
Günaydın size,
Bizim burada daha akşam bile olmadı ama siz Türkiye’dekiler birazdan uyanacaksınız. Ben, saatin akşamüstü olduğuna bakmayın, haftalardır bir kış uykusuna yatmışım da şimdi biraz sersem biraz sepet uyanıyor gibiyim.
Eminim Haziran 2013 olaylarının ucundan kıyısından tutan herkese acayip şeyler olmuştur. Bana da oldu. Biz Haziran sonunda Amerika’daki ikinci yarı yılımıza başlamak üzere Portland’daki evimize döndük. Portland, ABD’nin kuzeydoğusunda yeşil mi yeşil, şirin mi şirin bir kent. İnsanları da nazik, güleryüzlü, yardımsever, çevreci, hoşgörülü, demokrat, ileri görüşlü… Akılardaki Amerikalı klişesini yerle bir eden bir insanlık hali. Rastalar, hipiler, yogiler, veganlar, raw foodiler gırla tabii…
Yani ben buraya gelince, her sene yuvaya dönmüş gibi olurum.
Bu sefer her ne hal ise, yuvaya değil de uçurumdan aşağı yuvarlanmışa döndüm.
Bir boşluk hali ki sormayın…En sevdiğim kahveler, kitapçılar, parklar, bisikletimle arşınlayacağım dev ağaçlı sokaklar hep beni bekliyor ama ben kanepeden kalkamıyorum. Öğrenciler (buradakiler) kokumu almışlar herhalde, emailler yağdırıyorlar, “ne zaman başlayacak derslerimiz diye diye”, ben onları çalıştıracağım bir yer arayacağıma, afedersiniz sabahın 9una kadar yataktan çıkamıyorum. Ayılıp bayıldığım Tai, Meksika, Japon mutfağı, glutensiz, etsiz sütsüz leziz yemekler yapan lokantaların biri diğeri ardına bizim caddedde açılmış, ben sadece bizim Bey’in beni mutlu etmek için bıkmadan usanmadan günde iki defa pişirdiği pirinç çorbasından başka bir şey ağzıma süremiyorum.
Uçurumdan aşağı in, in, in. Ne dipsizmiş içim!
Hayatımda hiç bu kadar vatan hasreti çekmemiştim.
Bu hikayenin henüz tatlı bir sonu yok. Hâlâ pirinç çorbası içiyor ve vaktimin çoğunu kanepede geçiriyorum. Yine de size bir ses edeyim dedim. Bloğun şeklini filan da değiştirdim. Hafiften uyanır gibiyim.
Elimi uzatıyorum size, belki tutar da çekersiniz beni yukarı diye.
Gerçi herkesler bir acayip, farkındayım.
Boşluk yazıları sürecektir tahminimce ama bu aralar tanıdığım kendim değilim pek..
Hadi hayırlısı.
Yarın yine yazarım.
vatan ne ki? vatansızlık?
boşluğun değeri hatırlatıyor demek kendini. bağlanıp tutununca hem hasta oluyor, hem hasta ediyormuş insan. benim dersim de bu, bu aralar. yaşasın boşluk.
Buket Uzuner’in Su kitabındaki Defne Kaman sen misin? 🙂
Sen uçurumdan düşerken, damdan düşen bir soru oldu bu ama…
Aynı uçurum, hepimizin içinde var. Yalnızlığıza bunca sarılmışken, bir’lik bu kadar yakınmış, onu farkettik. Kendimizle aramıza öyle bir mesafe girdi ki, aşa aş bitmez artık ‘vatan’a giden yol.
‘al benden de o kadar’ derler ya, gazetelere baktım az önce hala aynı yerlerde sayıyor ülkem, umudunu kaydetme kızım diyorum kendime, twitte hiç tanımadığım biri, bende ki duyguları yansıtmaya çalışıyor kendinden, başka birinin Nietzsche’nin dilinden; “Sen bendeki uçurumlu düşünceleri bilemezsin ve onları taşımaya dayanamazsın.. ”
Bu da bir hal değil mi? geçer değil mi? Kanepe kardeşliğinden selamlar…
Merhaba Defne, ben de 29 Haziran’da geldiğim Toronto’da ki ilk 10 günümde senin yaşadıklarına çok benzer şeyler yaşadım, hissettim. O en çok özlediğim, İst.da aylarca (mayıs öncesinde) sayıkladığım kocamaan ağaçlı, mis çiçekli, sessiz Toronto sokaklarında, kocamaan ağaçlı parklarda bisiklet sürmek, bisikletle dans etmek, müziğimle yürümek , koşmak, çimenlerde özgürce yuvarlanmak, yoga yapmak dahi istemedi canım. İlk günlerde işimin gereği zaruri durumlar harici kalkamadım yataktan, kanepeden, hasta oldum hemecik klimalardan. İçimde tuhaf bi vatan hasreti ( ki ben bu sefer sadece 1 ay için geldim Toronto’ya), bi boşluk, tuhaf sancılı başka türlü boşluk derken derken ben bunlara bıraktıkça kendimi beni saran boşluk seyrekleşti ve seyrelen yerlerden, gün batımı renkleri, yaz kokuları geli geli vermeye başladılar zira içimdeki ritim değişmeye başladı.
Meğer ben Toronto’nun ritim ve ikliminde, istemsizce İstanbul’un direniş ritmini ve gergin iklimini solumaktaymışım o ilk günlerde. Meğer bu sefer Toronto’nun “tonton” sevimliliğinde kıldığım, ilişkiye geçip bir bağ kurduğum sokakları, parkları, cafeleri ve diğer mekanlarıyla, ahalisiyle “tune” olamamışım. Valizimle birlikte İstanbul’un ritmini ve Türkiye’nin tüm gerginliğini de yüklenip gelmişim kaçınılmaz ve doğal olarak. İşte kendiliğindenlikle ve elbet meditasyonuma yöneldikçe, bi de tabi buradaki işlerimin sorumlulukları da beni burada ki gündelik hayatın içinde olmaya mecbur kıldıkça, bırakı bırakı verdim benim “tonton” Toronto’mun akışına, yoluna, parkına yanımda getirdiğime sonradan aydığım Türkiye yüksek gerilim hattı elentiriğini. GEZİ/DIRENIS özet üst başlığıyla Mayıs’tan bu yana memleketime dair içimi, her yerimi dolduran, sarsan, üzüntülü , heyecanlı, umutlu, kaygılı kısaca hepimizin hissettiği her türden birbirine geçmiş duyguların kaos yumağının ucunu tontonumun ritminde bıraktıkça çözüldüm, rahatladım, hareketlendim. Kavuştum yeniden tontonuma.
Ve elbet yaklaşık Temmuzdan 10’dan beri iyice anladım ki, bir depresyon, bir şok atlatmışım meğer. İlk günlerde burdan orayı yaşamak için hiç bir vakit olmadığım denli facebook kuşu olunca, kanepede miskin bi edayla sadece kitap okuyup o canımın içi kocamaan ağaçlı sokaklara camın ardından baktıkça o ilk günlerde meğer izin vermişim böylesi radikal bir değişikliğin bende yarattığı şoka. Bu da depresyon yaratmış velhasıl.
Zira Mayıs’tan beri İstanbul/Türkiye’de DIRENISTE yani bir çeşit savaş ortamında olan bir Türk’ün sadece 10 saat veya benzeri süre bir uçuşla, Toronto/Kanada veya senin bulunduğun Portland/USA gibi huzur, yeşil, güzellikler, olağanlıklar, yaz sevinci halleri içinde olan ve ritmi, ambiansı bunlardan örülü ve çok yavaş olan bir coğrafyaya birden adapte olup, o coğrafyadaki sevdiği rutinlerine uyumlanarak “tune” olması mümkün değil bence. Bu süreçte kıtasal, ülkesel bir mekan değişikliği ile her şeyi değişiyor insanın ve uyumlanmak, bu travmalı, şoklu halden, çiçekli böcekli hale geçişle dengelenmek her durumda olduğu gibi kendi zamanını, alanını, dirençsizliği istiyor. Aradaki uçurum bende bir süre sonra başka bir algıya, içimin derinleriyle kurduğum yeni bir köprüye dönüştü.
Ve o ilk hafta bir yabancılaşma içimde, küskün gibiyim kendi kendime. Buruk acı kıvamı gelip gitmekte damağıma. Öyle tadım tuzum yok, öyle halsiz, öyle kederli ve yorgunum, kalbim kırık. Bunları ara ara fark ediyor ve sonra kaldığım yurdun boyun tutulması mensubu yastıklarına gömüyordum yine kendimi. İşte son bir haftadır anladım ki kedi gibi yaralarımı yalıyormuşum, yeniden gün ışığında dik durabilmek için, karanlıkta büzülmüşüm.
Tontonuma yabancılamıştım, şimdilerde geçen yazdan çok başkalaşmış biri olarak hissediyorum yeniden burdaki yaşam ve oyun alanlarımı, toprağa daha da aşkla bastığımı, kocaaman ağaçlara daha da şükrettiğimi, “daha da” larımın da sadeleşmeye daha da gönül verdiklerini duyuyorum içimin koyaklarında.
Diyeceğim Defnecim ortak süreçlerden geçiyoruz, benzer duygusal kaos yumaklarından yutkunamıyoruz bazen, hasta gibi, miskin gibi, donuk gibi sarıyor boşluk, kanepede bir örtüye sarınıp sanki kaybolmuşluk hissimizi sindirmek istiyoruz yarı bilinçsiz. Ve yarı da bilinçliyiz halimizi gözlemlemeye, keyifsizce de olsa algı,analiz,tanım süreçlerinden geçirip, boşluğa bir de böyle bakmayı denemeye devam ediyoruz.
Bundandır ki ben tez vakte çok sevdiğim yazılarında da (kitabında da) bahsettiğin, anlattığın Portland’ın o güzel güneşinin, yaz kokularının, arkadaşlarının, öğrencilerinin, bisikletinin, (okurken olsa da içsek dediğimiz) sevdiğin kahvelerinin, uzandığın kanepenin yamacına gelip hadi Defne diye elinden tutacağına eminim.
Hadi Defne bu sabah gel bir parkta yoga yaparak başlayalım güne ve biraz bisiklete binelim, hem seni özleyen ağaçların var unutma lütfen onlara yeni şarkılar getirmedin mi yoksa? Sonra da bana o çok sevdiğin dost kafelerden birinde bir kahve ısmarla lütfen, olur mu?
Bu sabah olmaz mı halin yok mu, aa evet hem önceden konuşmadık haklısın, Cuma sabahına ne dersin? Elim elinde sımsıcak.
Benden ve tontonumdan sevgilerimle,
Yasemin Erdoğan
* Meraklısına not: Tonton : Çok sevdiğim çizgi film Tonton’lardan dolayı (Barbapapa) benim Torontoma verdiğim isim. Zira Tonton ailesi tamamen doğayla uyumlu yaşar, ailenin babası yani Barbapapa pembe renklidir ve 7 kişilik aile rengarenktir, yavaş ve huzurlu ve neşelidirler, çizgi filmde hep yeşil, hep doğa vardır ve hep değişirler. Benim içinde Toronto’da bular hep var 🙂
Ne güzel yazmışsınız… Nedenini bilmeden ağlıyorum ben… Ya da biliyorum da dile getirmek istemiyorum… İnanamadığım şeyler var nasıl olabilir de bu kadar güzel ruhlarla bu kadar ruhunu kapatmış insanlar aynı vatandan doğar.. Ya da ben nasıl kendimi bunca yabancı hissediyorum bağzı şeylere…
“Uçurumdan aşağı in, in, in. Ne dipsizmiş içim!”
🙂
Özlediğimiz şeyin bazen vatan, bazen annemiz, bazen yalnızlık, bazen…….olduğunu düşünüyoruz. bana da olur sık sık bu bitimsiz düşüşler. Tıpkı alice harikalar diyarındaki Alice in düşüşü gibi. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, Bunun bir dibi yokmuşcasına. Evet aslında haklısın özlem duyduğumuz bir vatan, bir yer var. Ve işin trajikomik tarafı içimizde, dibimizde, belki de o da aynı özlemle ve sabırsızlıkla bize kavuşmayı bekliyor. Ama biliyorum ki düşüşler iyidir. Ama aynı alice in yaptığı gibi vatana varmak için ya bir şişe şurup içmeliyiz ki küçücük olalım ya da kocaman olup anahtarı alabilelim. ben böyle düşüş hislerinin dönüşüm, değişim zamanının gelmesinin işaretleri olduğunu seziyorum yavaş yavaş. Başka bakışlara yelken açmak yerine yerimizde inatla durarak düşme paradoksuna katlanmak bizim tercihimiz olabilir mi?
Defne merhaba. Yaşadıklarının benzerini yaşayabileceğimi hissettiğim için Türkiye’de kalış süremi uzattım. Oysa üç hafta kalıp dönecektim. Şimdi iki ay oldu. Sözlere ben de dökemiyorum ama Türkiye’de görünenlerden çok derinde bir şeyler oldu. Yurtdışında yaşadığım ve üzerinde çalıştığım sıralarda gördüğüm, yaygın olan ve bir türlü aşılamayan, o, başkasının acısını ‘gerçekten’ hissetmek, adaletsizliği ‘gerçekten’ görmek ve onun için ‘gerçekten’ bir şeyler yapmaya karşı duygusal savunma sınırı toplu olarak aşıldı. Bir mucizeydi bu. İnsanlar gerçeklere ve birbirlerine korkusuzca, çabasızca, doğallıkla temas ettiler ve hala ediyorlar. Belki şimdilerde orada özlediğin bu gerçek olma hali.
Türkiye estetik olarak Avrupa ya da ABD kadar güzel ve düzenli olmayabilir. Fakat güzellik de bir yere kadar, onu anladım ben son senelerde. Burada yaşanan hissedilip anlatılamayacak birçok şey var ve anlatmasan da anlaşılmak derinden.
Zen Budist Usta Thich Nhat Hanh dünyayı kurtamak için aslında yapmak gereken tek şeyin insanın içinde ağlayan Dünya’nın sesini duyması olduğunu söyler. Bunu içimizde yok etmek değil, kırılganlığın ve duyguların gücünü gittiğimiz yerlere taşımak belki de. Buna ihtiyaç var sanırım.
Ne güzel yazmissiniz hepiniz…
Ben yillardir Belçikada yasiyorum, yasamim burada, arkadaslarim burada, isim burada, bu ülkenin problemlerini benimsemisim, iyi ve kötü taraflarini kabullenmisim – iyi bir yasam aslinda… Ancak firsat bulupta güzel Istanbul’uma gittigimde burada kimseye anlatamadigim birseylerin içimde çözüldügünü hissediyorum, baska biri oluveriyorum…
Gezi olaylarinin baslangicindan beri birden hayatim bilgisayarin basinda geçmeye basladi, gece gündüz. Facebook, canli yayinlar – devamli haberleri takip edip, buradaki arkadaslara tercüme etmeye, anlatmaya çalistim nefes nefese. Sanki beni burada kizdirabilen, üzebilen, anlam tasiyan hersey anlamini kaybetmisti, Bedenim hala burada iken sanki ruhum, kalbim, bütün hislerim, sevgim Istanbuldaydi – ve halada öyle… hayatim tam anlamiyla kaymis durumda… Gerçekten ne kadar derin bir bag bu böyle uzaktan birden bana elini uzatip beni kavrayabilen…
Bunu herhalde herhangi bir sekilde hepimiz yasiyoruz…
Sevgili Defne,
Hem bir sorgulama, çözülme, kızışma hem de bir sevme, barışma, özleme halleri. Benim gözlerimin önünde bu kadar perde olduğunu bilmiyorum, yeniden bakmak yeniden görmek ve yeniden anlamak. İçimdekinin ne olduğunu bile tam kavrayamamışım meğerse. İnsan olmanın yüceliğinde ve aynı zamanda çaresizliğinde. Kendim olmanın yükünde va haifiliğinde. Hep bir zıtlıklar ve ancak belkide mat imin üzerinde dengeliyorum hepsini biraz biraz. Kaybolan yaşamlar, yeni yeşeren heveslerle iç içe ve bunu zaman zaman içim kaldıramıyor, aklım karışıyor. O kanepe ruh halinde dolanıp duruyorum – kah derin bir huzun kah çılgın bir heyecanla.
I have no idea what you’re talking about in this post for I don’t know turkish. I wish I knew and I wish you wrote in english more often so that I enjoy, as anybody else, your spirit. Thank you for the wondefrful posts you’ve written so far though and the insight on the social uprising in your country.
Sevgili Defne çok özlemişim, hadi yaz yine hadi hadi noolur..
(Çekmeyi çekiştirmek anlayan arsız okur..)
Def’cim bu yorumları okurken ağladığını tahmin ediyorum, çünkü beni ağlattılar. Başka bir yerlerde değilim: Türkiye’deyim. Ama içim aynı böyle. Bir de başka şeyler var…
Hatta “Kahrolsun bağzı şeyler”.
Şekil boşluktur ve boşluk şekildir. Şekil boşluktan başka bir şey değildir. Boşluk şekilden başka bir şey değildir. Şekil ne ise boşluk da odur. Boşluk ne ise şekil de odur. Algı, algılama ve bilgi de boşluktur. Şekil şekildir ve boşluk boşluktur.
😉
Gezi cini siseden cikarmakla kalmadi bizim kabugumuzu da kirdi. AVMlere gidip alis veris ettikce sertlesen kabuk patlayiverdi. Kemiklemis deger yargilarimiz alt ust oldu. Ongorulemeyen sosyal dinamikler bizi kanepeye yatirdi iste boyle. Ucurumdan ucmanin zevkine varalim, yukari cikarken el ele tutusalim.
Sevgiler.
Defne…neden ağlıyorum? Gülümseyebileceğim bir şey olmalı oysa…