
Hayatımın en zor yılı 1983’dü. Dokuz yaşındaydım. Annemle babam boşanmışlardı. Her ikisi de başkalarına aşıktı. Beni dedemle nenemin Büyükada’daki evine bırakmış, aşka yelken açmışlardı. Benim keyfimin yerinde olduğunu düşünüyorlardı. Ne de olsa ben yazları Büyükada’da geçirmeye alışıktım. Arkadaşlarım oradaydı ve sevdiğim kediler, bildiğim plajlar, bisikletim, akşamüstleri bizim sokağın başına gelen dondurmacıyla mısırcı. Bağımsız bir çocuktum zaten. Annem onun yokluğunu fazla hissetmeyeceğimi düşünmüş olmalı. Ama unuttuğu birkaç şey vardı. Ya da hiç bilmediği… Boşanmış aile çocuklarının en azından o yıllarda kendilerini nasıl da damgalanmış gibi hissettiklerini bilemezdi. Komşu kapılarından, arkadaşlara, arkadaş annelerine, evde çalışan ablalara kadar herkesin sana biraz acıyıp, biraz ayıplayarak baktığı, arkandan fısıltıların sürüklenip geldiği zamanlardı. Ben sorunlu çocuk olmaya mahkumdum artık. Üstelik bir de tek çocuk idim. Benim için hiç çıkış yoktu. Annem bunu bilemezdi. Bunu bilmek için “o çocuk” olmak lazımdı. Annem o çocuk hiç olmamıştı. Babam da.
İnsan, çocuk da olsa hayatının en zor zamanından geçtiğini o zamanın içindeyken bilemiyor. Ben de içine düştüğüm yakıcı yalnızlığın ve bugün dehşet olduğunu net bir biçimde ayırt edebildiğim korkunun esiri olarak günlerimi tek başıma adanın sokaklarında bisikletimle dolanarak geçiriyordum. Nenemle dedem beni plaja götürmek için çok yaşlıydılar. Ben tek başıma plaja gidemeyecek kadar küçüktüm. Tüm kayıplarımın üzerine bir de günlük yazlık rutinimi yitirmiştim. Perişandım aslında. Tüm perişan çocuklar gibi suskundum. Acımı akıtacak bir kanal arıyordum.
İşte o yaz ben çalmaya başladım.
Önce ufak ufak. Bakkaldan çiklet, gazete bayiinin önündeki tellere asılı gazetelerin arasından Milliyet Çocuk dergisi, eczaneden yara bandı, bir arkadaşımın sayısını bile bilmediği tokalarından bir çift… Aşırmak heyecanlıydı. Yetişkinleri kandırmanın insanın kanını coşturan bir tarafı vardı. Güçlüydüm. Gücümden sarhoş olmuştum.
Sonra iş büyüdü. İskeledeki saatli meydanın karşısında adanın tek oyuncakçısı bulunurdu. Bu oyuncakçının vitrini açıktı. Yani camı yoktu. Açık vitrininde oyuncak bebekler, arabalar, toplar, tüylü hayvanlar açıkta ve üst üste, alt alta duruyordu. O yaz Suudi Arabistanlı turistlerin ülkemizi keşfettiği ilk yazdı ve siyah uzun çarşafları içinde kadınlar, çarşaflarını çekiştiren düzinelerce çocukla beraber tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da Büyükada’ya akın ediyordu. Benim tek yapmam gereken Arap turistleri getiren vapurun boşalmasını beklemekti. Onlar kıvıl kıvıl oyuncakçının vitrini önüne yığılınca ben de aralarına sızıyordum. Oyuncakçıda kırmızı yanaklı, tombul bir abladan başkası çalışmıyordu. O da adanın diğeri esnafı gibi ilk defa tanık olduğu Arap turist fenomeni tarafından büyülenmişken ben aralarına sızdığım siyah çarşafların gölgesinde, açık vitrinden ufak bir araba, minik bir oyuncak bebek, bir kutu kuartet alıp sakince çekiliyor, koşmadan eve yürüyordum.
Haftada bir, bazen iki defa oradaydım. Bakkal, kitapçı, gazete bayii beni artık kesmiyordu. Gözüm oyuncakçının vitrinindeki büyük parçalardaydı. Bir de komşumuzun kızının oyuncaklarında.
Derginin bu ayki teması olan komşunun tavuğu komşuya kaz görünür cümlesini okuyunca beni bir gülme aldı. Çünkü benim yoganın asteya (sana ait olmayanı izinsiz almayacaksın) ilkesini hunharca çiğnediğim o yaz en fena yolduğum tavuk aslında komşumuzun kızıydı. Komşunun kızının bana neden kaz göründüğünü anlatabilmem için çok kısa yine 1983 yılının ülkemiz için öneminden bahsetmem gerek. O seneye kadar ithalata kapalı duran milli ekonomimiz 83 yılında ufak ufak ithal mallarının yurda girmesi fikri ile cilveleşmeye başlamıştı. Bu sayede video, renkli televizyon, çıkartma defterleri, kokulu kalemler, Hello Kitty ve Barbie bebekler bazı evlere sızmaya başlamıştı. Tahmin edersiniz ki nenemle dedemin evi bunlardan biri değildi ama bizim alt kat komşularımızınki öyleydi. Kızları benden bir yaş küçüktü. Bahçeye salıncak seti kurmuşlardı. Öyle salıncağı biz o yıllarda lunaparkta bile görmemiştik. Kızın adı Müge’ydi. Sarışın, kâküllü, çok şirindi. Annesi ile babası beraberdi, üstelik mutlu bir çift oldukları akşam balkonda yemek yerlerken duyduğumuz konuşmalarından belliydi.
Hayatın benden çaldığı her şeyi ben Müge’den çalıyordum. Her gün, düzenli olarak. Önce bir fırfırlı Barbie elbisesi, sonra bir çıkartma defteri, sonra bir GameWatch. Mügeler kahvaltıdan sonra ailecek denize gidiyorlardı. Ben arka bahçenin kozalaklarını ve kuru çam dallarını çatırdata çatırdata yürüyor, açık bıraktıkları ufacık ve yüksek banyo penceresine tırmanıp tepetaklak küvetin içine yuvarlanıyor sonra da çocuğun oyuncaklarını yağmalıyordum. Sonra da Müge’nin oyuncakları elimde pencereden atlayıp bizim eve çıkıyordum.
Bütün yaz böyle geçti. Oyuncakçı vitrininden büyük bir çamaşır makinesi kaptığım bir sefer arkamdan “bir daha polis çağıracağım” diye bağıran elma yanaklı ablayı ve ağlamaklı bir yüzle “çocuğun bir tane bile oyuncağı kalmadı,” diye nenemin kapısına gelen Müge’nin zarif annesini saymazsak benim hırsızlık faaliyetim fazlaca bir tantana yaratmadan geldi, geçti. Annemle babam hiç bilmediler. Nenemin kulakları ağır işitirdi. Müge’nin annesinin ne dediğini pek anlamadı. Ben polis korkusuyla merdaneli çamaşır makinesini yine Arap turistlerin üşüştüğü bir anda oyuncakçının açık vitrinine bırakıverdim.
Şimdi, yoga derslerimde, çalmamaktan dem vuran asteya ilkesinden bahis açıldığında hep aklıma o dokuz yaşındaki halim gelir. Karşılığını vermeden zaman ve enerji de dahil hiçbir şey almamanın önemimden bahsederken içimdeki küçük hırsız beni dürter. Hayatın haksız yere ondan çaldığı huzuru ve bütünlüğü kandırarak, çalarak, saklayarak yamamaya çalışan o yalnız çocuğu düşünürüm. Ve karşılığını vermeden benden bir şeyler alan tüm insanların belki de kendi kayıplarını örtmek, hayatla ödeşmek için bu haksızlığı yapmaya muhtaç oldukları aklıma gelir. Beni kazıklamaya çalışan taksiciden, aklı sıra kurnazlık etmeye çalışan döviz bürosu çalışanlarına, zamanımı boş gevezelik ile çalanlardan, benim cümlelerimi kendi bloglarına yapıştıranlara kadar herkese bir de bu gözle bakarım. Çalmak da birilerini kandırmak da insanda güç yanılsaması yaratır. Bunu bilirim. Gücünü içeride bulamayanlar, aramayanlar, dürüstlüğün en güçlü güç olduğunu bilmeyen yaralı ruhlar çalıp çalarlar. Hakkım olanı almak için onlarla mücadeleye girmeden önce bu ayrıntıyı hatırlarım. Ve 1983 yazını. Hayat biraz daha kolaylaşır o zaman.
*Bu yazı Yoga Journal Türkiye’nin Güz 2018’de yayımlanan 21. Sayısında yer almıştır.

Ah bu ayrılıklar. !!!!
Beni çok ağlattınız.
Çocuk sahibi olmak çok büyük sorumluluk.
İyi ki yaşadıklarınızı paylaşıyorsunuz.
Bu yazılar hem örnek, hem de travma savar.
Harika günleriniz olsun.🐋🐋🐾🐾
6 7 yaşlarinda komşunun oğlunun hiç kullanmadıgi bahcelerinin bir köşesinde haftalarca atılı duran havası sonmüş topunu çalıp lastikcide sisirdigimi hatırliyorum. sonra elimden geri almışlardi. ben şisirtince top kıymete binmişti. garip bir duygu 😅
Merhaba, Cigerime cigerime isledi yaziniz. Niye oyle oldugu uzerine biraz dusunmem lazim, belli ki ben de bi yerlere dokundu. Aslinda size sunu söylemek icin yazıyorum bu maili: ‘Ne sahane bir bitiris cumlesi olmus’. Hayat biraz daha kolaylaşır o zaman…
Tesekkur ederim, iyi ki yaziyorsunuz 🙏 Sevgiler, Gülhan
Sizin anilariniz bizim de gezmisimizin bir aynasi olmus.
Yeni roman geliyor. Ordan burdan, yazdan kıştan, adadan, 83’ten, bugünden dünden. Buyursun gelsin, temelli kalsın..
Nefis! Başka ne denebilir ki?
🙏🏼💕
Reblogged this on ESKİ VE YENİ.
Aslında ilk hırsızlığı büyüklerimiz öğretmiyor mu bize çocukluğumuzda bize sormadan elimizden çocukluğumuzu alıp geriye bazı hüzünleri yükleyip kenara çekiliyorlar yazınız herkes gibi benim de derinlerde biryerlere dokundu hatırlamak biraz üzdü ama yüreğinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş
Duygularınızı öyle güzel ifade etmişsiniz ki, okurken o zamanlarınızı kolayca gözümün önüne getirebildim..
Ayrı ailede zordur çok iyi bilirim.Herkes haklı çocuklar haksızdır tek suçlu onlardır aslında. Öyle olmasa bile bilinç altları böyle söyler devamlı. Sonunda kendimizde inanırız bilinç altımıza.
çok başarılı olmuş daha iyi yazılar yazman dileğiyle
burada yeniyim bloguma bakman beni çok mutlu eder tşk ederim.
Başarılı. 👏🏻👏🏻
Dürüst olup da bir şeyler kazananı görmedim. En iyi ihtimalle insanların sempatisini kazanırsın, ama o da zamanla suistimal edilir. Enayi derler adama… Dürüst olup da kazanan bankacı, borsacı, politikacı, sigortacı, dilenci, işportacı, pazarlamacı vb. nerede gördün diye sormak isterim. ” Geçenlerde haberlerde çıktı, adamın biri onlarca kadını, akamisyenim diye, iş adamıyım diye, kandırıp birlikte olduktan sonra bir de paralarını almış… Bense sadece ” sen çok iyi bir insansın, iyi bir arkadaşın hepsi bu” yanıtı aldım. Defalarca… Hayatta sürekli bir koşuşturmaca var, zihnimiz ve bedenimiz sürekli koşturmaca halinde bir dur demeliyiz, bazen geç kalsak da olur” gibi şeyler söyledikten sonra kırmızı ışıkta karşıya geçen, durak haricinde otobüsten inen yoga hocası gelir aklıma birileri dürüstlükten bahsedince…
1983 yazında 13 yaşında olmak…O günlere ışınlayan enfes bir yazı okudum.Teşekkürler. Ortak ve paylaşacak ne çok şey var.
Büyükada’da büyüdüğünüz için şanslısınız.
Muhteşem
Çok beğendim yazdıkların hoşuma gidiyor.
🙂
👏
allah yardımcın olsun
Cok guzel bır anlatım ve o kadarda etkıleyıcı tebrık ederım boyle bır yazıyı paylastıgınız için…
çok güzel
harika bir yazı
Guzel olmus
👍😊
Etkileyici ve gözü pek fazla yormayan bir stilin var.
çok güzel yazı elinize sağlık https://www.618media.com/
Biraz uydurmasyona benziyor. Kurgulanmış hayat kesiti, yazmakta
harika βeğendım
Üslûbunuza bayıldım, çok güzel ifade etmişssiniz yaşananları, ancak okurken bir erkek çocuğu canlandı gözlerimin önünde, yazılarınızın devamını dilerim.
başarılı.
Harika ❤