Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.
Doğumgünü eğlencelerimden dönüp de dişlerimi bile fırçalamadan İstanbul’daki yatağıma serildiğim geçen gece bir rüya gördüm. Aynı gecenin devamında kapı çalınıyor, açıyorum, karşımda lise sevgilim. “Ben şahsen kutlamak istedim” diyor. “Yorgunum, uykum var” filan diye ağzımda bir şeyler geveliyorum ama yıllar olmuş biz görüşmeyeli, hoşuma da gidiyor o günü de, evin yolunu da hatırlıyor olması. Özlemişim herhalde oturup konuşmak istiyor canım. Böylece yanyana kanepeye yerleşiyoruz ve günün ilk ışıklarına kadar sohbet ediyoruz. Konuşacak çok şeyimiz varmış.
Uyandığımda içimde bir sıkıntı. Hem tanıdık, hem uzak. Ilık ılık güneş Marmara denizi açıklarında dans ediyor. Bu sabah ne yapsam acaba diye içimi yokluyorum. Tanıdık ama uzak sıkıntıdan başka sinyal gelmiyor. Hava, içime taş çıkarırcasına işveli ve güzel. Kimselere raslamak, konuşmak, sosyalleşmek zorunda kalmasam…Ne yapsam?
Dalgın dalgın arabama biniyorum. On beş yıldır aynı arabayı kullanıyorum. Türkiye’de olmadığım zamanlarda köşesinde yatıp beni bekleyen canım atım, Daihatsu Ferozamın her mevsim içi bir başka kokar. Direksiyonun başına geçtiğimde kokusu ile bana nereye gideceğimi bildiriyor.
Boğaziçi Üniversitesi’ne.
Sahiden mi?
Yedi yıldır uğramadım yurduma ama?
Bir gören olur, nasıl da gittin insafsız, böyle bırakılmaz ki derlerse?
Ben okula değil de Bebek’e gitsem? “Yok” diyor koku, “Boğaziçi’ne gitmen lazım”. Sonra zaten Gayrettepe’den Boğaziçi’ne giden yolu otomatik pilotta gidiyor. O kadar alışık. Üniversiteden içeri bile giriyor. Bekçiler beni değil camdaki eski amblemi tanıyorlar. Mühendisliğin önüne park edip, seke seke çimenlere iniyorum. Ortalığın tenhalığından saatime bakmadan 10 dersinin biraz önce başladığını biliyorum. Bir banka kurulup derin bir soluk alıyorum.
İçimdeki sıkıntıyı nereden tanıdığımı çıkardım. Eski Ben’e ait bir sıkıntı bu. Buraya neden geldiğimi de biliyorum şimdi. Eski Ben çağırdı yedi yıl öncesinden. “Büyüdün sanıyorsun ya, öyle kolay değil beni bırakıp
Çünkü yakın zamanlarda bir havalara girmiştim. Dünkü resmi yaşgünümden daha mühim bir gün, 20 Şubat 2010 Yeni Ben’in yedinci yaşgünüydü. Yani ilk yoga dersimin yedinci yıl dönümü. Nereden duyduysam artık, insanın hücrelerinin tamamının yedi yılda yenilendiğini biliyordum. Hatta rahmetli felsefe hocam Arda Denkel’den kalma ontoloji kırıntılarıyla “Yedi yıl önceki ben ile şimdiki beni aynı insan yapan şey nedir?” sorusuna cevap aradığım bir kaç defter sayfası bile doldurmuştum. Bedenimdeki bütün hücreler yenilendiğine göre yedi yıl önceki 20 Şubat gününde yogaya başlayan insan ile benim aramda ortak bir şey kaldı mı, yoksa kendimi bir devamlılık harikası sanmam zihnin binbir yanılsamasından bir diğeri mi?
Üniversitenin yemyeşil meydanına karşı otururken cep telefonumu kapattım. Boğaz’dan gelip New England tarzı taş binaların arasından süzülen eşsiz ışığa bakarken, yeni hayatımdan kimsenin beni o anda aramasını istemediğimi fark ettim. Hoşuma giden bir şeyler gördüğümde, hissettiğimde, Kokia’yı oraya götürmeyi hayal ederim. Şimdi ise bir sevgilim olduğunu hatırlamak bile istemiyorum. Aklım, bugüne dair sevdiğim/sevmediğim herşeyi iptal ediyor. Son yedi yılın yarattığı duygu, düşünce, davranış, anlayış, his kalıpları The Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmindeki gibi hafızamdan birer birer siliniyorlar. Canım kumpir çekiyor ve gidip çamurdan heykel yapmak. Arkadaşlarım derslerinden çıkıp çimenlere gelsinler, onlar gelene kadar soyut- teori bir makaleyi anlamayı bir daha deneyeyim, daha niyet ederken aklım çiçeğe böceğe kaçsın, boşvereyim.
İkinci ders biterken öğrenciler çimenlere yayılmaya başlıyorlar. Boğaziçi’nde zaman duruyor mu? Hafif çamurlu çimenler ile popolarının arasına kitaplarını koyup yere oturan öğrenciler, bıraktığım yerde hala kağıt bardaktan berbat çay içip, zavallı tostlar yiyorlar. Ceketlerini, kazaklarını çıkarıp tenlerini güneşe bırakan kızlar nedensiz gülüşüyor, tostların kokusunu duyup da koca göbeklerini sallaya sallaya gelen üç renk kedilere kucak açmak ve kışkışlamak arasında kararsız kalıyorlar.
Ben de çimenlere yayılıyorum. Tam on yıl geçirdim bu okulda. Nilüfer Göle, “ana rahmine çevirdin burayı” derdi. Bir türlü çıkıp hayata atılamadığımdan. Doktora başvurusu için referans yazan hocalarımdan biri de “Defne şöyledir, böyledir ve artık hayatında bir değişiklik yapmasının vakti gelmiştir” diye yazmıştı. Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü öyle sakin, öyle yeşil, dışarıdaki hayattan öyle uzak ve korunaklı idi ki mezuniyet günü geciksin diye elimizden geleni yapardık. Kalenin surları içinde kalan herkesin zekası kıvrak, derslerden akan bilgi kaliteli, yaratıcı enerjimizin akacağı kanalların sayısı sonsuz idi.
Bu surlar içinde ilham perileri tarafından sarmalanmış hissederken kendimi, okul dışına çıkınca paramparça olurdum doğru. Bugün ruhumu sıkıştıran sıkıntı, ilk gençliğimde sık sık ziyaretime gelirdi. Hayatın Boğaziçi vahasından büyük, çok daha büyük olduğunu hatırlayıp o büyüklüğü keşfetmek için parmağımı oynatmaya dahi takaati (belki de cesareti) olmayan içi boş bir cevizdim o anlarda. Mutsuz aşklar, dramalar, sonsuz sosyalleşmeler, gece hayatı, sarhoşluk, tek gecelik maceralarla yamamaya çalıştığım boşluklarımla, hayatımın sahiden de paramparça olduğunu düşünürdüm Teoman’ı dinlerken.
Sonra sabah olur, koca bir kupa sade nescafe, üç beş göz damlası ve suda eriyen aspirinden oluşan kahvaltımı edip Daihatsumu boğaza sürer, okulun ruhuma yaydığı tatminin ışığında önceki geceyi ya unutur ya da analizini yapmak için kızların ders çıkışına kadar rafa kaldırırdım.
O vakitler çok eğlenirdik. Kendi kör kuyumdan kendimi eğlenerek koruyordum sanki. Hayat, zevk ve ızdırap düzleminde savrulmaktan ibaret sanırdım. Biricik hikayelerim Nazan’ın deyimiyle “çalınmış zamanlara sığdırdığım samimiyetler”de yakaladığım dramlardan ibaretti.
Dengenin derinliğinden bihaber tatminsizliğimi dile getiren türküyü söyler dururdum:
Başka türlü bir şey benim istediğim
Ne ağaca benzer ne de buluta
Başka türlü bir yer gideceğim memleket
Havası ayrı hava, suyu bir ayrı su
Zamanı gelir, durur kendime sorardım neydi o istediğim? Akabinde hemen “amaaan” derdim, “bunu yarın düşünürüz. Bu gece ne yapacağız onu düşünmeli şimdi”.
Dün benim doğumgünümdü. Tek bir tane bile hücresini artık bedenimde taşımadığım Eski Ben’in ruhumu ele geçirdiği saatlerde, yoganın hayatıma kattıklarını bir kez daha farkettim. Son yedi yılda girdiğim her yeni yaşımda hayat, biraz daha dolu ve anlamlı bir hale geldi, güzelleşti. Yoga yolu ile kendimle samimileşip istemediğim halde yaptıklarımı hangi ihtiyaçlarımı tatmin etmek üzere yaptığımı sorgulamaya başlayınca, mutsuz aşklar, tatsız işler, boş besinler, sarhoş geceler, tek gecelik maceralar hayatımdan elenip gitti. Geriye kalan hayat, sadece beni tatmin eden işleri yaptığım ve ruhumu doyuran ilişkileri yaşadığım hayat, her yeni yaşımla biraz daha benim oluyor.
Dünyadaki otuzaltıncı yılıma girerken öyle memnun, karşıma çıkan imkanlar ve insanlar için öyle müteşekkir, öyle bir ruhsal tatmin içindeyim ki, mumlarımı üflerken “herşey hep böyle devam etsin”den başka bir dilek aklıma gelmedi.
Şimdi içinde fırtınalar kopan o tatminsiz genç kız Boğaziçi Üniversitesi’nin çimenlerinden bana gıpta ile bakıyor. Benimse ona bakarken kalbim şefkat ve gururla doluyor.
Kendisi daha bilmiyor.
O kız ben olmak istiyor.
Başka türlü bir şey onun istediği.
Defne hanım,
Siz bir de 60′ lı yaşları görün.
Canlı cansız her şeyi sevmeyi bildiğiniz yaşlar olacak.
İyi ki bu dünyaya gelmişsiniz.
Anneniz hanımefendiyi de sizin gibi bir evlat yetiştirdiği için tebrik ediyorum.
Sevgilerimle.