
Bir akşam vakti bizim lisenin çay ocağında kaynattığım suya limon sıkıyorum. Okul sessiz. Dersler biteli saatler olmuş. Çay ocağının kapısının açık olması bir mucize çünkü bütün sınav kağıtlarının geçtiği teksir makinasi o odada. Ama teksir makinasında belki unutulmuş bir sınava kağıdı o sırada umurumda değil. Üstelik en zor sınavlar başlıyor. Üstelik ben matematikten ikmale kalmak üzereyim. Fizik ve kimya da sallantıda. Yine de dönüp bakmıyorum bile bir kol uzaklığındaki teksir makinasına. Çok mutluyum. On aldığım sınavların bile ruhumda yaratamadığı bir ulu tatminle sarmalanmış vaziyetteyim.
On beş yaşındayım.
Aşık olduğum çocuk için sıcak suya limon sıkıyorum.
Sınav soruları vız gelip tırıs geçiyor.
Aşık olduğum çocuk alt katta kuliste bekliyor. Bütün yıl çalıştığımız tiyatro oyunumuzun gala gecesi. Tırnaklarımızı kemirerek kenardan anne babalarımızın, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın koltukları doldurmasını seyrediyoruz. Endişeliyiz. Başrol oyuncumuz aşık olduğum çocuğun sesi çıkmıyor. Etrafını saran diğer oyunculara –kızlara- “nodül bir şeysi olmuş” diye açıklıyor. Bir köşede ben, acaba bütün gün boyunca yaptığımız o şeyden mi diye düşünmeden edemiyorum. Gündüz yaptıklarımızı düşünmek de çok istemiyorum çünkü onca fiziksel yakınlığın akabinde şimdi bana çok soğuk davranıyor. Paniğe kapılıyorum. Oyun öncesi paniğe kapılmamalıyım. Liseyi bitirince oyuncu olmak istiyorum. Konservatuardan birileri gelmiş bizim oyunu seyretmeye. Öyle duyduk.
Limonlu suyu içerse iyileşecek. Limonlu suyu içerse onu ne kadar sevdiğimi anlayacak. Onu benim kadar kimsenin sevmediğini farkedince o da beni sevecek.
İçimi yine o tatlı huzur, o ulu tatmin kaplıyor.
On beş yaşındayım.
Bağımdaşlığın ağındayım.
***
Yirmi iki sene sonra…
Gıcık olduğum iki davranış tipi olduğuna karar veriyorum:
- Karşılıksız almak
- Karşılıksız vermek
İkisi de bağımdaşlık çerçeveside ele alınıp açıklanabiliyor. Bağımdaşların daha sık göze çarpan özelliği durmadan vermeleri ve birilerinin bakımını üstlenmeleri olarak geçse de diğer insanların zamanını, enerjisini, bilgisini ve kaynaklarını karşılıksız almak, alabileceğine inanmak da bir bağımdaşlık hali. Bu hal ‘’hadi bize biraz yoga yaptır’’dan tutun da, halin vaktin var mıdır diye sormadan insanı ayak üstü lafa tutmaya kadar gidiyor.
Mazim bir bağımdaşlık müzesi ise, şimdim de bağımdaşlık arkeolojik kazı sahası. Nereye el atsam çıkıyor o eski alışkanlıklar. Annemi babamı, kahvedeki baristayı, hocamı, kocamı memnun etmeli, onlara kendimi beğendirmeli, onlara kendimi SEVDİRMELİYİM nameleri.
Hal bu olunca etrafımda gördüğüm bağımdaşlık örneklerine toleransım da epey düşük. Bu serinin ilk yazısında bir öğrencimin meditasyondan kalkıp henüz gelmemiş (ve o derse gelmeyecek olan) başka bir öğrencinin yoga yerini hazırlamasına nasıl kızdığımı anlatmıştım. Kendilerinden rica edilmediği halde başkalarının işlerini görenler bana bağımdaşlık kalıntılarımı hatırlatıyorlar.
Hele hele ah karşılıksız (!) vere vere sevgi/ilgi dilenciliği yapan fedakar kurbancıklar. Onları da, on beş yaşındaki halimi de o limonlu suda boğasım var.
İşe yarar bir yaklaşım mı? Hiç sanmıyorum. Ne var ki affetmeyi öğrenene kadar kızgınım. (ve tedirgin)
***
Bakıma muhtaç olmayan insanların bakımını üstlenmek sadece kendimizi sevdirmek amacı ile ortaya çıkan bir bağımdaşlık davranışı değil. Aynı zamanda diğer insanların hayatlarını da kontrol altına almış oluyoruz. Bizden öyle bir şey rica edilmediği halde ‘’Dur ben senin için havaalanını arayıp uçak gecikmiş mi bir sorayım’’ dediğimiz zaman beklenmedik şeyleri kontrol altına aldığımızı zannediyoruz. Duruma hakimiz. Karşımızdaki değil, biz hakimiz duruma. Onun hayatını ne kadar düzenlersek o kadar hakim, o kadar güçlüyüz. Kulağa berbat gelen bu düşünce serisini iyi niyetle yapılan yardımlara bağlamak istemesek de bağımdaşlık işte tam da böyle bir şey.
Zaten kendilerini bakıma muhtaç olmayanlara illa ki de bakmak zorunda hisseden bağımdaşlar, durumları muhakkak kontrol altında tutmak isteyenler. Beklenmedik bir durum onlar için macera filan değil düpedüz bir felaket ve hatta belki ince ince kurdukları hayat tarafından kendilerine edilmiş bir ihanet. (Tamamen raslantı da olabilir bu ama şöyle de bir saptamam var: Bu kontrol hastası bağımdaşların –en azından benim tanıdıklarımın- hepsi sigara tiryakisi. Çok erken yaşta başlayıp, bırakma fikrinin yanından bile geçmemiş derecede tiryaki olanlar)
Bakıma muhtaç insanlar var. Çocuklarımız var, hastalarımız yaşlılarımız var. Bunlara bakmak elbette ki bağımdaşlık davranışı değil. Ama çocuklara bebek, hastalara yatalak, yaşlılara sağır ve geri zekalı muamelesi yapmak onlara kendimizi mecbur ettirmek ve bir bakıma hayatlarını manipüle etmek anlamına geliyor. Herkese üstlenecekleri kadar sorumluluğu vermek ve gerekiyorsa ondan sonra yardım elini uzatmak en sağlıklısı.
***
Karşılıksız veren bağımdaşların bir diğer ortak özelliği işlerinin güçlerinin karşılığı olan parasal değeri biçememeleri. Para konuşmaktan utanmaları, para işlerini ayıp bulmaları vs. Sanki işimize, vaktimize, becerimize parasal paha biçersek karşımızdaki insan bizi beğenmeyecek. Bu bağımdaşlığın en absürd yanılgılarından bir tanesi. Çünkü alış-verişin öteki tarafında durduğumuzda parasal değeri yüksek olan şeylerin kalitesinin de yüksek olduğunu düşünüyoruz. Gerçek olsun olmasın. Böyle bir inancımız var. Alış-verişin veren tarafına geçtiğimizde ise fiyatı düşürürsek kalitemizin (daha iyi insan) artacağına inanıyoruz. Bir diğer bağımdaşlık yanılgısı.
***
Sonuç olarak yine yazıyorum: Bağımdaşlık (codependendcy) sağlıksız bir sevgi tipi. İki tarafın birbirine eşit yakınlıkta olmadığı bu tip ilişkilerde ya çok pasif davranıyoruz ya da aşırı derecede birilerine bakmak, onların işlerini üslenmek, başkaları için saçımızı süpürge etme eğilimindeyiz. Günümüzde modern ve alternatif psikoloji tarafından bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanan bağımdaşlık, ilişkilerimize ve hayat kalitemize ciddi biçimde zarar veriyor.
Siz belki aramıza yeni katıldınız. Biz bir vakittir bu bağımdaşlık mevzusuna bağlandık, dallanıp budaklanıyoruz. Trene bu vagondan da altayabilirsiniz, başa da gidebilirsiniz. Burası son vagon.
***
On beş yaşında bir bağımdaş idim. Yirmi beş yaşında da. Otuz beşimde bizim bey dikkatimi çekmeseydi böyle bir meselem olduğunu fark etmeyecektim. Keyfi yok diye kendime kızıyor, surat asıyor diye kendimi suçluyor, acaba bir yanlış mı yaptım diye su altından soruştuyor, yüzü gülsün de ben kendimi iyi hissedeyim diye çırpınıyordum.
“Ama bu yaptığın düpedüz bağımdaşlık. Keyfim yok. Seninle de ilgisi yok. Bırak canım istediği kadar sıkılsın yahu! ’’ dediydi.
Ben bağımdaş olduğum için, bağımdaşın ne olduğunu bile sorgulamadan kendimi savunmaya geçmiş, herşeyi ama herşeyi onun için yaptığımı ısrarla tekrarlamış ve istediğimi alana kadar (sevgi, ilgi, kucaklanma) kavga etmiş, hıçkırıklara boğulmuş, avutulmuş ve sonunda rahatlamıştım.
Bağımdaşlar duygusallıklarını istediklerini elde etmek sonuna kadar kullanırlarmış. Erkekler bunu daha çok öfke ile yapıyorlar. Kadınlar bağışlanmak için onlara istedikleri gücü sunana kadar kızgın, asık suratlı, ters geziyorlar. Kadın bağımdaşlar ise üzüntü ve bir de hayal kırıklığı duygularını erkeği manipüle etmek amacı ile harekete geçirmeye eğilimliler. İstedikleri ilgiyi (gücü) elde edene kadar ağlayıp sızlıyorlar.
Berbat şeyler!
Bütün istediğim senin tarafından değer, saygı ve sevgi görmek diyemiyoruz. Bana bir sarılsan yeter, bana teşekkür ettiğini duymak istiyorum.
Diyemiyoruz.
Onun yerine karşımızdakini bir bilmeceye, ilişkiyi çıkmaza, hayatlarımızı sıkıntıya sokan bir alınma, bozulma, küsme veya surat asmaya yöneliyoruz.
Ne gereği var?
Bağımdaşlığa Son yazısına yorum yapan Bahattin Gökçe bağımdaşlık gibi davranışların evrenselmiş gibi sunulup incelenmesinin sakıncalı olabileceğinden bahsetmiş. Kendisine katılıyorum ve bu seri bitmeden bu noktaya bir ışık tutmak isterim:
Bağımdaşlık öğrenilmiş bir davranıştır. İnsan doğasına özgü değildir. Yaşadığımız zamana, kültüre ve sınıfa özgü bir meseledir. Hakim ideoloji/kültür tarafıdan durmadan yeniden üretilmektedir.
Tiryakisi olabiliriz.
Son vagon kalkmadan trenden inebiliriz de.
Önce kendimizde olduğunu tanımalı, sonra bırakmaya niyet etmeli. Yakaladık mı kuyruğundan tutup sallamalı, uzak bir yerlere fırlatmalı. Bütün o dizileri bir bir hayatımızdan çıkarmalı.
Gerisi her zat’ın kendi yaratıcılığına kalmış.
Nihayetinde elimizden gelenin en iyisini yapıp, sonuçları Allah’a emanet etmeli…
***SON***

Yorum bırakın