Mart seferi de bitti. Biraz önce Atina’daki evime vardım. Kedilerime, kocama ve çalışma masama kavuştum.
Mart seferi de ne demek derseniz, açıklayayım: Ben eş durumunda Atina’da yaşıyorum. Ama hali hazırda devam eden yoga kurslarım için her ay İstanbul’a gidip, orada dokuz gün kalıyorum. Bu dokuz gün içinde üç ayrı seviyeden oluşan sınıflarım ile özel ders alan öğrencilerime sayısını bilmediğim kadar çok ders veriyorum. Bu düzen Ekim ayı ile Haziran arasında bu şekilde sürüyor.
Bu defaki İstanbul, her zamankinden farklı idi. O da dersler haftasının doğumgünüme denk gelmesinden. Ne kutladık, ne kutladık yaş günümü! Öğrencilerim ve annemin hazırladığı glutensiz pastalar üzerine dikilmiş mumları üfledim durdum, günler, geceler boyunca. Öğrencilerim benim için bir film hazırlamışlar. Her biri benim, onların iç dünyasında çağrıştırdığım kelimeyi kameraya söylüyor. Bu filmcik, akşam grubunun Salı dersi önceside sürpriz bir tören ile bana takdim edildi. Göz yaşlarımı tutamadım. Hayatımda bana hiç böylesine içten bir hediye almamıştım sanırım.
Son gün (Cumartesi) yeni ay olduğu için sabah grubuyla yogasana çalışması yapmadık. Onun yerine iki saat boyunca yoganın temek kavramları ve ilkelerinden konuştuk. Bazen bize (bana ve öğrencilerime) son derece doğal gelen şeylerin, mesela cumartesi sabahı 7:30’da yoga dersine gelip, kahvesiz, krakersiz, yerde bağdaş kurarak yoga felsefesi dinlemenin aslında ne denli sıradışı bir durum olduğunu hatırlıyorum. Ve öğrencilerim açısından ne kadar talihli olduğumu bir kez daha fark ediyorum. Bazıları akşam dokuzda benimle yaptıkları dersi bitirip, Gayrettepe’den Anadolu yakasının uzak bir ucundaki evlerine dönüyor, küçük çocuklarını yatırıp sabah yine 7:00 dersine yetişmek üzere o uzak evlerinden çıkıp Gayrettepe’ye dönüyorlar. Ve bunu biri, ikisi değil, neredeyse yirmi beş tanesi yapıyor. Seviyorum onları. Şüpheleri olmasın. (Alt kattaki yataklarından kalkıp derse gelseler de seviyorum. Yaptıkları yüzünden değil, oldukları şey yüzünden seviyorum zaten)
Bu seferki İstanbul seyahatini öncekilerden farklı kılan bir diğer etkinlik de 10 Mart günü verdiğim Shadow Yoga’nın Esasları idi. Bu küçük workshop’u hocam Emma Balnaves’in Hatha Yoga’nın kökenleri ve geleneği hakkında çektiği kapsamlı belgesele destek olmak için düzenledim. Bu sayede de yirmi beş yeni öğrenci ile tanıştım. Onlara tadımlık da olsa biraz Shadow Yoga serilerinden gösterdim.
Tüm hafta boyunca dönüp dolaşıp bizi bulan iki konu boşluk ve aidiyet oldu. Bu ikisi arasında biraz yumurta tavuk ilişkisi var. Aidiyet hissedemediğimiz için mi içimizde bir boşluk var, yoksa içimizdeki boşluk yüzünden mi kendimizi bir yere ait hissedemiyoruz? Derin soru. Yoganın temel meselesine işaret ediyor aslında. Aidiyet. Yoga- birleşme anlamına geliyor. Kopan iki ucun bağlanması, buluşması, kavuşması. Bu iki uç insan ile evren. İnsan evrenin bir parçası olduğunu unutmuş. Hatha Yoga metinleri bu unutuşu yeni doğan bebeğin ilk nefes verişi ile sisteme giren apana vayu’ya bağlıyorlar. Tasavvufa kulak verecek olursanız, dünyaya zaten tekamül için geliyoruz. Başka bir varlık sebebimiz yok. Nefsi aşıp, varlığın üst kademelerine varmak üzere… O kademeler orada, ama biz oradan yaşamayı unutmuşuz. Bir hatırlasak hem nereye ait olduğumuzu tüm hücrelerimizle bileceğiz, hem de içimizdeki boşluk saf varoluşun huzuru ile dolacak. Tasavvuf gibi yoga da bu amaç için dünyaya geldiğimizi söylüyor. Evrenin biricik ve vazgeçilmez bir zerresi olduğumuz bilgisi içimizde kayıtlı. Biz sadece bu kayıtlara ulaşamıyoruz. Veya, kısa bir süre ulaşsak da hayat, alışkanlıklar, kaygılar ve içine sıkışıp kaldığımız ilişki kalıpları kıyıya vuran bir dalga kumda beliren o kıymetli bilgiyi silip götürüyor. Dalga geri çekilirken geriye koca bir boşluk bırakıyor.
Ayfer Tunç da Boğaziçi Üniversite’sindeki konuşmasında söylemiş. (Ben gidemedim, yerime Alper gitti, ondan dinledim) Her insanın içinde boşluk vardır. Kimisi bunu bilir, kimisi hisseder, kimisi de varlığını yadsımak için onu işle, eşle, sosyal medyada like toplama derdiyle, yemekle, seksle, hırsla, dramla, şikayetle, seyahatle, hep planlar planlar yapmakla doldurur. O, aidiyeti unutmanın boşluğu olduğundan tüm bu dolum çalışmaları bir yere kadar gider, sonra tatminsizlik yine kenarından köşesinden kendimizi kaptırdığımız eylemi kemirmeye başlar.
Bu hali de en güzel romanlar anlatır.
O yüzden yoga hocası yoga kitabı değil, bol bol roman, öykü, şiir okumalıdır bence. Aktaracağı varoluşsal bir bilgi varsa, o bilgi edebiyatta mevcuttur.
Edebiyat aidiyetsizliğini fark etmiş insanların bağlarını aradıkları ve bu arayış sırasında başlarından geçenleri anlattıkları bir alandır. Bu yüzden de aslında yogadır. Yoga hocanızı seçerken hangi eğitimleri aldığını değil, hangi yazarları sevdiğini sormanız şiddetle tavsiye olunur.
Madem edebiyata geçtik, İstanbul Mart seferim sırasında bana eşlik eden bir romandan okuduğum iki parça ile bitireyim. Kitabın adı Hepsi Bu. Ayrıntı’dan çıktı. Bazı bölümlerinin yazılışına tanık olmuştum. Yazarı Ayşen Melik Bayazıt yazarlık atölyesinden sınıf arkadaşım. Tamamını okumak bambaşka.
Geçen pazartesi akşamından beri günlerime ve uykudan önce saatlerime Hepsi Bu eşlik ediyor. Sade ve içten bir dille yazılmış, yüreğimizi yakan ve yakalayan konuların hepsine üşenmeden değinmiş, komik, hüzünlü, gerçekçi ve sürükleyici bir roman. İçinde aşk, yas, evlilik, “vatan”, kadınlık, yaşlanmak, aile ve hiç çekinmeden selam çakılmış bir sürü yazar ve eserden vurulmuş dem var. Sevdiğim, kahkaha attığım, ulan bunu ben nasıl yazmayı akıl edemedim dediğim çok yeri oldu ama bu yazıdaki temalarımızla uyumlu olsun diye şu parçayı size sunacağım:
“Aslnda bu konuda ikimiz de aynıydık. İkimiz de gerçeğin peşindeydik. Ben de tıpkı onun gibiydim. Okuyup okuyup hisleniyordum. ‘Allahım’ diyordum, ‘anladım; işte Bianca, işte Meursoult, işte Gregor, işte Anna, işte insan bu’ diyordum, anlamaktan gözlerim doluyordu… O, yabancı dilde yazılmış gazeteler, dergiler ve bilimsel kitaplarla, ben romanlarımla bir sayı doğrusunda iki zıt sonsuza gider gibi, gidip geliyorduk.”
Durun, ayrılmadan bir de şu parça. Sevdim çünkü. Neden esirgeyeyim sizden?
“Ne olduysa o yalan yüzünden, o yalana kanmamız yüzünden oldu. Hepimiz, kendimizi, en güzel kendimiz sevebiliriz yalanını ortaya atıp sonra da buna inandıktan sonra oldu tüm bunlar. Umursamaz olduk; kendimizi sevdirmek için kılımızı bile kıpırdatmak gelmedi içimizden. Aslında bu bir kuyruklu yalandı, insan kendini hiç de başkasının sevdiği gibi güzel sevemezdi.”
Oh yani! Birisi nihayet bize bunu söyledi. Diyorum işte, ne varsa edebiyatta var.
Evrenin biricik ve vazgeçilmez zerreleriyiz her birimiz. İşimiz bu gerçeğe uyanmak. Hayat apana vayunun unutturduğu hakikati hatırlama uğraşı.
Bolca sevip, sevildiğiniz, içinizdeki boşluğu romanlar, yoga ve diğer varoluşsal hazlarla doldurduğunuz bir hafta dilerim.
Defnecim, tekrar tekrar teşekkür ederim. Hepsi Bu’ yu beğendiğine çok sevindim. Böyle böyle yaşlanalım inşallah. “Bolca sevip, sevildiğimiz, içimizdeki boşluğu romanlar, yoga ve diğer varoluşsal hazlarla doldurduğumuz bir ömrümüz olsun.” Allah bana bir de yoga yapabilme gücü ve azmi versin de senin orada da peşine düşeyim.. İçten sevgilerimle…
hepimizin aidiyetimizi hatırlamamız umuduyla…
https://artniyet338111547.wordpress.com/2018/03/26/ulak/
2018-03-18 22:24 GMT+03:00 ÖMER TÜRK :
> https://artniyet338111547.wordpress.com/2018/03/18/kitap-uzerine-ii/ >