Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.
Portland Oregon’daki yeni hayatıma ineli tam on yedi gün olmuş.
On yedi gündür yerleşmeye çalışıyorum.
Yeni bir yer de değil ki burası. On üç yaşımdan beri gidip gettiğim memleket. Daha geçen sonbahar buradaydım Shadow Yoga kursunu yaparken. Daha eskiden iki tam yılımı geçirdim burada. Ne var ki her seferinde yine yeniden en baştan başlamam gerekiyor. İstanbul’a döndüğümde de aynı durum başıma geliyor. Yine, yeniden, en baştan. Belli ki evsizlikten. Göçebelik hevesinden. Yerleşememe, bağlanamama halimden. Çünkü her terk edişimde şehri, (orayı ya da burayı) tası tarağı toparlıyorum, atılacak ne varsa atıyor, halim olursa satıyor, kutularımı bir arkadaşın bodrumuna veya annemin hurçlarına taşıyor, sonra yeni mekanımda yeniden açıyor, en baştan başlıyorum. Bir koltuk beğeniverdim geçenlerde. “Ah bu benim yaşama ymekanlarıma ne kadar uyar” dedim de, yanımda Ayşe vardı, “Defne’ciğim hangi yaşama mekanından bahsediyorsun?” diye sordu. Düşündüm bir koltuğum bile olamıyor. Çünkü koltuk ne kutulara sığıyor, ne bavula, ne de annemin hurçlarına… Uzun lafın kısası yine, yeniden, en baştan yeni bir eve yerleşmekle geçti son onyedi günüm. Bir de yerleşik hayata karşı duyduğum korku ile başetmek gibi bir gayem olduğu için de elimi ayağımı titreten şeyler yaptım. Benim için cesaret gerektiren hareketler. Mesela İkea’ya gittim ve kendime yepyeni bir yatak aldım. Aklıma doluşan düşünceleri bir bir püskürterek yatağımı yukarı taşıdım, vidaları taktım takıştırdım, kendi kendime kurdum. Şimdi odanın ortasında öyle bir sağlam duruyor ki, çantayı kapıp ilk uçağa atlamak geliyor içimden ona baktıkça. Ama yılmıyorum. Burada yaşadığım eski zamanlarda kaçındığım bir başka şeyi de yaptım. Araba aldım. Adını Atilla koydum. 1989 model gri bir Toyota Corolla. Memnunum. Ne de olsa beni alıp uzaklara götürebilir Atilla. Yatak gibi değil yani. Beni göçebelikten çekip çıkaracak ne varsa ödümü koparıyor. O yüzden bir türlü uzun vadeli sözler veremiyorum. Mesela iş arayamıyorum. Sonra kontörlü telefondan normal hatta geçemiyorum. Çünkü normal hatta geçerken bir yıllık sözleşme yapıyorlar. Bir yıl boyunca her ay fatura ödemeye mecburum! Allah göstermesin! Bu arada kontörlere ödediğim para ile Güney Amerika’yı gezip dönebilirdim. Neyse şeytanın bacağını kırdım, normal hat bir numara bile aldım! Patanjali’nin Yoga Sutra’larında sözünü ettiği hayat düzenleyicisi yamalardan biri aparigraha. Bu yama bir canlıya, eşyaya, düşünceye, inanca, sevgiliye, dosta ve hatta belli bir karaktere yapışıp kalmanın hayatımıza getirdiği kısıtlamaları özetliyor. Sarılmamak, yapışmamak, sahiplenmemek anlamına geliyor. Hakikatten de hatırlıyorum yıllardır sakladığım, ama bir kez olsun dinlemediğim kasetlerimi atarken duyduğum ferahalama hissini. (i-poddan sonra cdleri de attım) Duygusal olarak yapıştığım ama artık kullanmadığım eşyalar, giysiler hayatımdan bir bir çıkarken de özgürlük hissi dalga dalga yayılıyordu. Üniversite ders kitapları ve defterleri dahil gereksiz herşey gidip de geriye sadece kullandıklarım kaldığında, içine ilk yaz güneşi dolan bir odada soyunup üzerine tertemiz çarşaflar serilmiş bir yatağa uzanmış gibi hissetmiştim kendimi. Sadelikte sükunet var malum. Aparigraha sadeliğe davet… İşte sonra bir yerde çizgiyi aşıp sadece gereksizleri değil, gözüme, sırtıma fazlalık görünen herşeyi atmaya başladım. Bir lokma bir hırka yaşayacakken o lokma ile hırkayı da gözden çıkardım. Ve şimdi görüyorum ki sımsıkı sarıldığım, yapışıp da geri vermeye yanaşmadığım aparigrahanın kendisi olmuş! Yoksa bir yataktan niye korkar insan? Bir kimlik yaratıyoruz kendimize. Genlerimiz, yetişme tarzımız, okuduklarımız, duyduklarımız, yediğimiz içtiğimiz, çocukluk hayallerimiz ve en çok da korkularımızla ilmek ilmek örüyoruz kimliğimizi. Sonra sımsıkı sarılıyoruz ona. “Ben böyleyim işte”. Varlığımızın tek kalesiymişcesine onu muhafaza etmek istiyoruz. Ben sabah insanıyım. Ben isyankarım, herkes ne yaparsa tam tersini yaparım. Ben muhafazarım, ben özgürüm vs vs vs.
Kalenin dışı kadar içi de akar değişirken, duvarları sağlam kalsın istiyoruz. Değişimin zorladığını, direnmenin ızdıraba yol açtığını görmeye yanaşmıyoruz. Hayattan yaş aldıkça direnç artıyor. Çünkü malum durağanlıkta güven var. Böylece kimliğimize yapışıp kalıyoruz. Savunma güçleri hali hazırda, en ufak bir yorumu, eleştiriyi saldırı olarak algılamaya yatkın halimizle kalemizi korumaya çalışıyoruz. (Bireysel kimliklerimiz kadar kollektif kimliklerimiz için de geçerli bu durum. Örnek isterseniz gazetelere bir göz atabilirsiniz!)
Ben de ne zamandır, nedendir bilinmez bir göçebe kimliği inşa etmişim kendime. Ağırdan alttan yavaş yavaş benliğime sızmış. Satır aralarında ve/veya satılarımda savunup durmuşum onu. O kaleyi hoş görmeyenleri ben hor görmüşüm. Taş taş üstüne taş eklerken özgürlüğümü teslim etmişim. Beni tutmak isteyenleri elimin tersiyle itip yola devam etmişim. Sonunda o kaleye kendimi kapatıp yapayalnız kalmışım. Yoksa on iki aylık sözleşmeden neden korkar insan? Yerleşmeye çalışıyorum işte son haftalarda. Daha önceki oynak yerleşmelerimden farklı bu seferki. Kaleyi yıkmayı gerektiriyor. Belli bir düzen yaratmaya, o düzene yapışmadan, kök salmaya çalışıyorum. Kök salmak demek tek bir yerde yaşamak zorunda olmak demek değil. Sadece belli bir düzene sadık kalmak. Hayatı bir ritme oturtmak. Organik, doğal içeriden gelen bir ritim. Biyolojik bir ritim. Bana yuva kurmamı fısıldayan bir ritim. Eh kolay olmuyor böylesine yerleşmek tabii, henüz bir yataktan bile korkarken!
Şimdi odanın ortasında öyle bir sağlam duruyor ki, çantayı kapıp ilk uçağa atlamak geliyor içimden ona baktıkça.
Buna kahkahalar attım! Sabahımı neşelendirdiğin için sağol. Hepimize neşeli haftalar olsun!
– Candan candanturhan@gmail.com http://www.candanturhan.com
Sağol Candancığım! Mavi Orman’ın telifi yine bana geçti. Biz de bu yazıları dolanıma soktuk. Bazılarında gençliğime, naifliğime ben de gülüyorum. İnsanın on yıl önceki haliyle yüzleşmesi sürecini yaşamak için biraz istedim bu yazılar yeniden ortaya çıksın.
woow
Nasıl bir zararı var köksüzlüğün, ne faydası var ki bağlanmanın. Böylesi daha iyi değil mi.
harika bir yazı olmuş. tebrikler.
Yazı güzel de, “kontür” nedir? Kontür değil kontör olacak yazar hanım! Şarj ve şarz durumu da değil bu, burada durum farklı anlamı olan iki ayrı sözcük ve direk hata içeriyor. Kitap yazan birinin bunlara dikkat etmemesini, bu genel “yaptım, oldu” anlayışının bir dışavurumu olarak gördüğümden eleştirimi kendime saklayamadım. İşinizi iyi yapmak için çaba sarfediniz lütfen…
Hemen düzeltelim. Teşekkürler.