Hiç fena gitmiyordum. Akıllı uslu bir karınca gibi günün işlerini tamamlıyor, mecburiyetlere göğüs geriyor, hayalimdeki rutini bir ucundan yakalamamın mutluluğa yeteceğini kendime tekrarlıyordum. Sabah erken, yogadan hemen sonra kağıda yazdığım iş listesinden bir işin üzerini silebiliyorsam akşam, kendimle gurur duyuyordum. Listenin yarısını hafta biterken çizebildiysem verimli bir hafta geçirdiğime ikna ediyordum kendimi. Neden bu kadar çok işim olduğunu, nerede hata yaptığımı sorgulamayı bırakmıştım. Karınca kararınca yaşıyordum. Eskiden, pre-covid çağında İstanbul’da geçirdiğim dokuz günde koştur koştur yaptığım işlerin hepsi aynı yoğunlukta tüm ay, oradan aylara, mevsimlere yayılmıştı. Yayılırken seyrelmemiş, sıkışmış dokusunu korumuştu. Dersler, kitap sohbetleri, kitap tanıtımları, radyo söyleşileri, sosyal medya takibi, özel seanslar, excele geçirilen hesaplar, banka kontrolleri, ders kayıtları, öğrencilere duyurular tam gaz devam ediyordu. Eski güzel günlerde tüm bunlar ayın dokuz gününü alırdı. Bilemedim on, on iki. Sonra Atina’daki eve dönerdim ve yazı odama kapanırdım. Okurdum ve yazardım. Dışa dönük etkinliklerin bir sonu, son kullanma tarihi vardı. Ülkeden çıkış damgası ile ben de unuturdum arkamda bıraktığım meşgul kişiliğimi. İçe kapanık bir yazar olurdum. Ya da şimdi buradan maziye baktığımda öyle görünüyordur. Bilmiyorum.
Herşeyi kabullenmiştim. Ümitli çoğunluğun aksine bu günlerin biteceğini de düşünmüyordum. (Hâlâ da düşünmüyorum.) Böyle sürecekti hayat. Hayır, hayat böyle bir şeydi. Hasretini çektiğimiz her şeyi, kahvelerde buluşmayı, dostlarla oturulan uzun bir masada tokuşan kadehleri, uçak koltuğundaki emniyet kemerinin kapanırken çıkardığı çelik şıkırtıyı, kitapçı raflarında gezinen elleri, dağlara çıkmayı, tatile gitmeyi, seyahati hayal edebilmeyi filan bir yana bırakırsak, hepimiz hayatlarımıza hapis ettik kendimizi. Herkes bir şeyler seçti. İş kurdu, kariyer yaptı, çocuk doğurdu ev aldı, mortgage’a girdi, dünya evine girdi, altına, dolara, evliliğe yatırım yaptı. Çıkılmaz bir çilenin içine takıldık kaldık. O hasretini çektiğimiz şeylere kavuşsak bile özgürlüğü doya doya yaşayamayacağımızı anladık. Herkes kendi hayatına hapsolmuş meğer, bunu anladık.
Ben bunu da mütehammül bir tavırla kabullenmiştim. Atina’da, MSli kocama baktığım bu hayat benim hayatım. Ben buradan çıkamam. Küçük kaçamaklar, kaçışlar yaşasam da dönüp geleceğim yer burasıdır, şu evde, bu insanla süren hayattır. Nereye gitsen peşinde gelecektir. Karmadır. Kaderdir. Dharmadır. Kabullenmiştim. Fena değildim. Etrafımdaki bunalan, şikayet eden, eskiye dönmek isteyen, geçecek geçecek avuntusuna sığınan ve o avuntuya sığamayan, sıkışan, çaresiz kalabalıklardan iyi durumda olduğumu düşünüyordum. Ne de olsa biz pre-covid zamanlarımızda da evden pek çıkmadan yaşardık. Kahve, kedi, koca üçlüsüne bir de kovid eklensin ben üstesinden kaplan gibi gelirdim.
Vatan hasretinden kendimi süzme mercimek çorbası ve kısır yapmaya verdiğim bu döngünün bir noktasında, tam olarak dün sabah bir telefon bütün dengemi bozdu. Haftaya iyi başlamıştım oysa ki. Bol bol ders verdiğim, öğrencilerimle görüştüğüm hafta sonunun ardından yorgun değil güçlüydüm. Masa başına listemi yapmak üzere şevkle oturdum. Eşim tam o anda, benim masaya oturduğumu görmüş olacak ki tuvalete gitmek istediğini söyledi. Yarım saat müsaade istedim. Haftanın işlerini yazacaktım. Tam o sırada telefon çaldı. Bilmediğim bir numara. Açtım. Cosmote’den bayan Silly iyi yıllar, iyi haftalar, iyi günler dilekleriyle karşımda, kulağımda. Cosmote Yunanistan’ın en büyük GSM şirketi. Bana bir teklifleri varmış, bunca yıllar müşterileri olduğum için bir şeyler bir şeyler… Ben çok memnunum kendi “paketo”mdan filan anlatmaya çalışıyorum. Dinler mi, motor takmış gibi anlatıyor. Kulağım yanıyor. Duyduğum sayıları telaşla önümdeki kağıda yazıyorum. Ayda 20 euro, 3GB, yanında bir cihaz hediye vs vs vs. Zaten makineli tüfek döktürdüğü Yunancayı anlamakta zorlanıyorum, bir de üzerine sayılar. Eskiden iki dili de sular seller gibi konuşan casusları sayılarla sınarlarmış. Çünkü insan bir yabancı dili ne kadar iyi konuşursa konuşsun sayılarda çuvallarmış. Kulağım yandı. Yandı. Bir hayır diyemedim. Hayır ya, ilgilenmiyorum. Hayır ya, kapatın aramayın beni. Diyemiyorum. Yaş 47 hala diyemiyorum. 22 yaşındayken ilk defa kendi evime çıktığımda, kapıma gelip bana içi teflon dışı koyu yeşil tencere seti satmaya çalışan adama hayır diyemeyişim gibi, on parçalı o seti iki kuruşluk ar-gör maaşımla ödemeye çalışmam gibi, Cosmote çalışanı Bayan Sily’ye bir sus yahu, içim şişti diyemiyorum.
Bunu fark ettiğim an bana bir şey oldu. O sakin, kabullenir halim uçtu gitti. İÇimde bir isyankar bayrağı açtı. Sily’ye, tencere satan adama ve benzeri herkese diyemediğim hayırlar bir bir döküldü. Göğsüm sıkıştı. Ağlamaklı oldum. Seni tuvalete götürmek istemiyorum diye sızlandım eşime. O zaman bir bakıcı tutalım, ben tek başıma tuvalete gidemem ki biliyorsun dedi. Elin adamını da evde istemiyorum. Hayır. Herşeye hayır demek istiyorum. Makul bir tarafı yok. Ama öyle bir hal geldi. Bayan Sily içimdeki yenilgi hissini su yüzüne çıkardı. Neye yenildik, bizi kim yedi, yendi bilmiyorum. Sanki hepimiz yenildik gibi geliyor. Ya da yenik sayıldık. Topluca kaybettik. Hayatı. Hapsettik kendimizi hayatlarımıza. Çıkamıyoruz. Öyle bir hisse kapıldım. O hissin dalgasına bırakırsam kendimi… Ne olur? Ne olur o hissin dalgasına bırakırsam kendimi. Bilmiyorum. Delice bir şeyler yapmak geldi içimden. Sevdiğim herkesi ve her şeyi terk edip gitmek filan. Bunu daha önce yapmamış olsam, iyi bir hayal olabilirdi. Ama ben bunu zaten yaptım. O şehir hep peşimden geldi. Ben yine aynı sokaklarda dolaştım. Bu mahallede kocayacağım anladım. Hayat böyle karantina gibi bir şey. Geçsin diye beklerken bir bakıyorsun ömrün tükenmiş.
Bu uyanıştan sonra kısırı ve mercimek çorbasını mutfak masasına bırakıp kendimi çalışma odama attım. Mutfak dolapları, çekmeceleri ve biber salçasının kapağını açık bıraktım. Telefonu kapattım. Kapıyı aralayıp benden birşey isterlerse yüzümü kitapla örtüyorum.
Hayırlara vesile ola.
Siz peki? Siz nasılsınız?
WordPress illa ki yazıma fotoğraf koymamı istiyor. Ona da hayır. Bıktım durmadan fotoğraflarımla varolmaktan. Foto yerine şiir koyacağım ben bugün bloğa. Buyurun.
ŞEHİR "Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin, "bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; - bir ceset gibi - gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede." Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma - Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Konstantinos Kavafis Tercüme: Cevat Çapan
Şiiri okunca bağıra bağıra şarkısını söyledim, ne özlemişim meğer Ezginin Günlüğü’nü, ardından Ebruli açtım.. biraz gerçek biraz rüya, böyle böyle dönecek dünya:) Ebruli’nin melodisi sardı mı sizi de, işte biraz Şehir, biraz Ebruli, biraz evet, biraz hayır..bi kımıl kımıl, bi hüngür şakır..böyle geçiyo bende günler, sevgiler:)
Hiçbir şiir, -ki uzaktır bana şiirin ülkesi- okurken gözlerimi buğulandırmamıştı, ta ki bugüne kadar.
Yazılanların etkisiyle Kavafis bir başka tınlattı gönlün telini bu kez. Eline, kalbine sağlık hocam.
Merhaba hocam, yine yazdıklarınızı susamış da kocaaaman bir bardağı iştahla devirir gibi okudum. Uzanıp dokunmak istedim. Ne güzel olurdu ekrandan geçsek ve birbirimize olduğumuz yerlere ekrandan geçebilsek. Madem hapsolduk hayat gibi bu ekranlara bari bi hayrını görelim. Özşefkat’le ilgili bi yayında ‘hayır’ kelimesini pratik yaptırıyorlardı. Hayır derken kolu ileri uzatmak avucunu da karşıya göstermek, hayır hayır hayır. Bedene de yerleşsin diye. Ben de hayır diyemeyenlerdenim. Arada evde tek başıma kolu uzatıp hayır hayır hayır diye geziyorum . Gören delirdi sanır o kadar yani :)) Ben okurken bu canlandı gözümde. Hayır’larınız bol olsun. Gözlerim buğulandı tüylerim diken diken oldu. Ağlamaya hazır ve nazır’ım zaten ben de hep özellikle bu günlerde. Yanınızdayım bilin. Tüm kalbimle ♥️
Ben az önce mektup gibi bi cevap yazmıştım ama kaybolmuş . Enteresan. Merhaba hocam, bakalım aynı şeyleri yazabilecek miyim? Her bi satırı suya susamış da kocaaaman bir su bardağını kana kana içer gibi okudum. Keşke dedim keşke uzanıp dokunabilsem. Madem hapsolduk bu hayata ve hatta bu minicik ekranlara bari bi hayrı dokunsa. Girebilsek elimizi uzatabilsek ekrandan ekrana gerçek anlamda. Özşefkat’le ilgili bi canlı yayında ‘hayır’lara bedensel dokunuş yapıyorlardı. Kolunu uzatıp avucunu da karşıya gösterip ‘hayır hayır hayır’ diyorsunuz. Ben de hayır diyemeyen cemiyetinin bir üyesi olduğumdan bunu pratik etmeye başladım. Evin içinde deli gibi hayır’ları pratik ediyorum. Gören bildiğiniz deli sanıp en yakınımızdaki Manisa’ya haber verir. Yavrum Lola melün melün bakıyor benim hayır’lı odadan odaya yürüyüşlerime 🙂 Okurken bi anda gözümde canlandı. Hayır’larınız bol olsun. Zaten her daim ağlamaya hazır ben, bi iki damla okurken süzüldü desem yalan olur. Bayağı bi aktı , yüzümden boğazımdan, göğüs kafesime doğru yaşlar süzüldü. Yanınızdayım her daim uzakta olsak bile. Tüm kalbimle
Balık arkadaşım; bu hep aynı işleri yapma yok mu delirtir bizi bilirim.
Hayata çok sarılırız ardından pilimiz biter ve başlarız hayırlara.
Yüklerin hepsini aynı anda değil de parça parça taşımak en iyisi.
Ne istersek olur ya,onun beklentisiyle yaşamak da hayırları azaltıyor.
Bir de şu var; aynı işin değişik yollardan kotarılması.
Öğretmen edasıyla yazıldı sanki
Affola.❤🙋♀️☘🐋🐬🐟
Tanpinar’in bir hikayesinde soyle bir sey geciyordu; “o kendi hayatında, sabri kendi hayatında mahpustular. ‘ayrı ayrı dolaplarda kapalıyız.'” cok icten olmus yine defne hanim, kaleminize saglik. sanirim hepimiz zaman zaman bu ‘hayir’ krizinden geciyoruz. sonra o da geciyor. sonra bir sonraki evre de geciyor ama kapali kaldigimiz dolaplar bir turlu gecmiyor. sanki bizi bir bahceye koymuslar hadi sen burada oyna diye. dunyanin obur ucuna da gitsek en fazla o bahcenin citlerinin dibine gidebiliyoruz. evde bizi bekleyenlerden o kadar da kopamiyoruz. bize bicilen had neyse orada haddimizi bilerek yasiyoruz. sevgiler.
Ben hayır demeyi öğrendiğimde anlattıklarınız bitecek sanıyordum. Bilmiyorum ki gerçekten kader mi bu? Kimseye bağlı kalmak istemiyorum neden görünmez zincirlerimiz var bunu değiştirmek mümkün değil mi?
Pek cok soruya cevap gibi
Ne güzel yasmışsınız, okuyunca ne çok benziyoruz her birimiz diye ıçimden geçirdim.