Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.
Çocukken bizim eve misafir geldiğinde, annem muhakkak o misafirin beni ziyaret etmesini isterdi.
Böyle zamanlarda, dış dünyaya kapalı odamın hafif aralık kapısından önce bir baş uzanır, sonra misafirin kendisi, ne yapacağını bilmez bir halde, belli ki pek istenmediği o dünyaya adım atardı. Ben oyunum kesintiye uğradığı için sıkkın, misafir sıkıldığımı gizlemediğim için çaresiz, karşılıklı dururduk. Oysa bilirdim ki beni doğal ortamımda izlemek ister misafir. Ne duydu ise hakkımda, kendi gözüyle görmek ister. Ne var ki odada bir başkası varken (o başkası bir çocuk bile olsa) kendi dünyama dönmenin yolunu bilmediğimden, sıkıntılı sessizlik uzar da uzardı. Sonunda annemin misafir arkadaşı olmadık bir adım atarak kendini benim dünyama katmaya kalkışır ve varlığıyla kesintiye uğrattığı etkinliğin ne olduğunu araştırmaya başlardı. Ve işte o zaman hepsinin gözleri ya kara tahta karşısına sıra sıra dizilmiş bebeklerime ya da masama yayılmış tükenmez kalem satırlı saman kâğıtlara kayardı.
Zaruri ziyaretlerini noktalamak için fırsattı anneme seslenmeleri belki:
“Ah canım! Nilüfeeeer… yazar olacak bu senin kızın!”
“Bak bak şu sıralara dizilmiş bebeklere…Annen gibi öğretmen olucan di mi kız?”
Canım sıkılırdı bu yorumlara. Hem de pek fena. Sinir olurdum! Yazmadan duramıyordum ve bütün oyunlar evet okulculuğa dönüşüyordu en nihayetinde ama büyüyünce ne yazar ne de öğretmen olmak istiyordum. Bunlar zaten bildiğim işlerdi. Bilmediğim sulara yelken açacaktım ben büyüyünce. Mesela astronot olacaktım. Olmadı uzay bilimi ile ilgili bir iş. O da olmazsa (matematik gerekiyormuş) oyunculuk vardı istikbalimde. Yazarlık ve hocalık değil ama! Şimdi hayatıma bakıyorum ve annemin odamda kıvranan ahbaplarına selam etmekten kendimi alamıyorum.
Bildiğimi içimle harmanlayıp kağıda dökmek… Bildiğimi içimle harmanlayıp öğretmek… Kendimi doğru yerde, eksiksiz, tastamam hissettiğim iki eylem, iki evim! Bütün direncime rağmen ikisi de her yaşımda benimle birlikte geldiler. Tatmin bulamadığım işler peşinde koşarken onlar bir köşede sıralarını beklediler. Şimdi hayatımın üç köşesinin ikisini onlar tutuyor. Yazmak ve öğretmek…
Üçüncü köşe ise yoga. Üçgenin üç köşesi birbirlerini tamamlayarak kendimi, diğerini, insan denen yaratığı, varoluşu, kainatı, Yaradan’ı keşfetmeye doğru götürüyor beni. Her keşif bir keyif.
Zen Budistlerinin inancına göre gün gelip de varacağımız bir duraktan bakar dururmuşuz şimdiye. Kendi geleceğimizden bir ses konuşurmuş kulağımıza. Büyüklüğüme mektuplar yazardım çocukken. Hayallerimi gerçekleştirecek tek bir insan vardı. Ne annem, ne babam… Büyüklüğüm benim tek kahramanımdı. Ona kendimi anlatmakla başladım işe. Yazmayı öğrenndiğim gün annemin hediye ettiği hatıra defteri kısa zamanda bir kendimi deşme -ve belki de yaratma- arenasına dönüştü.
İşte taa o zamanlardan beri yazmak beni içime çevirir durur. Yazılarımı büyüklüğümden başkası okusun diye yazmadım hiç. Yazamadım. Sayfa sayfa hikayeler, romanlar yazarken dışarı açılmayı değil, kendime kaçmayı amaçlıyordum. Ve hep devam etti yazı. Defterlerim yanımda gezdiler memleket memleket, mahalle mahalle, ev ev. Kafelerde, restoranlarda, çay bahçelerinde hep çantalarımda dolaştılar.
Şimdi kendimi ifşa etmek utandırıyor beni. Sonra kendimden utandığım için utanıyorum. Sonra da kendimden utandığım için utandığıma utanıyorum. Böyle gidiyor işte utanç… Halka halka. Bu yüzden en başından beri kilitli günlükleri çekmecelerin gizli bölmelerinde sakladım. Gizli saklı bir şey yaptığımdan da değil. Binlerce sayfanın arasına sakladığım esas benliğim idi. Kimseler bilmesin istedim içeride olup biteni. Bu yüzden en yakınıma bile açamadım günlüklerin kilidini yıllarca. Bir maskenin ardında gizledim yüzümü.
Bu yazılar hayatımda yeni bir adım.
Kilitli günlüklerimi açıyorum.
Aklımda binbir soru…
Kendini kendine anlatmak bile zor işken, kendini bir diğerine anlatmak nasıl olur? Süzerek, oynayarak değil, soyunarak anlatmak. Kilidini kırıp günlüğünü uzatmak, “al oku” demek bir dosta nasıl olur? Peki, kişinin kendini tanımadığı insanlara açması, onların önünde ağır ağır soyunması neleri getirir beraberinde? Düşüncesiyle bile yanaklarıma al basıyor.
İşte bu yüzden, al bastığı için yani, günlüklerimi size yüksek sesle okuyacağım. İçimi
dışarı çevirmek, çevirirken dışarı dökülenleri, öfkeleri, üzüntüleri, sıkıntıları, al bastıran utanmaları, sinirli kahkahaları, sonu gelmez gözyaşlarını toparlayıp bağrına basmak nereye götürecek beni?
Merakım kabarıyor.
O yüzden yazıyorum.
Geleneksel Hint yoga eğitiminin üç temel direği Guru, Şastra ve Sadhu Sangha. (Aynı üçlü temel Budizm’de Budha, Dharma ve Sangha olarak geçer) Guru, usta ya da hocadır. Öğrenciyi kendi kendisi ile yüzleştirmenin inceliklerini bilen, onu elinden tutup en derinine giden yola sokan, kendisi de bu yolda yürümüş ve hayatın değişkenliği karşında sağlam durmayı başarmış üstad kişi. Guru. İkinci temel direk şastra, yani yazılı metinler. Hem tarihi yazıtlar hem de günümüzde yazılmış kitaplar eğitimin şüphesiz önemli parçaları. Üçüncü temel direk Sadhu Sangha ise öğrencinin birlikte büyüdüğü diğer öğrenciler cemaatini anlatır. Sadhu’nun kelime anlamı “kutsal kişi” dir. Sadhu Sangha’yı bir tekkenin dervişleri gibi de düşünebilirsiniz. Sadhu Sangha aynı yola baş koymuş ve genelde aynı hocanın öğrencisi olan veya aynı öğretiyi benimsemiş (ama seviyeleri farklı) insanlardan oluşur. Yoga eğitimi sürerken sadhu sangha ile çevrelenmiş olmak, iyi bir hocaya sahip olmak kadar önemlidir. Ortak paydası yoga olan dost cemaati yani sadhu sangha karşısında kendini anlatmak derviş yolunun olduğu gibi yoga yolunun bir parçası. Sadhu sangha karşısında soyunan öğrenci, her bir dostun gönül gözünden kendini bir kez daha görme şansını elde eder. Her bir dost gözü bir katman daha derinine çeker kişiyi. Oradan yukarı utançla, öfkeyle, gözyaşı ve bazen kahkahayla çıkar belki, ama ne çıkarsa çıksın, dost gözünün gücü yargıyı un ufak etmeye yeter. Günlüklerimi benimle okuyan tüm dostlar bu yolda benimle yürüyen sadhu sanga’nın ta kendisi. Tanışmasak da yolumuz bir.
Dost cemaate konuşmak keşiflerin en derinine götürebilir bizi. Ben de bu yüzden kırıyorum günlüklerimin kilitli kapısını.
Büyüklüğüme yazdığım mektuplarım daha yeni postadan çıkıyorlar. Bana yazan çocuğa sözüm var. Onun hayallerini gerçekleştireceğim. İşte o yolda yürürken tecrübe ettiklerim, öğrendiklerim, öfkelerim, fink atan fikirlerim, sonu gelmez yolculuklarım, aşklarım ve bütün merakım ile yogalı günlerim…
Dilim sürçer ise şimdiden affola!
“Büyüklüğüme Mektuplar” için bir yanıt