Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.
Bu gece sanki on beş yaşındayım. Hava karardıktan sonra odama çekilip hafif hafif çalan müzik eşliğinde, tek başıma olmaktan hiiiiç sıkılmadan, başka da bir şey yapmayı hiiiiç düşünmeden saatlerce oturdum. Müzik seçimlerini I-pod’a bıraktım, ben aldım elime yünümü şişimi. I-podum kendi kafasına göre çaldı. Bülent Ortaçgil, sonra Krishna Das, Sezen Aksu, Dead Can Dance, Kings of Conveniece, Joan Baez, Mete Özgencil, Mercan Dede. Ben elllerimi çalanın ritmine uydurup ördüm. Örgüyü bırakınca Orhan Pamuk’un yeni romanını aldım elime. I-pod sağolsun tam okuduğum zamanlara uygun çaldı.
Portland’daki evimde iki odam var. Birini geceleri kullanıyorum, ötekini gündüzleri. Gece odamda uyuyorum ve kıyafetlerimi saklıyorum. Gündüz odamda yoga köşem, yazı masam, kitaplarım ve günümün çoğunu üzerinde geçirdiğim çekyatım duruyor. Evimiz bir türlü tam ısınmadığından tekerlerli bir kalorifer dilimi odadan odaya benimle geziyor.
Şimdi sıcacık gündüz odamda, gecenin ilerlemesine aldırmadan oturmaya devam ediyorum. Evde kimse olmadığı için aşağıdan gelen konuşmalar, televizyon uğultusu da yok. Gece bana on beş yaşımın annemlerin dışarı çıktığı bazı Cumartesi akşamlarını hatırlatıyor. Yine o zamanlardaki gibi kapısı kapalı odamda, kimseleri istemeden, kendimle dost, kendimden memnun geçen bir tatil akşamı.
Sokaklarda ve şu aralar hayatımda olup bitenler odanın dışında kalmış. Neredeyim ve kaç yaşındayım, işim gücüm, kalbimdeki biri…Hepsi hafızadan silinmiş sanki. Sonra liste liste yapılacakları ile yolculuk hazırlıkları, verdiğim, aldığım yoga dersleri gibi bir gün içinde kafamı defalarca ziyaret eden konular ve sorular ve hatta açlık ve uyku ihtiyacı bile -hayrettir- kapıdan içeri sızmamışlar.
Varsa yoksa bir ters, iki düz, bir ters, iyi müzik ve Orhan Pamuk.
Zaman hissini yitirdiğim bir şimdide çalkantıların dindiği derinde dinleniyorum.
OH! İyi ki Kanada’ya gitmemişim.
Kanada nereden çıktı şimdi?
İçimden bir ses tutturuyor bazen: Hadi bir başka yere gidelim. Eteğimden çekiştiriyor. Sabah erkenden trene binelim, Kanada’ya geçelim. Bu gece Vancouver’da kalır, yarın akşam döneriz.
Eskiden olsa, hemen kanardım ben bu sese. Şimdilerde biraz direnebiliyorum. Çünkü tecrübe ile sabit artık biliyorum. Ne yapacağım o başka yerde? Yönümü bilmediğim sokaklarında canım çıkıncaya kadar yürüyüp, sonra dinlenmek icin havası, kokusu, müziği zevkime uyacak bir kahve arayacağım. Zaten o başka yere varmak için katettiğim yoldan ve sarfettiğim enerjiden bitap, aklıma sokaklarda dolaşmaktan baka bir şey gelmediği için çok üşümüş ve bütçemin kısıtlı yapısından dolayı kaldığım floresan ışıklı, penceresiz otel odamda ısınmak/dinlenmek konusunda isteksiz olacağım.
Ben bunları sayıp dökünce ses susuyor. Şansım varsa bir iki günlüğüne. Sonra müptela misali kanım yine pirelenmeye başlıyor. Sanki sayıp dökmemişim, sanki biz bunları defalarca yaşamamışız gibi.
”Bu haftasonu Kanada’ya kaçsak güzel olmaz mı?’
Gidelim Buralardan Dayanamıyorum hali ben kendimi bildim bileli içimde mevcut. Yasemin’e sordum ona da oluyor mu bu hal diye. Olmuyormuş. Belki size de olmuyordur ve nasıl bir illet olduğundan habersiz, hatta belki özenerek okuyorsunuzdur bu satırları. Çocukken bu hal kapıyı çaldığında bisiklete atlayıp adada Dil Burnu’na gider gelirdim. Tek başına hareket alanımın iskele ve ev arasında sınırlı tutulduğu o zamanlarda, gizlice Dil’e gidip gelmenin heyecanı pirelenen kanımı dindirmeye yeterdi.
Bu hal ortaokuldayken istikametini bilmediğim belediye otobüslerine atlayarak rasgele indiğim Istanbul semtlerinde dolaşma biçimine büründü. Gayrettepe- Nişantaşı-Levent-Taksim AKM dörtgeninden çıkıp Tünel, Karaköy, Eminonü, Haliç civarını keşfetmem bu sayede oldu. Derken ilk arabam NeJaT’la sınırlar genişledi. İstanbul’un her iki yakasından yukarı Karadeniz’e çıkmalar başladı. Bir defasında arabayı, ertesi Pazartesi okulda olmam gerektiğini bile bile bir Cuma akşamı Antalya’ya sürmeye bile kalkıştım. Neyse kanımdaki pire Adapazari civarında duruldu da, oradan geri döndüm.
Bu hep tek başıma atıldığım maceraların insanlardan habersiz gerçekleşmesi de önemli bir özellikleri. Hesap sorarlar endişesi ile ev arkadaşlarıma bile çaktırmadan, süzülerek evden çıktığım çok oldu. Dolayısıyla kimseler bilmedi bu yolculukları.
Bu hal uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şey. İnsanin kanına girmeyegörsün, yola çıkana kadar bir daha rahat yok. Vız vız vız.
Yaş ilerledikçe seçenekler yelpazesi de genişlediğinden, iş komşu ülkelere gitmeye kadar vardı. Tayland’da yaşadığım yıllarda, haftasonu Bangkok gezileri, başkent kesmezse komşu ülke Laos’un insana emdiği sütü burnundan getirten otobüsleri ile uzak köylerine ve hep derine daha derine… Kırıp dizimi İstanbul’da kalmaya karar verdiğim geçen yaz, ucuz bilet buldum diye atlayıp iki günlüğüne Londra’ya kaçmalar, kuzenim haftasonu için arabasını ödünç verdi diye acele o arabayı Seattle’a sürmeler ve daha neler neler…
Peki, kimselere hesap vermeden süzülüp gittiğim o başka yere varınca ne oluyor?
Hep aynı şey.
Bir kere günlerce günlerce o başka yerin hayalleri ile kanımı fokur fokur kaynatmış, özgürlük vaatleri ile başımı döndürmüş o ses sus pus oluyor. Ben kendi sessizliğimde, artık varmış olduğum o başka ülkenin bana yabancı şehrinde kalacak bir yer aramaya başlıyorum. Bu yaşımda hala üniversite öğrencisi bütçesi ile geçindiğimden, ya bir hostel koğuşuna ya da sevimsiz bir otel odasına kapağı atıyorum. Yerleşip de kendimi sokağa attığımda, işte tam o zaman KOCCA bir boşluk GÜM diye suratıma çarpıyor. Kanımdaki pire doymuş olduğundan artık neden o yabancı memleketin bilmediğim sokaklarında dolaştığıma dair kendime verecek tatminkâr cevabı da bulamıyorum. Ve işte her defasında ”ne işim var benim burada?” diye -içimden- haykırdığım o an geliyor.
Sonrası daha da acıklı. Eve dönmek istiyorum. Veya yanımda bir dost olsun . Bunca masraf, bunca yorgunluk…Ne işim var benim burada, tek başıma? Onaltı yaşımın melankolisinde tekrar tekrar dinlediğim bir Zuhal Olcay şarkısı derdi ki “yalnızlığım…yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin”. Maceranın bu noktasında dudaklarım ister istemez o eski melodiye, içim de onaltı yaşımın melankolisine dönüyor.
Son seferde, temmuz ortasında bile serin, meydanları, metroları tıklım tıklım Londra’da yığıldığım -afedersiniz- bir Starbucks koltuğunda and içtim. Defterime de yazdım. Bir daha yalnız yola çıkmayacağım. İnsanın kendi kendini motive etmeye çalışmasının çok yorucu bir tarafı var. Ve ne yapıyorum dersiniz o başka şehre gelince? Sokaklarda yürümekten yorulunca bir kafede oturup kitap okuyor, yazı yazıyor, hava kararınca yatıp, gün doğarken sevimsiz odamın, eşyalarını kenara ittiğim bir köşesinde yoga…Yani Portland’da, İstanbul’da, Nong Khai’de, yuvamın bulunduğu memlekette bir gün içinde neler yapıyorsam tıpatıp aynılarını.
Neden teperim ben o zaman onca yolu? Bilmiyorum. İnsan denen yaratığın esrarlarından biri de bu belki. Bilinmeze olan merak ve özlem çocukluğumdan beri aklımı başından aldı. Bilinmezde özgürlüğü aradım. Dahası özgürlüğün bilinmezde gizli olduğunu sandım. Kendimi öyle sandığıma inandırdım… Oysa daha baştan biliyordum. Annem Mavi Orman diye bir kitap okurdu bana uyumadan önce. Masalın kahramanı Yörük tavşan evini, ailesini, köyünü ardında bırakarak çok merak ettiği Mavi Orman’ı aramaya çıkar. Bütün kitap Yörük’ün Mavi Orman yolunda yaşadığı -birini bile hatırlamadığım- maceralarını anlatır. Sonunda Yörük Tavşan sora sora Mavi Orman’ın yolunu bulur, yaklaşırken başını kaldırır bakar ve bir de ne görsün! Meğer Mavi Orman terk edip gittiği köyünün ta kendisi imiş!
Annem okurken gıkımı çıkarmadan dinlediğim bu masalı, uykudan önce kitaplarını artık kendi kendime okuduğum yaşlarımda yeniden elime aldım. Bittiğinde yorganı başıma çekip sessiz sessiz ağladığımı hatırlıyorum.
Mavi Orman’ın, Yörük’ün köyünden başka bir yer çıkmamasının çocuk kalbimde yarattığı hayal kırıklığından mı, yoksa kendi kaderimin de Yörük tavşanınkinden farklı yazılmadığını daha o yaştan sezdiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum.
Bu akşam Kanada’da değil de odamın sükûnetinde oturuyor olmanın içime yaydığı huzur ve tatmin belki de artık Mavi Orman’ı bulduğumu düşündürtüyor bana.
Bu gitmek istemeler, gitmeler, yalnız gitmeleri kendi başarım sayma halleri bende de oldu hep. Bu yüzdendir elli yaşımda memleketimi doğduğum büyüdüğüm ve tüm ömrümü geçirdiğim yeri bırakıp İzmir’e taşınmam. Ama ne taşınmak bir bavul ile hadi hoop. Şimdiki durum ise; 3 sene geçmesine rağmen hala kendimi arafta hissediyorum. Her gün başka ama kullanılmış eşyalara, ya geri dönersem diye bir türlü tamamlayamadığım eğreti yaşantıma bakıp iç geçiriyorum. Yazında belirttiğin gibi geldim de ne oldu durumundayım. Defnecim buna diyecek bir şeyin var mı? Yüreğini ve yazılarını çok seviyorum. Birçok yazı da beynimi açıyor, yüreğine sağlık.
Çok güzel… Ya bu Mavi Orman’ı (seninkini yani, tavşanınkini değil) tekrar mı okumak lazım ne?! Her yazı ayrı anlamlı, ayrı yerinde ve ayrı yeni geliyor! Yeni Candan’la yeni Mavi Orman buluşması…
– Candan candanturhan@gmail.com http://www.candanturhan.com
> İnsanlık Hali şunları yazdı (18 Ara 2017 09:11): > >
Teşekkür ederim yazınızı okudum sizde benimkilerini inceleyip okumanız mutlu edecektir
iPhone’umdan gönderildi
Yalnız değilmişim demek ki .. bir tatil akşamı veya gidelim buralardan dayanamam hali… hiç bitmeyecekmiş gibi.. yazıyı okurken bile “nereye gitsem ?” Diye beni dürten iç ses…
Defne hocam, “Hadi kalk, buralardan gidelim.” hâlinizi anlatırken büyük bir keyifle okudum. Her ne olursa olsun, çok sanslısınız hocam. Ben ne kadar bir yerlere çekip gitmek istesem de yapamadım. Ruhum, bedenime “Hadi kalk, gidelim” diye bir teklifte bulundu. Ama bedenim her seferinde “Şimdi olmaz, çok yorgunum. Biraz dinlenmeliyim.” cevâbını verdi. 🙂 Bu yüzden bence çok sevinmeniz lâzım. Hiç değilse farklı tecrübeler kazanmışsınızdır. Yolculuklarımızın sonrasında başladığımız yere dönmüş olabiliriz. Ama önemli olan o yolculuğa çıkabilmektir. Bence böyle düşünmeliyiz. Eğer bir gün dizlerimde yolculuğa çıkabilecek bir derman olursa, hiç durmadan yürüyeceğim. Başladığım yere dönsem de yürüyeceğim. 🙂 Herkese saygılar ve sevgiler. Eyüp.
teşekkür ederim yazınızı okudum güzel olmuş……….
Nereye gidersek gidelim insan kendinden kaçamıyor ve bu çok üzücü