeleri böyle, bu kursta şu şekilde hareket edeceğiz, böyle bir durum olduğunda hocamı haberdar edeceğim diye verdiğimiz kararların ve sözlerin zihin tarafından ve zihince son derece makul sebeplerle ihlal edilmesidir.
Zihin oyunları, sınırları bilgisine güvendiğimiz bir rehber tarafından çizilmiş bir dairenin dışına çıkmanın bir defalık okey olduğunu söyleyen sestir. Veya herkes dairenin içinde kalırken senin istisna olduğunu düşünmendir. Bu oyunları hepimizin zihni oynar. Bu durum çok özel, der. Hoca hepimize dairenin içinde durmamızı söyledi ama bilseydi benim halimi muhakkak ki dışarı çıkmamı hoş (hatta haklı) görürdü. Bu varsayıma dayanıp rehbere danışmadan insanın kafasının dikine gitmesine hocalarımız zihin oyunları derler.
Ve bizi uyarırlar:
Zihnin oyunlarına gelmeyin.
*
Zihin oyunları bir yoga sınıfinda kolaylıkla gözlemlenebilir. Çok basit bir kaç talimat verirsiniz:
- Ben hareketleri gösterirken lütfen siz yapmayın, dikkatle izleyin.
- Derslerin tamamına gelin. Devamsızlık etmeyin.
- Regl olduğunuz günlerde arkaya oturup dersi seyredin.
- Regl öncesinde ve sonrasinda bir iki gün udiyana banda, mayurasana yapmayın.
- Bir yeriniz incindiyse derse katılmayın, arkada oturup izleyin. İncinen yerinize dokunmadığını sandığınız hareketleri dahi yapmayın.
- Beraber kaldığımız bir kampta isek yemek rutinini bozmayın.
- Öğrendiğimiz bir asanayı gösterdiğim şekilde yapamıyorsanız yeni yöntemler icat etmeyin.
Bu talimatlar hocayı memnun etmek adına verilmez. Bunlar öğrencinin incinmemesi, sınıfın ritminin bozulmaması, geleneğin doğru aktarılması için gereklidir. Ancak tuhaf olan bu kadar basit talimatlara bile muhakkak uymayan bir iki kişi çıkar. Çünkü zihin, bu talimat benim için değil ki, der size. Siz fark etmezsiniz bile. Herkes pür dikkat hocayı dinlerken yanınızdaki arkadaşınızın kulağına eğilip bir espri patlatabilirsiniz. Sen o pür dikkat dinleyen güruhtan farklısın. Zihin öyle der. Onlar talimatları yerine getirirler, sizin vardır bir mazeretiniz. İşte o mazeretin adıdır zihin oyunları.
Bir önceki gün arkada regl olan kadınlar köşesinde (kırmızı çadır) oturan bir öğrencinize bir bakarsınız mayurasana’ya kalmaya çabalamaktır. Telaşınızı çaktırmamaya çalışarak “Ne yapıyorsun filanca” diye seslenirsiniz durduğunuz yerden. A, benim bitti ama der. Yahu, dün daha arkada oturacak kadar kanıyordun? Biz kadın değil miyiz, bilmez miyiz bu kanın evrelerini? Damla damla reglin bitişini? “Ya, ama ben rahatsızlık duymuyorum,” diye yanıtlar zihin oyunları ve öğrenci.
Geleneğe güven ve saygı o noktada zihin oyunları tarafından tuzla buz edilir. Geleneğin ve onu aktarmaya gönül vermiş, sizin de güvenerek derslerine gittiğiniz rehberin karşısında zihninizi koyarsınız. Eğer zihin, hocanın geleneği sürdürmek konusundaki ısrarını beğenmezse sonunda çeker gidersiniz. Ta ki bir kez daha aynı duvara toslayana kadar.
Yoga, düşünce kalıpları kadar davranışları da değiştirme niyetini taşır. Bir rehberin varlığı da bu yüzden çok önemlidir. İnsan kendini en çok kısıtlayan davranışlarını veya huylarını tek başına göremez. Kör noktasına düşer. İyi bir eş, ana-baba, açık sözlü bir dost da bunları size söyleyebilir. Hoşunuza gitmez belki. İtiraz edersiniz ve aslında öyle olmadığınıza karşınızdakini ikna etmeye girişirsiniz. Hocanızla ilişkiniz benzer bir hal alır. Kendini açıklama paragrafları sürer de sürer. Tema hep aynıdır: Sen (siz) beni yanlış anladın(ız). Ben aslında şöyle bir insanım.
Hayatımdaki en büyük dönüşümü kendimi hocama açıklamaya çalışmayı bırakıp, onun söylediği şeyde acaba doğruluk payı var mı diye düşünmeye başladığımda yaşadım. Beraber geçirdiğimiz yıllar içinde hocam bana çok şey söyledi. Mesela, ilgi meraklısısın dedi. Ciddiyetsizsin. Dikbaşlısın. Bir defa sınıfın içinde kükreyerek yalancısın diye bağırdı. O gün onun yolundan ayrılmayı ilk defa ciddi ciddi düşündüm. Ama sonra, ya öyleysem dedim? Ya ben yalancı, ilgi meraklısı, ciddiyetsiz ve dik başlı isem? Ve bunları görmüyorsam? Değilim diye inat etmek bana acı vereceğine göre bir de diğer pencereden bakayım kendime.
O zaman işte değişmeye başladım. Hocaya kızıp da beni hiç anlamadı, demekle bir yere gidemeyeceğimi her nasılsa anlamıştım. O günden beri beni hangi konuda uyarırsa ben ortada ne büyük bir yanlış anlama bulunduğunu anlatmak yerine olabilir, diyorum. Ben şimdi bir süre kendimi izleyeyim. Hocama güveniyorum çünkü. Beni incitmeyeceğini biliyorum. Hoşuma gitmeyeceğini bile bile kör noktama düşen bir tarafımı işaret ettiğinde benim iyiliğimi istediğini de biliyorum.
Biliyorum çünkü ben de hocayım. Öğrencilerimi sahipleniyorum. Seviyorum. Büyümeleri, gelişmeleri, mutluluğu, özgürlüğü, hayallerini onlardan çalan zihin oyunlarına gelmemeleri için deliler gibi çabalıyorum. Genç bir hoca olduğum için belki biraz çok çabalıyorum. Daha kolay hayal kırıklığına uğruyorum. Daha çabuk heyecanlanıyorum. Yıllar içinde sakinleşeceğim.
Öğrenciyle hoca belli bir süreyi (diyelim bir yıl) beraber yoga ekseninde geçirdikten sonra hoca artık o öğrencinin kör noktasına düşen davranışlarını tıpkı vücudundaki tıkanıkları görür gibi görüyor. Ayak bileklerinin esnek olmayışını bir bakışta anladığımız gibi bir öğrencinin tembelliğini de fark ediyoruz. Kuyruk sokumunda, sakrumda prana akmadığını vücut gösteriyor veya omuzların sıkışıklığını. Aynı şekilde başkasının onayına duyulan ihtiyacı veya inatçı karakteri ve obsesif/agresif tarafları da vücut, duruş, bakışlar, sorular ve tavırlar gösteriyor. Görüyoruz. Bu nihayetinde bizim işimiz. Hocamız bizi bunları görelim diye yetiştiriyor.
Öğrenciler ayak bileklerinin yeterince esnek olmadığını nispeten daha kolay kabulleniyorlar da iş onlara karakterlerindeki inadı, açgözlülüğü, tembelliği göstermeye gelince kulaklarını tıkıyorlar. Muhakkak bir yanlış anlama olmalı. Sanki vücut değişir, karakter değişmez. Sanki zihin ve beden arasında büyük bir fark var. Sanki ben onları ayak bilekleri esnek olsalar da severim ama inatçılık ederlerse silerim.
Oysa ben zihnin de vücut gibi yogaya yanıt verdiğini, düzenli çalışıldığı takdirde her ikisinin de yumuşayıp dönüştüğünü, tıkanıkların çözüldüğünü biliyorum. Ha, inat ha ayak bileği aslında.
Beni onları yanlış tanıdığıma ikna edemeyenlerin bir kısmı ayaklarını geri geri sürüyerek sınıftan çıkıyor ve bir daha da dönmüyorlar. Kim bilir belki de bir bardak çay, bir de patatesli börek alıp benimle çalışmayı bıraktıklarını söylüyorlardır arkadaşlarına. Benim onların yerinde açılan boşluğu gördüğümde içimin cız edeceğini düşünerek.
Benim içim gerçekten de cız ediyor. Hazır olmadığı halde, hoşlanmadığı bir şeyi duyduğu için giden her öğrencinin ardından açılan boşlukta. Ama terk edilmenin acısı değil bu. Yoganın derinine inmek için öğrencimin karşısına çıkan altın fırsatı kaçırmış olduğunu bilmenin cızı. Bir yerlerde yeniden başlayıp yine aynı duvara çarpınca beni hatırlayacağını ve belki de gururundan geri dönemeyeceğini bilmenin cızı.
Tıpkı rahmetli Arda Denkel hocamı düşünürken duyduğum cız gibi bir şey.
İnsan kendi üzerinde düşünmeye başladıkça etrafta ki herkes kızdığın yada sevdiğin yönlerinle seni yansıtmaya başlıyor.Ben tam da böyle bir evreden geciyorum,gerçekten sizin de ifade ettiğiniz gibi durup dinledikçe, matruşka bebekleri gibi ha bire içinden bir sürü şey çıkıyor ama çıktıkça küçülerek daha sevimli bir hale gelerek!İnsanı daha da kendine yaklaştıran,samimileştiren bir hale dönüşüyor .Sizin yazınızla bendeki halin tanımı daha netleşti “zihin oyunları”
Teşekkürler,iyi bayramlar💕
Yazılarıniz dikkatimi çekiyor .Ilgiyle okuyorum .Bir kitabınizi almak istiyorum desem bana hangisini tavsiye edersiniz? Düşünce yapımı daha çok geliştirmek için ..Kırılmamak. .Uzulmemek için ..
Sevgili Defne,
bana üzerinde düşünmek ve kendimi daha iyi tanımak için malzeme verdi bu yazı. Çok teşekkür ederim. Kendi özdeğersizliğimi, çoğu kere başkalarını “yetersiz” olarak etiketleyip yardım istememe davranışı ile maskelediğimi fark etmemi sağladı.
Bayıldım bu yazıya. Herkes kendini bulur mu bilemem ama ben şahsen kendimi buldum 🙂 İşte o ayak bileklerinin esnek olmadığını kabul edip zihninin esnek olmadığını assssla kabul etmeyen şahsiyetlerden biri olarak, birine her kendimi “hayır bak vallaha öyle değil!” diye açıklamaya çalıştığımda (umarım) seni ve bu yazının anafikrini hatırlayacağım!
– Candan iPad’imden gönderildi
İnsanlık Hali şunları yazdı (15 Haz 2018 18:30):
> >
Şu aralar eşim bana hocalık yapıyormuş ta, ben farkında değilmişim. Hoşumuza gitmeyen taraflarımızı duyunca nasıl da hemen küsüyoruz , ve evet çok değerli bir dönüşüm fırsatını kaçırıyoruz. Sağol Defne, bu yazıyı bugün okumam tesadüf değil. Bir gün tanışabilmek dileğiyle.
Hangi düşünce, ” zihin oyunu” hangisi gerçek fikrimiz bunu nasıl ayırt edeceğiz? Her zaman kural dışı, sıra dışı olan, fikirler midir?
Hocalarımız o aşamada bize ayna tutuyorlar işte. Tek başımıza, hele hele en başta, kör noktamıza düşen oyunlarımızı göremeyiz. Bir diğerinin aynasında ancak.
Genelde, ben de inatlaşırım. Hoca destek kullan der, kullanmam. Vücudunun sınırlarını zorlama der, zorlarım. Alternatif hareker önerir oralı olmam. Ama esasen yogayla ya da hocayla değil kendimle inatlaşırım. Vücudum esnemediği sürece de bu böyle sürer. Acaba; vücudum esnemediği için mi inat ediyorum, yoksa inat ettiğim için mi, vücudum esnemiyor?
Bence siz sorunuzun yanıtını biliyorsunuz.
Hocalarımızın amaçlının bizi geliştirmek değil de bize hava atmak olduğunu sezinlediğim şu günlerde karşıma çıkan yazı tesadüf müdür, yoga hocası değiller lakin ülkenin iyi bir üniversitesinin iyi bir bölümünde düşüncem bu ve değiştiremiyorum. Tüm okları kendime çevirip bakıyorum yine de durum bu, olaya duygusal yaklaşmayı bırakıp profesyonel bakıyorum. Sen yapman gerekeni yap ve yoluna bak diyorum. Hayal kırıklığımın tanımı bile yok çünkü üni hayatımda muazzam hocalar olsun istedim hep ve olmadı .