‘Büyükada hikâyenin bir yerine sızıyor’
Defne Suman’ın 1990’lı yıllardaki haliyle Taksim, Beyoğlu ve Kelebekler Vadisi gibi pek çok mekânda geçen, Doğan Kitap’tan çıkan yeni romanı ‘Kahvaltı Sofrası’nın çıkış noktası ise Büyükada.
Saklanan kimlikler, aile sırları ve büyük bir aşk üzerine kurulu olan ve Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan “Kahvaltı Sofrası”, Defne Suman’ın dördüncü kitabı. Suman, Ayfer Tunç’ın “Yük” isimli öyküsünden doğan kitabını anlattı.
– Büyükada’nın başrolde olduğu son romanınız ‘Kahvaltı Sofrası’nın çıkış noktası neydi?
Çıkış noktam, Ayfer Tunç’un ‘Yük’ adında bir öyküsüdür. Bu öyküde bir gazeteci, babasının geçmişi hakkında konuşmak için yaşlı bir kadının evine gider. Yaşlı kadın söyleşinin bir noktasında, tüm hayatı boyunca yüreğinde bir yük gibi taşıdığı büyük bir aile sırrını söyleyiverir. Ve birden sadece geçmiş değil, aile fertlerinin o güne kadar sımsıkı sarıldıkları kimlikleri de alaşağı olur. Bu öyküyü okuduğumda içimde bir şeyler kımıldadı. Böyle bir yükü hayatı boyunca içinde taşıyan bir kadının çocuklarını, torunlarını, torunlarının çocuklarını düşündüm. Onları bir kahvaltı sofrası etrafında hayal ettim. Böylece Büyükada’nın ilk yaz sabahlarından biri belirdi. Öte yandan o sıralarda geçmişimden unsurlar, örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nin Güney Kampüsü, 1990’lı yıllardaki haliyle Taksim ve Beyoğlu ve Kelebekler Vadisi imgeleri kafama üşüşüyordu. Oralarda geçen sahneleri de yazdıkça, hikâyenin ilk taslağı belirdi.
– Büyükada’nın sizin için özelliği nedir?
Tüm çocukluğum, ilk gençliğim Büyükada’da atların, bisikletlerin, çamların, üç dinden ve dilden insanın arasında geçti. Dedemin babasından kalan büyük evde üç kuşak bir arada yaşardık. Büyükada’ya bağım ve sevgim çok kuvvetli. Son zamanlarda geçirdiği sancılı değişime rağmen ben hâlâ orada sadece güzel olanı görüyorum. Ve elbette tüm romanlarımda çıkıp geliyor, hikayenin bir yerine sızıyor.
– Türkiye’deki azınlık hikâyeleri önceki romanınızda olduğu gibi bu romanda da kendini gösteriyor. Bu ilginizin özel bir sebebi var mı?
Bunu yine Büyükada’da büyümeme bağlayabilirim. Demin de söylediğim gibi üç din ve dile mensup insanların arasında büyüdüm. Yahudiler, Rumlar, Ermeniler ve Müslümanlar hep bir aradaydık ben çocukken.
‘Hissettikçe yaşıyoruz’
– ‘Kahvaltı Sofrası’ büyük aşkların da romanı. Kavuşamamak aşkı büyütüyor mu? Ya da aşk sadakat mi?
Evet, Burak Nur’a âşık. 25 sene boyunca o aşkı içinde yaşatmış. Sadık Usta’nın Şirin Saka’ya duyduğu aşkın tarihi neredeyse 100 yıla yaklaşıyor. İki erkek de aynı ailenin ulaşılmaz iki kadını etrafında duygusal dünyalarını kurmuşlar. Bu galiba hissedebilmek, hissetmeyi sürdürebilmek için insan zihninin uydurduğu bir yöntem. Ulaşılmaz insanları bilerek seçiyoruz ki aşkı, heyecanı, tutkuyu hissetmeyi sürdürelim. Hissettikçe yaşıyoruz çünkü. Hissettikçe üretiyoruz. Bu, bir bakıma sadakat evet ama bir insana sadakat değil, sevdaya sadakat. Veya yaşama.
Hah! İşte şu sondaki, Hissetttikçe yaşıyoruz, ile başlayan son cümleler! İşte ben de aynen ordayım. O yüzden senin tüm romanların bana benim içimden çıkmış gibi aşina ve sıcak geldi, geliyor… 🙂
– Candan iPad’imden gönderildi
İnsanlık Hali şunları yazdı (31 Eki 2018 13:56):
> >
Senin yazıların da bana… Kitabını dört gözle bekliyorum Candan mu!
Hoş bir röpörtaj olmuş. Keşke; Biraz daha uzun tutulsaymış…
Teşekkür ederim. Siz başka sorular sorun, uzatalım röportajı. 🙂
“Ulaşılmaz” insanları tercih ediyoruz bu doğru. Bir kaç psikoloji kitabında da bu durumdan bahsediliyordu, nedenleriyle birlikte…
Genelde, sevgi eksikliği yaşayan insanlar, bir yandan bu durumdan kurtulmak isterler ve bir yandan da bilinçdışı düzeyde alıştıkları bu durumdan kurtulmak, bu alışıldık durumun dışına çıkmak istemezler ve bu nedenle bilinçdışı zihnin bir tuzağı olarak ” ulaşılmaz insanları ” seçerler… Sonuç olarak kim, neden, nasıl ulaşılmaz bilmiyorum. Hani hepimiz eşitlik! Ama doğru ya bazılarımız daha da eşit… İnsan ruhunun üstadı frued’un dediğine geliriz sonunda ” ulaşamayacak kadar yukarıda gördüğünüz insanların, eğilemeyeceğimiz kadar aşağıda olduklarını fark ederiz “
” Ulaşılmaz insanları” seçtiğimiz doğru. Bu doğruyu bir kaç psikoloji kitabında okumuştum. Genelde sevgi eksikliği yaşayan insanlar, bu durumdan kurtulmak için bir arayışa girerler, fakat diğer taraftan bilinçdışı zihnimiz bu alışkın olduğumuz durumun dışına çıkmak istemez ve bu alıştığı ruh halinin dışına çıkmamak için bize tuzak kurar. Uzak hedefler, ” ulaşılmaz insanlar ” çıkarır karşımıza… Kim, neden, nasıl ulaşılmaz o da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu… Bu konuda insan ruhunun ustası Freud ” tuhaftır, ulaşamayacak kadar yukarıda gördüğümüz insanlar, aslında eğilemeyeceğimiz kadar alçaktadır ” der…
Ulaşılmaz insanları seçtiğimiz doğru. Bu konuyu bir kaç psikoloji kitabında okumuştum. Sevgi eksikliği nedeniyle sürekli bir arayış içinde olan insanlar, bir yandan da bu duruma alışmış olan bilinçdışının sabotajcı oyunlarıyla uğraşmak zorunda kalır. Bir yandan biz bilinçli çabamızla rahatsızlık duyduğumuz; kötü alışkanlıklardan, pasif kişiliğimizden ve bütün olumsuz ruh hallerinden kurtulmaya çalışırken, diğer yandan bilinçdışımız, kendi alışkanlığından, genel ruh halinden çıkmak istemez. Bu nedenle de sürekli sabote eder. Her girişimimizi ya saçma sapan bahanelerle baltalar ya da ” ulaşılmaz ” hedefler koyar önümüze… Bu arada ” ulaşılmaz insanlar ” neden, nasıl, hangi bakımdan ulaşılmazlar onu anlamadım. Ayrıca yine iş bu konuyla ilgili, zihnimizin kâşifi Freud ” gariptir, ulaşamayacak kadar yukarıda gördüğümüz insanlar, eğilemeyeceğimiz kadar alçaktadır ” der.
çok güzel