Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.
Bazılarımız için hayat kendini düzene, disipline sokma çabaları ile geçer durur. Bazılarımız içinse esas çaba gerektiren, aşırı ciddiyetten yakayı sıyırmaktır. Ben her iki durumda da (ve diğer her durumda)çabalamanın beyhude olduğunu savunanlardan olsam da, illa ki bir gruba dahil edileceksem, ciddiyeti bir türlü gevşetemeyenlerden sayılmalıyım.
Yani ikinci grup. Hayatı aşırı ciddiye alanlar grubu.
Bu ikinci gruptansanız , sizi kısıtlayan davranış alışkanlıklarınızı farketmeniz diğer gruba göre biraz daha zor bence. Toplumun geneli, anneniz babanız, hocalarınız ve dostlarınız ciddi tavrınızı takdir edip dururlar, ve hatta gıpta ederlerken siz o ciddiyetin boynunuzdaki esas zincir olduğunu göremezsiniz.
Görürsünüz de, zaman alır. Oysa diğer grup için mesela, kendini disipline, düzene, dirliğe sokmaya çabalayanlar için, bir başka deyişle tembelliği boynuna zincir takım için, hayatı kısıtlayan alışkanlıkları görmek daha kolay olabilir. Ne de olsa tembellik -henüz- toplumun genelinde yükselen değerlerden sayılmıyor. Bu yüzden kendi üşengeç ve uyuşukluk eğilimleri yüzünden ızdırap çekenler (ki sözüm sadece bu durumdan ızdırap çekenlere, tembellikleri ile barışık yaşayıp hiç de bunalmayanlara bu yazdıklarım vız gelip tırıs geçiyordur zaten) boyunlarındaki alışkanlık zincirini çıkarıp atmak için nereye gideceklerini, diğer gruba göre biraz daha kolay anlayabilirler.
Nereden çıktı şimdi bu konu?
Her sabah yazı yazmak niyetiyle uyanıyorum. İçim dolu dolu…yazmak istiyorum. Ama yazmak yerine ne yapıyorum? Yazmıyorum. Niye? Yazmayı planladıklarımı yeterince ciddi bulmadığım için. Ya da yeterince yogavari değil…ya da eğitici değil…ya da ne biliyim, o gün güzel cümle kuramıyorum, içimden geçenleri ifade etmeye dilim dönmüyor. O gün öyle bir gün.
Fiziksel bedenin esnekliği ve gücü nasıl günden güne değişiyorsa, (ay hali, ruh hali, akşam yemeği hali, iklim ve uyku koşulları, rüya hali filan falan) dilin esnekliği de öyle. Bazı günler dilim dönmüyor iki kelimeyi bir araya getirip aklımdan geçeni kağıda dökmeye. O günlerde konuşamıyorum doğru dürüst. Ne Türkçe ne İngilizce. (İngilizce hiç!
İşte o günlerin birinde isem, yazmak doğru değilmiş gibi geliyor. Kötü kötü cümleler kurup, derinliği olmayan konularda gevezelik edeceğim de ne olacak? Haa bir de -olmaz ya- hani ya annem okursa yazdıklarımı, o kötü kurulmuş düşük cümlelerimi? Allah muhafaza!
O yüzden işte bekliyorum. Şöyle dilimin taklalar atabildiği bir günüm gelsin de varoluşa dair şiirsel yoga yazıları yazayım. O günü beklediğim diğer günlerde içimi kemiren bir sıkıntı…yine yazmadım. Yine yazamadım. Bu sabah da böyle kemir kemir oturmuş e-postalarıma bakıyordum kahvenin bir tanesinde. Baktım bir sayfa açmışım, baktım hemen oracıkta parmaklarım yazıyor bir şeyler. Amanın. Oysa ben yazıları önce günlüğüme yazıp, üç kere okuyup üfleyip ondan sonra bilgisayara yerleştiririm. Üstelik özel bir zaman dilimim olmalı. Günün yazı dilimi. Öyle kahvaltı ile ders arasında olmaz. Baktım parmaklar beni dinlemiyor, yazıyor da yazıyolar. Kimden geliyor bu sözcükler? Pek de akıcı değil sanki…kendim okusam beğenmem. Ama oldu işte…yazıverdim.
Alışılmamışa teslim olmak zor ama dayanılmaz da değil. Üstadın varolmanın dayanılmaz hafifliği dediği bu mu acaba? Pek bir hafif hissediyorum da kendimi! Neyse…