İSTANBUL’DA İÇE DÖNMEK

16Bu yazının orijinali Mavi Orman kitabında yayımlanmıştır.

Kokia’nın Atina’daki tedavisi aylar sürebilirmiş. Bu yüzden ben de İstanbul’a dönüp yeniden iş güç bakmaya, bir kez daha yerleşmeye giriştim. Ayda bir Atina’ya bir haftalık ziyaretlerimi gerçekleştireceğim. Burada huzursuzum. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Yerleşik hayata geçecektim bir başka memlekette, yine kürkçü dükkanında buldum kendimi. Yatak,araba ve bir yıllık telefon kontratı kaldı dünyanın öte yanında.

Bazen konuşma esnasında bir dostun ağzından çıkan bir söz -basit bir ayrıntı, esas hikâyenin kenar süsü mahiyetinde bir kelime- ne zamandır arayıp durduğumuz o cevabı şak diye yapıştırabiliyor.

Geçen sabah, dersten sonra, bir arkadaşımla konuşurken mesela İstanbul’a döndüğümden beri duyduğum huzursuzluğumun çaresi dökülüverdi ortaya. Anlatıyordu, bir ara cep telefonunu kaybetmiş ve yeni bir tane daha almamış, ev telefonu ile idare etmiş, ah ne rahatmış o zamanlar, şimdi yine bir proje için biraz içe dönmek istiyormuş işte o yüzden facebook’unu bir süreliğine askıya almış.

Konuşmaya devam ediyoruz ama kafam beni durmadan konuşmanın önceki aşamalarından birine çekiyor. Sanki duyuramayan çığlık çıkacak delik buldu, ya da yüzeye yaklaştı, dikkatimi çekmeye çalışıyor, artık duyayım diye. Sabah trafiği bir yanımda Karaköy’e doğru yürürken Şebnem’le konuşmamızı kafamdan geçiriyorum. Ve çıkıyor çığlık. İçim bağırıyor: İçine -bana- Dönmeye İhtiyacın Var!

Atina’dan döndüğümden beri İstanbul’da gün be gün artan huzursuzluğuma çareler araken dinlenmeye, sakin bir ortama ve tek başıma kalmaya ihtiyacım olduğunu düşünüyor ama bütün bu saydıklarımı yerine getirdiğim halde huzursuzluğumdan bir türlü kurtulamıyorum. Esas ihtiyacımın içime dönmek olduğunu keşfettiğim anda herşey yerli yerine oturdu. Çünkü içe dönmenin önemli bir özelliği var: kısa bir süreliğine de olsa diğer insanlarla ilişkinin askıya alınması. Dışa açılmanın tam tersi hareket.

İçe kapanma sandığımın aksine eve kapanmayı da gerektirmiyor. Hatta bazen eve kapanmak içe kapanmaya engel olabiliyor. E-postalara cevap, faturaların ödenmesi, uçak bileti araştırmaları arasında uğrayıp durmaktan kendimi alamadığım facebook meydanında laf attığım, muhabbete daldığım, derken her neye odaklanıyorsam oradan kopup gittiğim, iyicene dağıldığım -sözde- “evde tek başıma” zaman dilimi, içe dönme ihtiyacımı tatmin etmiyor tabii. Dışarı çıktığımda beyin dalgaları hızlı, bedenim hiç dinlenmemiş, kafam kazan gibi, duygularım karmakarışık bir yumak. Değil çözmeye, o yumağı elime almaya bile cesaretim yok. Ne oldu? Sözde tekbaşına kaldım da dinlendim evde! Dolayısıyla dışarıda, bir dostla buluştuğumda mesela, aradan iki saat geçmeden eski bir dostaumun tabiri ile “kurtlanmam”, bir an önce eve dönüp bir başıma kalma isteği ile yanıp tutuşur hale gelmem hep bu içe dönme ihtiyacını hakkıyla tatmin edemememden elbet! İçe dönüş sürecinde telefon, gevezelik, boş internet gezintileri, kısaca dikkati içeriden dışarı taşıyacak şeyler askıya alınıyor. Dünyanın pek çok yerinde düzenlenen Vippasana mediyasyon kursları içe dönüşün on güne yayıldığı süreçler mesela. On gün boyunca kalacağınız Vippasana merkezine girişte cep telefonu ve bilgisayarların yanısıra, yanınızdaki kitap ve defterleri de idareye teslim etmeniz bekleniyor. Orada kaldığınız sonraki on gün dış dünya ile bağlantınız (acil bir durum olmadığı takdirde) kesililyor. Gerçek hayat dediğimiz dış dünyadaki pek mühim meselelerimizden uzaklaştığımızda bizden geriye ne kaldığını görebilelim diye.

Hiç konuşmadan geçen on gün boyunca yoğun bir meditasyon eğitimi, doğanın ritmine dayalı günlük düzende devam ediyor. Günde iki öğün yenen hafif ama çok lezzetli vejeterjan yemekler, önce dış, sonra yavaş yavaş yayılan iç sessizlik kişiyi benliğinin hiç tanımadığı bilmediği boyutlarını keşfetmeye götürebiliyor. Ben Tayland’daki Vippasana merkezindeki 10 günümü tamamlamış eve dönerken otobüste “her insan bu dünyadan göçmeden önce kendi içinde barındırdığı bu zevki, bu olağanüstü tecrübeyi bir defa da olsa tatmalı, yoksa yazık!” diye tekrarlayıp durduğumu hatırlıyorum.

Neyse şimdi burada, İstanbul’da ihtiyacım olan içe dönüş öyle Vippasana tarzı bir şey değil. İsteğim hergün bir (belki iki) saat “gerçek” hayatımdan kopmak. Nasıl yapmalı? Plaja gidebilirim. Karadeniz’e doğru araba kullanmak da, Gümüşdere plajında yürümek de içime dönmemi sağlardı eskiden. Arabam yakınlarda değil ama. Baktım Karaköy iskelesinde vapur. Sanki daha önce kalkacakmış da beni beklemiş gibi bir hali de var. Telefonu sabahtan evde bırakmıştım, yanımda bir defter, bir cüzdan, bir de akbil. Güneşli ve kuru şubat günlerinden biri. Soğuk ama açıkta oturmaya engel olacak kadar değil. Hem artık vapurların açığında da sigara içilmiyormuş, dumana/rüzgara göre hop hop yer değiştirmem de gerekmiyor. Simit var, çay var. Günümü bölen, beni dışarı “gerçek” hayata açılmaya mecbur edecek bir programım yok. Ufuk mavi ve sonsuz. Mavi pırıl pırıl. Adaya mı gitseydim? Gece adadaki evimizde kalır, sabah erken bir vapurla yine dersime gelirim. Belki giderim, belki de gitmem. Şimdi bir Kadıköy çarşıya yürüyeyim bakalım.

Kadıköy, Beyoğlu-Cihangir-Galata gibi adım başı raslayacağım bir tanıdığın beni dışarı açılmaya mecbur kılacağı bir muhit değil. Yeni bir şehre gelmişcesine (Atina’ya mı benziyor Kadıköy?) hür, hafif, pür neşe çarşıda yürüyorum. Her adımda size yazdığım bu satırlar ve dahi ileride yazacağım yazıların satıları sapır sapır akıyorlar içimden. İçe döndükçe yaratıcı kanallar açılıyor. Şebnem’in sabah söylediği de buydu zaten. Üzerinde çalışacağı yaratıcı bir projeye odaklanmak için içe dönmek istiyordu. Benim de attığım her adımda bir buluşmadan diğerine koşturup durmaktan, ders vermekten, dert dinlemekten, laf yetiştirip, bir sonraki olaya yetişmekten yorgun düşmüş ve ona dönmeye bir türlü niyet etmediğim için de bir türlü dinlenenemiş içim besleniyor, canlanıyor, yaratıcılık kanalları açılıyor.

Rasgele sokaklara girip çıkıyorum. Çiya’da yemek yedim gelmişken. Ne çok kitapçı var! Akmar pasajı bile kitapçı dolmuş. Lisedeyken plaklardan karışık kaset çektirmeye gelirdim ben buraya. Kadıköy’de gerçek bir turist olduğumdan Baylan pastanesinin önüne çıktığımda hala durduğuna sevinerek içeri dalıyorum. Bu Baylan’a ikinci gelişim. On yedi yıl önceki ilk seferimde yediğim ve damak hafızamdan hiç silinmeyen kup griye var mıdır acaba?

İşte şimdi Baylan’da, geçen yıllar içinde nasıl olmuşsa hiç değişmemiş Baylan pastanesinde, kup griyemi ona hasret damağımda erite erite yazıyorum. Vapur sefası ile başlayan içe dönme harekâtı sona ermek üzere. Lacivert akşam ışıklarını bürünmüş istanbul’a karışarak eve döneyim. Yoldan bir de film edineyim. Işıltılı geceye karşı dairemde, şişlerimi, yünümü elime alıp karşısına otururum. Bu tatminle yatarsam tahminim yarın sabah insan içine karışmaya, dost sohbetlerine, beni arayanları cevaplamaya, dış dünyaya açılmaya hazır kıvamda uyanacağım. Denge kendiliğinden kuruluyor.

Akıllıca tasarlanmış bir yogasana serisinde her öne katlanma onu takip eden bir arkaya katlanma ile dengeleniyor. Paşçimottanasana’yı purvottanasana izliyor. Biraz içe, sonra dışa, sonra içe, sonra dışa.

Ne demişler?

Kainatın her katmanında hareket durağanlığa, durağanlık da harekete hayat verir, alem böyle döner durur.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s