21 Haziran 2020

 

21 Haziran 2020 Pazar

Atina

Sevgili Blog Okuru,

Bir güne ne çok şey sığmış, sıkışmış öyle! İki satır yazmasam tanrılar yakamı bırakmaz korkarım. Bugün 21 Haziran: Kuzey Yarımkürede yaz mevsiminin başlangıcı. En uzun gün. Yengeç dönencesine vuran güneşin dimdik ışınlar. Oğlak dönencesi ise küskün. Yoksa huzurlu mu? Babanın yakıcı bakışları ondan ırak çünkü ne de olsa. Güneş sert bir baba. Gözü hep üzerimizde, onun huzurunda kaçacak bir yer yok. En azından Atina güneşi öyle. Portland güneşi için aynısını söyleyemem. O sık sık iş gezisine çıkar. Biraz absent baba yani.  Portland çocukları Güneş babanın yokluğunda sık sık şikayet ederler. Özlerler. Nihayet bulutların, sisin, yağmurun arasından başını çıkarınca derhal bağırlarına basalar.

Bugün Babalar Günü.

aishaharley_photogrpahy_027 copy
Babalarım

Haziran ayının üçüncü pazarı. Vardır bir hikayesi, anneler gününün hikayesi gibi dokunaklı olmasa da. Şimdi hatırlamıyorum. Sabah Mete Babam’ı aradım. Araba kullanıyordum. Görüntülü konuştuk. Kutlaştık. Mete Babam, on yaşımdan beri benim babam. Gözümü kapayıp sırtımı dayadığım biricik desteğim. Sevginin, şefkatin ve nezaketinin insanda vücut bulmuş hali. Babalar günü kutlu olsun. Bir de buradan.

Piraiki’ye indik bu sabah. Deniz havası almaya. Piraiki, küçük Pire ya da Pirecik anlamına geliyor. Sıcağa kalmayalım diye erken çıkmıştık. Yine de tavernalarda, uzerilerde (uzeri -ουζερί: uzohane) hareket başlamıştı. Antik kayalardan denize girenleri seyrettik. Yürüdük. Pire Belediyesi tekerlekli sandalye kullanılarını hiç hesaba katmadan kaldırımlarını döşemiş. Kaldırım yüksekliği neredeyse dizime geliyor. Pirecik’te rampa henüz icat edilmemiş. Elektrik direkleri, ağaç kökleri arasında iki teker asfaltta, iki teker kaldırımda gittik, lokantalarda oturanların lokmasını boğazına dizdik. Az gittik uz gittik, sonra ben bir de baktım ki telefonuma sadece 6bin küsur adım atmışım. Ama tekerlekli sandalye itince iki kişilik yürüyor sayılıyorum.

Döndük. Sıcak. Bey hemen uyudu. Ben arka odaya kedilerle serildim. Nurdan Gürbilek’in Babalar ve Ustalar makalesini bir kez daha okudum.* Kafka’nın babasına mektubuyla Oğuz Atay’ınkini karşılaştırdığı ve araya kendi babasıyla olan ilişkisine dair notlar serpiştirdiği çok tatlı bir makaledir. Biraz kendi babamı düşündüm. Kemal Suman’ı. En son hangi ülkeye gittik beraber? Babam, boşanmadan sonra benimle ilişkisini sürdürmek için çok zekice bir yol keşfetmişti. İkimiz baş başa seyahate çıkıyorduk. Bunu buradan tüm babalara ve özellikle boşanmış babalara ve daha da özellike boşanmış kız çocuğu babalarına önereyim. Kızınızla bağ kurmak istiyorsanız, onunla yılda bir defa seyahate çıkın. Mümkünse yurtdışına gidin. Mümkünse ikinizden başkası gelmesin. Üç gün, dört gün, bir hafta, artık ne kadarı uyarsa. İnsan insanı en iyi seyahatte tanır.

Bunu yazdım da aklıma geldi. Sene 1985. Ben on bir yaşındayım. Babamla Amsterdam ve Londra’yı geziyoruz. On günlük bir seyahat olsa gerek. Ben bu seyahatten önceki üç haftayı Köln’de, annemin Alman Lisesi’nden arkadaşı ve benim çok sevgilli bir teyzem olan İnci ile onun yaşıtı kızı Beryl ile geçirmişim. Sonra beni Bonn havalimanından bir uçağa bindirmişler, babam da Amsterdam havalimanında karşılamış. İlk defa tek başıma bindiğim için çok heyecanlandığım, böbürlendiğim ve hiç bitmesin istediğim uçak yolculuğum sadece 45 dakika sürmüş. Bir de bakmışım uçuş amiri abla beni babama teslim ediyor. Peki.

Bu seyahatimiz neden aklıma geldi şimdi? Şundan. Yola çıkmadan önce, henüz İstanbul’dayken, bu seyahatin planları yapılırken yanımda yakın bir arkadaşım vardı. Bu yakın arkadaşım hayatında hiç yurt dışına çıkmamıştı ve bana çok imreniyordu. Ben imrenmesin istiyordum. Arkadaşlarım benim için çok mühimdi. Nurdan Gürbilek ebevyenlerinden kaçıp kitaplara sığındığından bahsetmiş. Bunu ben de yapardım ama bir o kadar da arkadaşlarıma sığınırdım. Gayrettepe’de bir apartmanda büyüyen, annesi, babası boşanmış ve annesi sabahları üniversiteye giden bir tek çocuk olarak elbette arkadaşlar benim en kıymetlimdi. Babam, dört kardeşin en küçüğü olarak arkadaşlarıma düşkünlüğümü hiç bir zaman anlamadı ve bir parça da kıskandı. Neyse, ben on bir yaşımın en kıymetlisi dostlarımdan birisi, ben Avrupa’ya gidiyorum ve o gidemiyor diye üzülmesin diye, sana paten getiririm, demek gafletinde bulunuyorum. Kızcağızın gözleri parlıyor. Çünkü Avrupa’yı görmek kadar istediği bir şey daha var: O da benimki gibi tekerlekleri lacivert, minik topuklu çizmeleri beyaz,  bağcıklı patenlere sahip olmak.

O seyahatimizin fotoğraflarına bakacak olursanız benim yüzümdeki mutsuzluğun resmini hemen görürsünüz. Özellikle Londra günlerinin sonunda çekilmiş resimlerde yüzümden düşen bin parça. Neden? Babama bu paten konusunu açamıyorum. Utanç diz boyu. Nasıl derim baba ben bir arkadaşıma paten götüreceğime söz verdim. Böyle dümdüz söylersin değil mi? Hayır, ben on bir yaşındayım ve beni zor durumda bırakacak durumları aklımda yüzlerce, binlerce defa evirip çevirmekten başka bir şey yapamıyorum. Babam soruyor, kızım neden surat asıyorsun, ne oldu, kafan neye bozuk? Ben omuz silkiyorum ama ağladı ağlayacak durumdayım. Paten gibi ağır bir şeyi babam bavulunda hayatta taşımaz. Üstüne bir de para meselesi var. Arkadaşım bana para vermemiş. Oysa ben sanıyordum ki, sana paten getiririm dediğimde tak çıkartıp 100 pound sayacak elime. Hayır, öyle bir şey yapmamış. Artık gidiyorum, haydi eyvallah demeye gittiğimde de para konusu açılmamış ama paten konusu açılmış. Ben babama nasıl söylerim. Arkadaşıma paten alalım, sonra bavulda taşıyalım. Kızar. Üzülür hatta. Ne diye böyle bir söz veriyorsun diye sorar. Ben de kendimi eksik hissederim. Yenilirim.

Tüm bunlar içi yiye yiye seyahati bitirdik, döndük. Patenler alınamadı. Arkadaşıma bulamadım, dedim. Annesi bana çıkıştı, koskoca Avrupa’da nasıl paten bulamadın? Ben bir şey diyemedim. Sonra pek görüşmedik galiba.

Babamı güçsüzlüğümle, başarızlığımla üzmek… Bundan çok çekinirdim. Yine Nurdan Gürbilek’in yazısından bir parça:

“Babama kızdığım, kendimi karşısında çaresiz hissettiğim zamanlar birden yok oluvermesini istediğimi hatırlıyorum. Bana kötü davrandığı için değil. Tersine onu üzmemek için, onu üzeceğini bildiğim şeyleri rahatça yapabilmek için yolumdan çekilmesini istediğim ne çok an var.”

Benim de. O anların her birinden bir öykü çıkar.

Ama bu yazı benim babam, babalarımla ilgili olsun istemiyorum. Zaten günün anlam ve önemi de bitmedi. Bir sonraki konuya geçmeden edebiyat babalarımı selamlamak isterim. Beni öyküleri, romanları, denemeleriyle besleyen, “içimdeki bazılarına” dönüşen karakterleriyle ruhumu, aklımı, belleğimi inşa eden baba yazarlarım: Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Tom Robbins, Jeffrey Eugenides, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Gabriel Garcia Marquez, Milan Kundera, Stephen King. Babalar gününüz kutlu olsun edebiyat babalarım.

Bu aralar Storytel’den Tutunamayanlar’ı dinliyorum. Oğuz Atay’in 700 küsur sayfalık destanını Şerif Erol seslendirmiş ve tavsiyesine uyduğum Şebnem İşigüzel dostumun da söylediği gibi okumamış, oynamış. Oynamamış, yaşamış! Tutunamayanları ben iki defa okumuştum. Bir defa yirmili yaşlarımda, atlaya zıplaya, bir defa da Saklambaç’ı yazdığım 30lu yaşlarımda. Şimdi dinlerkenki en tatlısı oldu. Oğuz Atay’ın kalemi benim iç dünyamı gıdıklar, bazı hikayelerini yüksek sesle okumam icap ettiğinde, gözlerimden yaşlar boşanır, karnıma kıramplar girer, o kadar gülerim. (Ne evet, ne hayır mesela) Tutunamayanlar’ı dinleyerek sokakta yürürken, parkta bisiklete binerken de kıkır kıkır gülüyorum. Nasıl bir deha! Bu kadar erken kaybetmemiz ne yazık… Büyük beyinler bazen çabuk gidiyor. Dr. Robert Svoboda Agora adlı kitabında, kimi parlak ruhların bu hayattaki dharmalarını (dharma: bu hayattaki manevi görevimiz) tamamladıktan sonra hemen göçtüklerinden, başka formlar halinde dünyaya döndüklerinden söz eder. Mozart, Van Gogh, Freddy Mercury ailesine bence Oğuz Atay da dahil edilmelidir.

Bugünün anlam ve önemi yaz yaz bitmedi… Ayrıntısına girmeden hızlıca 21 Haziran 2020’ye sığmış ve sıkışmış diğer önemli olayları not düşelim. Onlar hakkında da önümüzdeki günlerde yazarız.

Güneş tutulması. Güneş kararırken içe dönmek iyidir. Bu konuya da değiniriz.

Yeni ay, Yoga takvimlerinde Aşadha Ayı. Yeni bir 28 günlük döngü bizi bekler. Silkinip değişmek, erken kalkıp, erken yatma, daha çok yazma ve korona, karantina, korku derken boşalan içimizi doldurma vakti. İçimizi doldurmaktan bahis açılmışken, bu aralar ruhumu ennn çok doyuran etkinlik: Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik Atölyesi ve Devam Kursu. Bundan da sonraki yazılarda bahsedeyim. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Okumayı seviyorsanız, yüzeyin altındaki anlamı keşfetmek size de derin bir zihinsel haz veriyorsa hiç durmayın hazır eğitimler hâlâ online iken yazılın.

Ve son olarak Dünya Yoga Günü.

Pardon buna güleceğim.

Yok, bir şey olduğundan değil. Yeni aya ve güneş tutulmasına denk geldiği için. En yoga yapılmayacak gün yani. Tanrıların işine bakınız!

Kuzey yarımküre: Sağlıklı bir yaz diliyorum. Siz siz olun ortalıklarda fazla dolanmayın yine de.

Güney yarımküre: Çaylarınızı koyun ve sıcak şarapları… Çünkü bir yazar için kış gibisi yoktur. Güneş babanın gözlerinden uzakta, uzun geceler sizin olsun.

İyi haftalar herkese,

Defne.

*Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası adlı kitabındaki “Babalar ve Ustalar” yazısı. Metis Yayınları.

 

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s