Aklımda Boğaziçi

Dün gece uyuyamadım. Polislerin Boğaziçi Üniversitesi’ne, okuluma, on yılımı geçirdiğim eğitim yuvama dalıp atanan kayyum rektöre karşı direnen öğrencileri sürükleyerek göz altına aldıklarını duyunca uykum kaçtı. Twitter’dan biraz video izledim. Polis buyruklarını, öğrenci feryatlarını duydum. Karanlık videolarda bir belirip bir kaybolan TB binasının ışıklarına baktım. Göz altına alınan çocuklardan biri bir arkadaşımın oğlu. Oğlanı ve arkadaşımı düşündüm. Hashtaglari paylaştım. Bir şey yaptım sanmakla, hiçbir şey yapmamış, yapamamış, göz altına alınmadan önce kampüse kıstırılan öğrenciler gibi çaresiz hissettim kendimi. Yatakta döndüm durdum. Sabah 6’da yoga dersim vardı üstelik. Alarmı 5’e kurmuştum. Kendi yogamı yapmaya ve bir kahveye vaktim kalsın diye. Uyuyamadıkça uykusuz vereceğim dersin ve sonrasında hayalet gibi geçecek günün stresi de bindi. Nihayet saat 2 gibi öğrencilere bir eposta yazarak dersi iptal ettim. Sonra kalkıp bir tost ekmeğinin üzerine domates dizip yedim. Nihayet uyuduğumda ay o kadar alçalmıştı ki odamın parkelerine ışığı düşmüştü.

1998 Bahar. Boğaziçi Üniversitesi

Sabah 8’de uyandım. Yogayı boş verip sokağa çıktım. Evimizin önünde büyük ve güzel bir park var. 90 dakikalık spor izni kullanan Atinalılar ile beraber parkımızı dönen çemberde yürümeye koyuldum. Hava sıcaklığı 16 derece. Atina için bile yüksek bir rakam. Dün Açık Radyo’da duydum. Gezegen son bilmem kaç bin yılın en sıcak yılını yaşıyormuş. Çorap giymeye bile hasret kaldık. Parkımızın dönen çemberde köpek gezdiren, koşan, yürüyen, bacak esneten insanlar şortlu tişörtlü. Kuşlar ötüyor. Serviler, okaliptüs ağaçları, çamlar ve adını bilmediğim muhtelif bitki tatlı tatlı hışırdıyordu. Yürürken sesli kitap dinlemeye bayılıyorum ama bu defa kulağıma kulaklık takmak içimden gelmedi. Oysa kulağımda birisi bana kitap okurken (bu aralar Storytel’den Eve Dönmenin Yolları ile Audible’dan Benim Hüzünlü Orospularım’ı -ingilizce- dinliyorum. Alice Munro’nun öyküleri ise daima cepte. Yürüyüş yaparken roman değil öykü dinlemeyi tercih ediyorum aslında.  Yürüyüşün süresini bir öykü kadar tutuyorum. Başı sonu belli oluyor. O öyküyü bir daha duyarsam ya da okursam, yürüdüğüm zamanın ayrıntıları, havası, renkleri, sesleri, yanımdan geçen, karşıdan gelen insanların yüzlerinin anısı geri geliyor. Belleğe ses yoluyla yerleşen öykü koku gibi bir şey. Hafızayı tetikliyor.

Yürürken öykü ya da roman dinlemenin sevdiğim taraflarından biri de insan kendini bir roman karakteri gibi hissediyor. Hani nasıl müzik dinlerken koşarsanız, ya da bisiklet üzerinde, direksiyonda iseniz bir filmde sanırsınız kendini, yürürken hikâye dinleyince de yaşam denen şu kitabın içindeki karakterlerden biriyim hissi geliyor insana. (en azından bana) Daha dikkatle bakıyorum etrafıma. Bir roman karakterinin yapacağı gibi, o anın ayrıntılarını pür dikkat aklıma not ediyorum. Yapraklara düşen ışık, havadaki nereden geldiğini çözemediğim poğaça kokusu, evsiz kadın Maria Teyze ile siyah köpeği Mavrula’nın bir bankta soluklanırken yüzlerini güneşe vermeleri… Bir yandan bir başkasının hikayesini dinlerken bir yandan da aklım bunları not ediyor. Bir yandan da gördüğüm sahneleri, içimi tırmalayan imgeleri, yükselen bir takım duyguları, aklıma bir duman gibi sızan atmosferi bunlar neyin metaforu ola ki diye düşünmeye başladım. (Hayata bir Beliz Güçbilmez dokunuşu, Tersine Mühendislik tılsımı.)

Bu arada, bu dediğim sadece sesli kitap dinlerken oluyor. Sesli kitap dinlemediğim zamanlarda ise kendi düşüncelerimde, o sıkıcı, bildik zihin dalgalarında, ayağımın bastığı yeri bile ayırt etmeksizin yürüyüp gidiyorum.

Bugün öyle olmadı ama. Bugün aklımda Boğaziçi Üniversitesi’yle yürüdüm. Beni ben yapan unsurların, bilgimin, kültürümün, soyut düşünce yeteneğimin, entelektüel birikimimin ve anılarımın, ve aşklarımın, çimenlerde, Orta Kantin’deki, manzarada, kütüphanede geçen gençliğimin yuvası okulumu düşünerek yürüdüm. Nostaljik bir hüzünden çok gece yatağımda dönüp dururken hissettiğime benzer bir çaresizlikle. Şimdi, burada uzaktayım, İstanbul’da, Türkiye’de bile değilim. Olsam ne yaparım ki zaten? Boğaziçi’ne gitsem, güney kampüse insem, öğrencilerle beraber otursam ne değişir ki? Bunun çaresizliği idi beni saran. İyiliğe ve erdeme inanan açık fikirli, zeki, bir ulusun, bir dinin, bir coğrafyanın sınırlarından kendini sıyırmış insanların barınmaya çabaladığı alanları bin kollu bir canavar gibi kuşatan şu yeni dünya düzeni karşısındaki çaresizlikti hissettiğim. Ne benim üniversiteme ne de benim ülkeme has, tüm dünyayı kasıp kavuran ataerkil, kabadayı, fanatik ve sığ zihinlerin elinde boğazı sıkılan, nefesi sıkışan, nereye dönse o canavarın kollarının oraya da yetiştiğini gören insanın yapacak bir şey kalmadığını anlamasının çaresizliği içinde yürüdüm.

Azizlerden birinin yortusu olsa gerek bugün. Parkımızın içindeki iki kilisede de ayin vardı. İçeride oturalamadığı için hoparlörleri dışarı koymuşlar. Yaşlı, siyah giysili, beyaz saçları ensede topuz ufacık kadınlar ile kocaları kilisenin dışına konmuş tahta sandalyelerde oturmuş, hoparlörden yayılan papazın melankolik ezgisini dinliyorlardı. Kilisenin mermer basamaklarına oturdum. İster kilise, ister cami, isterse Hindu ya da Budist tapınağı, isterse benim yoga köşem olsun beni tanrı(lar)a yaklaştıran tüm sesler ve kubbelerin altında huşuya kapılıyorum. Yine öyle oldum. Tüm zamanlarımın biricik romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’nda bu sabah okuduğum satıları düşündüm. (3 Martta bu kitabı okuyacak bir grup hevesliye «okuma öncesi bilinmesi iyi olacak şeyler» sunumu yapacağım için kitabı tekrar -yirminci kez?- okuyorum):

“Bizim bildiğimiz kadarıyla insanlık tarihi Dünya Kadın’ın (Gezegeni şu sıraları 46 yaşını süren bir kadın olarak düşündüğümüzde) hayatında ancak iki saat  önce başladı… Çağımızın tarihinin tamamının, dünya savaşlarının, düşler savaşının, Ayda Yürüyen İnsan’ın, bilim, edebiyat, felsefe, öğrenme tutkusunun, Dünya Kadın’ın gözünü açıp kapaması kadar bir zaman içinde olup bittiğini düşünmek, huşu verici ve kibir kırıcı bir düşünce…”

Bir bakıma öyle… Yine de… Sayfayı çevirdiğimde karşıma çıkan cümle:

“Olup bitenlerin jeolojik zaman açıısndan önemsiz bir şey olduğuna kendilerini inandırmaya çalışacaklardı. Dünya Kadın’ın gözünü kırpması yalnızca, diyeceklerdi. Daha da kötü şeylerin olup bitmiş olduğunu söyleyeceklerdi. Hâlâ da oluyor diyeceklerdi. Ama bu düşünce onları rahatlatmadı.”

Bir bakıma da böyle… Hem de tastamam.

Parkı çevreleyen çemberi tersten yürüyerek eve döndüm. Park ilk defa gördüğüm bir yere benzedi tersinden yürüyünce.

Bu neyin metaforu ola ki diye düşüne düşüne merdivenleri çıktım.  

Blog değil, şiir sanki bu yazdıklarım. Ayda yılda bir defa geliyor, iniyor. Vakit kaybetmeden daktilo başına geçmek lazımdı. Geçtim.

Aklımda Boğaziçi.

1998 Boğaziçi Üniversitesi

#AsağıyaBakmayacağız #BogaziciSusmayacak #BogaziciDireniyor