Korona Günlerinde Zaman

IMG_2093
Ön Balkonda Akşam Yemeği

Zaman nasıl akıyor…

Zaman nasıl akıyor?

Bizim burada şöyle:

Sabahları 8’den önce gözlerimi açamıyorum. Bu başlı başına tuhafıma giden bir şey. (demek ki yazar bu bloğunda tuhafına giden başka şeylerden de söz edecek) Ben ki dersim, işim, toplantım olsun olmasın gün doğumuna 48 dakika kalmayı kendine görev bilmiş, bu erken saatlerdeki uyanık var oluşundan duyduğu hazzı yedi cihana bildirmiş kişi, gün doğumundan üç saat sonra gözlerimi zorlukla açıyorum. Evet, people of zee (yoga) world relax. Herkes uyusun. Geçende Portland’daki bir arkadaşımla konuşuyorduk. O da Shadow Yoga hocası ve o da aynı benim gibi 8lere kadar uyuyormuş. Yılların uykusuzluğunu şimdi gideriyorum diyordu. Eh, öyle olsun bakalım.

Kalkar kalmaz kahvemizi hazırlıyorum. Aeopress makinesiyle bir bana, bir de yatakta bağdaş kurmasına yardım ederek oturttuğum Bey’e. Kedilerimiz Bey’in kucağına simit olup yatıyorlar hemen. Bey’in kucağı sabahın en kıymetli koltuğu. Kapanın elinde kalıyor. Onları yatak odasında bırakıp ben salona geçiyorum. Saatler 24 dakikaya kurulu. Günün ilk gatikası başlıyor. Balkon kapısından parkın yeşil serin esintisi salona doluyor. Telefonları açmıyorum. Telefonda kaybedilecek vakit yok, gatika dediğin 24 dakika. Bitiverir. Internetsiz çalışan ilk sürüm bir i-podumuz var, onu hoparlöre bağladık (kulaklık kablosuyla. pre-bluetooth bir cihaz) Bach çalıyorum. Bey gülüyor. Ah benim şu dededen kalma seçkin kentli alışkanlıklarım. Ona cevap yetiştirmeye de zaman yok. Gözlüğümü takıyorum. İlk yudum ve kitabımdan bir sayfa.

Oh! Ayıldım işte şimdi.

Sabah kahvesiyle 24 dakika roman okuyorum. Bu aralar Coetzee, Utanç. İkinci defa okuyorum. Yine de dağıtıyor beni. Konusu, acısı, çaresizliği, eşitsizlik, adaletsizlik, zulm ve düzen karşısında eli kolu bağlı kalmak… Şu günlerde özellikle. Kriz halindeki dünyanın resmi: UTANÇ.

Konusu ne kadar depresif olursa olsun, iyi yazılmış bir edebiyat eseri bende sıkıntıdan çok haz uyandırıyor. Utanç’ı da, evet içim ağırlaşmış olarak elimden bırakıyorum yirmi dört dakikanın sonunda ama bir yandan da estetik zevkin telleri tıngırdıyor. Bach da yardımcı sağolsun. İlk gatikadan sonra bizim evde rush hour. Bey kaldırılıyor. Giyiniyor. Tuvalet. İkinci kahvesi. Yatak topla. Odalardaki kahve fincanları ile su bardaklarını topla. Kedi maması. Kedi tuvaleti. Bulaşık makinesi boşalt. Yoga odasını havalandır. Yerleri süpür. Saat 10:00. Kapıda fizyoterapist Mihalis. Haydi onlar fizyoterapiye, ben yogaya. Frankincense kokulu yoga odamda bir tutam huzur. VE evet 10’da yoga. (Yazar bu bloğunda tuhaf şeylerden bahsedecek demiştik.) Hayatımda bir ilk.

11:30’da yoga ve fizyoterapi sonrası kahvaltı. Bitki çayı. Domates. Zeytin. Avokado. Tahin. Bana. Peynir-Jambon Bey’e. Ekmeğimiz artık elimizde ne varsa. Bugün ekmeğimiz  bitmiş olduğu için tablot kahvaltı menüsünü yulaf lapası ile değiştirdim. İçine de Peru’dan Atina’ya göçmüş nadide bir mango doğradım. Parmaklarımızı yedik.

Mutfağı toplamıyorum. Öylece bırakıyorum. Aferin bana. Arka balkona güneşin düştüğü bir saat var. D vitamini aldım aldım o sırada. Sonra bir daha güneşle karşılaşmak zor. Kedilerle arka balkona, yere yatıyoruz. Sıcak taşlara. Evlerin arka cephelerinin baktığı bir avluya bakıyor bizim arka balkon da. Üst kat komşum, (ona Zebercet adını taktım) tek başına yaşayan bir erkek, bir elinde sigarası, diğer elinde tek başına yaşayan erkek çamaşırlarıyla balkona çıkıp çoraplarını ipe diziyor. Tek eliyle mandalları takıyor. Beyaz atlet, siyah saç. Birileri hep balık kızartıyor ve bir bebek ağlıyor. Ne dil konuştuklarını anlamadığım bir çift kavga ediyorlar, belki de etmiyorlar. Diğer üst kat komşum mutfak balkonundaki bitkilerini suluyor. Merhabalaşıyoruz. Karşı komşum arka balkonuna yığdığı minderleri içeri taşıyor, tüllerini çekiyor. Diğer katların balkonlarının panjurları kapalı. Bazen siyah bir çocuk başı çıkıyor, örtülü panjurların arasından, taşların üzerinde sereserpe yatan bana ve kedilere bakıp kıkırdıyor, içeri kaçıyor. Yattığım yerden çatal bıçak seslerini dinliyorum. Ustaların bağrışmalarını. Çekiç ve matkap. Köpekler ve çocuklar bağırıyor. Giriş katında oturan şan hocası ders veriyor. Sol sol sol solfej sürüyor. Soprano, mezzo, alto…

Bu balkon saati benim eski kahveye gidiş saatimin yerini aldı. Görecek bir şeyleri yoksa sesleri dinlesinler, hareket edemiyorlarsa sırt üstü yatsınlar. Pekala. Zaten yogadan yorgunum. Şavasana.

Zaman?

Oldu mu size 1 o’clock. Kalk Defne kalk. Bu işin sonu yok. Kalkıyorum. Mutfağı topluyorum. Yunanca dersim varsa ödevlerin başına. Yoksa defter kitap önüme açık. Saat 2’de ya Yunanca başlıyor Skype’da (Salı ve Perşembeleri) ya da office hour. Önce emaillerimi okuyorum. Aslında bu işi en sona bırakmalıyım. Biliyorum ama dayanamıyorum. Sanki hemen o anda yanıt vermem gerek. Yanıt da yazmıyorum ya, işte okuyorum. Melodramlık bir durum yoksa ne âlâ. Varsa melodramın derdi sonraki saatlerimi etkileyecek, o yüzden okumak istemiyorum. Önce yazı. Önce yaratıcılık. Önce edebiyat, önce öyküm gelmedi. Olmuyor. Bilgisayar açılınca e-mailler dökülüyor.(Telefonu daha erken kahvaltı sırasında açmış oluyorum. Ama orada email yok. Sadece whatsapp. Gerekli yanıtlar kahvaltı sofrasından yollanıyor.) E-mailler okunduktan sonra hızlı bir sosyal medya taraması. Mesaj var mı yok mu? varsa ne olacak? Cevaplayacak mısın sanki? Hayır. Mesaj ve email cevaplama saati akşama. Neyse.

İnterneti kapat. Bilgisayarı da şimdilik kapat. Telefon hilal ay sembollü do not disturb halinde her daim. Ekranlardan nefret ediyorum. Günlüğümü açıyorum. 24 dakika yaz kızım. Ne yazayım? Aklım durmuş. Onu yaz. 24 dakika ne kadar uzun. 2,5 günlük sayfası doluyor. Yeni fikirler, saptamalar, iç dökmeler. 5. dakikada açılıyor kalem. Yeter ki yılmayın. Yeni öyküler için ilhamlar geliyor. Eski anılar. Bu anı ne diye şimdi aklıma geldi diye yazar-düşünürken bulunan bağ… İlişkilere bir bakış. Eski dostlarla biz şimdi neden böyle olduk? Bir zamanlar aşık olmuştum, ama şimdi ismi neydi unuttum. Günlüğümü yazarken mutlaka “Türkçe sözlü hafif müzik” dinliyorum. Spotify’da Birsen Tezer Radio’yu çalıyorum çoğunlukla: MFÖ, Bülent Ortaçgil, Ezginin Günlüğü, İncesaz, Yeni Türkü, Fikrek Kızılok dönüyor 24 dakikamda. Nazan Öncel çalacak olursa, günlük işi ikinci gatikaya da çıkar. Gidelim buralardan dayanamıyorum.

Yazar olunacaksa okunacak tabii. Sabahki bir gatikayla kalacak değiliz ya. Şimdi yazmak için okuma vakti. Margaret Atwood Flurya ve Antilop (Oryx and Crake). Bu kitabı da ikinci defa okuyorum. Bence iyi kitaplar mutlaka ikinci defa okunmalı. Yazarsanız ya da yazmaya niyetliyseniz üçüncü defa da okunmalı. Yazı öncesi enstrumanı akord etmek için bir yana, insanın dili açılsın, metnin ritmini kapsın diye elbette ama bir yandan da üstat bunu nasıl yazmış diye anlamak için. Bunu da, bence, ancak kurguyu bildiğiniz zaman yapabilirsiniz. Şimdi ne olacak acaba diye sayfaları çevirdiğimiz ilk okumada yazarın neyi nasıl anlattığıyla ilgilenmeye halimiz de vaktimiz de olmuyor. Olmasın da zaten. İlk okuyuşun hakkını yemeyelim. İlk okuyuş hikaye içindir. İkincisiyse edebiyat için. Fulrya ve Antilop’a yeniden başladım çünkü ona öykünen bir öykü yazıyorum. Biraz Atwood, biraz Ishiguro, biraz da Kudra ile Alobar’lı kısımlarıyla Parfümün Dansı. Sonuna erecek mi bu öykü, yoksa bir novellaya mı dönecek, yoksa solup gidecek mi hep beraber izleyip göreceğiz.

Günlük ve kitap seanslarından sonra tam yazmaya başlayacağım. Kapım aralanıyor. Bey.

-Hani akşama Pad Tahi Kung pişirecektin?

-E, pişireceğim. (Tayland usülü Karidesli Noodle yemeği)

-Hazırlıklara kaçta başlayalım?

-Bana iki gatika daha ver.

Zaman uçmuş. Bizim öyküye kala kala iki gati kalmış. O da bir şey. Orhan Pamuk ne demiş? “Bütün gün çalışırım. Sonunda beni tatmin eden yarım sayfa yazabildiysem ne mutlu bana.”

İki gati öykümü yazıyorum. (Bugün o iki gatiyi bu bloğu yazarak geçiriyorum.) Yarım sayfa bazen. Bazen daha çok. Ben kılı kırk yaran bir yazar olmadığım için tangır tungur yazabiliyorum. Sonra düzeltirim. Yarın yeni bir gün.

Akşam yemeğini Bey ile beraber hazırlıyoruz. Gün batımı ön balkonu kızıla boyuyor. Muşamba örtüyü sabunlu bezle siliyorum. Oraya çıkıyoruz. O bir kokteyl hazırlıyor. Old Fashion, Negroni, Gold Rush, Boulevardier. Batan gübe karşı kokteylini yudumluyor. Ben sıkıcı ve ayurvedik. Termosta kaynar su içiyorum yemeğimin yanında. Kedilerin ön balkona çıkması yasak. Camın arkasından bağırıyorlar.

Sonrası akşam. Lambaları yakıyoruz. Salona geçiyorum. Müzik koyuyorum. Bazen Pix Lax. Eleftheria Arnavikaki. Çoğunlukla da Leonard Cohen. İkimiz de Leonard’dan sıkılmıyoruz. Her bir şarkı ezbere bildiğimiz ama tekrar tekrar dinlemekten sıkılmadığımız bir hikaye çünkü. Chelsea Hotel, Famous BLue Raincoat, Suzanne, Maryanne.

Salondaki kanepede e-maillere yanıt veriyorum. Annemi arıyorum. Haftada bir New York’taki arkadaşım Esin ile konuşuyorum. Haftasonu akşamları öğrencilerimle buluşuyorum. Akşam geceye bağlanıyor. Güneşin battığı yerde venüs ile hilal şeklinde ay beliriyorlar bu ara. Kedilerle koşmaca oynuyoruz. Fare at, kovala, saklan, kovala… İkisi de helak olana kadar koşturmazsam gece bize uyku yok. Göz bebekleri kocaman attığım farenin peşinde koşturuyorlar, birbileriyle boğuşuyorlar, odadan odaya yürürken ben bacaklarıma atlıyorlar.  Kahkahalarını duyar gibi oluyorum o zaman.

Kedilerden önce ben yorgun düşüyorum. Kırmızı deri kanepemize yatıp bir gatika daha kitap okuyorum. Atwood ya da Coetzee. Hangisini canım çekerse. Türkçe bir öykü kitabı varsa elimde, bu saatlerde genelde Türkçe öyküler okuyordum. Şermin Yaşar’ın Gelirken Ekmek Al’ını yeni bitirdim. Şİmdi yeni bir öykü kitabına başlayacağım. Raymond Carver’ın Katedral. Cumartesi sabahı başlayacak Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik Yazı Atölyesi için ödevimiz bu. (Evet, Beliz Güçbilmez ile ne zamandır çalışmak istiyordum ama Türkiye’deki zamanın sınırlı olduğu için atölyesine bir türlü kaydolamamıştım. Bu korona karantinasının böyle bir faydası oldu işte. Biz uzakta yaşayanların imrenip durdukları etkinliler ayağımıza geldi.)

Sonra yatak vakti. Tekrar kedi maması, tekrar kedi tuvaleti. Kapıları kilitle. Bey’i yatır. Diş fırçala. Yüz temizle. Diş ipi. Tonik, serum, göz kremi, yüz kremi. Saçları çöz. Fırçala. Pijama. Yatakta film. Sanat filmi olsun ne olur! Sanat filmi yok elimizde. Netflix var. Bööö. Amazon prime? Bir nebze daha iyi ama festival filmi yok mu? Peki elimizde ne varsa onu seyredelim. Çoğunlukla elimizdeki film hüsran. Boşa geçirilmiş 90 dakika. Neredeyse 4 koca gati. Ben bu filmi seyredeceğim yerde neler neler yapardım… Saat olmuş 12. Geceyarısını geçirmeden uyumalı. Kediler odadan çıkart. Kapıları ört ki tırmalayıp açmasınlar. Bey’in bağdaştan yatay pozisyona geçmesine yardım et. Aman dizine dikkat.

VE uyku.

Zaman nasıl akıyor…

Zaman nasıl akıyor?

Sizin orada nasıl?

IMG_1653
Arka Balkonda D Vitamini

Korona Günlerinde Zaman’ için 16 yanıt

  1. Yunus Özçelik 30/04/2020 / 5:59 pm

    Sizi, kaleminizi ve düşüncelerinizi severek okuyorum ve takip ediyorum. Keşke benim de bir günüm sizinki kadar verimli geçebilse..

  2. Makbul Alayunt 30/04/2020 / 6:32 pm

    Ben de “Emanet Zamani” tekrar okuyor olacagim;gelecek hafta.Dediginiz gibi zaman su gibi akiyor. Istanbul’un tarihi yerlerini tekrar tekra gezmek,ya da sevdigimiz koselerinde dolasmak, bir seyler yemek icmek cok hosumuza giderdi esimle beraber. Simdi evdeyiz ama zamanin nasil gectigini anlamiyorum. Kimi zaman basiyor hem de cok fena ama pes etmek yok diyerek bizlein kendi konfor alanimizda oldugumuzu dusunup.sabir sabir diyorum. “Gelirken Ekmek Al’i gecen ay okumustum ve cok sevdim.Kimi zaman huzunle ve birlikte tebessum hatta gulerek okumustum. Sevgiler ve selamlar🙏🏼🙏🏼💝💝

  3. Özden Ardıç 30/04/2020 / 9:08 pm

    Yaş gereği mi bilmem evi seviyorum. Ben hala erken kalkanlardanım. Çok düzenli olmasada uyanıyorum, bazen istemeden kalkıyorum. Uykum var gibi ama uyuyamadığım için kalkıyorum. Ses yapmamak için tel elimde, akşam paylaşımlarına , ilgimi çeken konulara bakıyor ve günaydınları bırakıyorum mesajlara. Sonra yoga ve kahvaltı, sonrası karışık sizin kadar planlı değil. Biraz amaçsızlık var galiba🤗 Bu arada dün kitabınız elime ulaştı. Mavi Orman. Okumaya başlamadım henüz.
    Önceliğimde farklı bir kitap var. Sağlık durumlarından kontejanı var🥰. Haberiniz vardır belki ama kitabı sizinle paylaşmak istedim. Yazarı Dr. Deniz Şimşek. BİRİM kitabın adı. Bütüncül tıp konusunda yazılmış çok başarılı bir kitap. Tavsiye ederim.

  4. juniperist 30/04/2020 / 9:59 pm

    Bunu okuyunca canım Orxy and Crake’i tekrar okumayı çekti – ama tekrar okunacak da ilk defa okunacak da ne çok kitap var – ben o kadar az konsantre olabiliyorum ki bugünlerde. Neyse – denemeye devam….

  5. Berna 30/04/2020 / 11:02 pm

    Festival filmleri için Mubi güzel bir alternatif.

  6. aciknazikyargisizyoga 01/05/2020 / 3:27 pm

    Merhaba sevgili defne çok güzel keşfettiğimiz bir Avrupa film sitesi var ugurfilm.com çok geniş bir yelpaze fakat Türkçe altyazılı, eşinle izleyebilir misin bilmiyorum ☺️

    • Kalemtıraş 01/05/2020 / 4:02 pm

      Çok teşekkürler! Türkçe altyazı zorlar ama ben tek başıma seyrederim. Hemen bakacağım. 🙂

      • aciknazikyargisizyoga 25/09/2020 / 5:44 pm

        Şuan denedim

      • aciknazikyargisizyoga 25/09/2020 / 5:45 pm

        ugurfilm.com olarak bir sorun gözükmüyor bende ve umarım girebilirsin okadar şahane Avrupa filmleri varki anlatamam 🤗

      • Kalemtıraş 25/09/2020 / 5:56 pm

        Çoook teşekkür ederim 🙏 ben Avrupa’dayım diye belki bana hata kodu veriyor

      • aciknazikyargisizyoga 25/09/2020 / 6:05 pm

        Anladım olabilir, biraz bilişimden anlayan bir tanıdığınız varsa çözüm önerisi olabilir belki , umarım hallolur özellikle yunan italyan ve fransız film arşivi muhteşem çünkü 👌🏻sevgiler

  7. fatma 01/05/2020 / 4:51 pm

    Ya Su Atina,

    Zaman suyun bu yakasında da aynı tuhaflıkta akıyor. Düşünüyorum da ben zaman olsam biz insanlardan çoktan vazgeçmiştim herhalde. Yavaş da geçse hızlı da mutlu edemiyor beni zaman. Günler çok hızlı geçiveriyorlar, sabah kalkıyorum; sonra arada ne yapıyorum da akşamı ediveriyorum aklım almıyor. Gündelik hayat bizden öcünü alıyor diye düşünüyorum bazen de. O büyük, dışarıda yaşanan, albenili hayatlar için kendisinden çaldığımız her anı şimdi söke söke geri alıyor sanki önemsiz, ertelenebilir, sevimsiz ayrıntılarla dolu gündelik hayatlarımız 🙂

    Balkonda kalabalık yemek fotoğrafınıza da kedilere de özendim. Ben evde yalnızım. Bir başkası ile olsam zorlanacağımı bile bile, yine de; yemek pişirdiğimde ertesi gün de yemek zorunda olmamak, arada sırada birinin bulaşıkları benim yerime yıkayacak olması ihtimalleri heyecan veriyor bana.Yanızlıktan en çok yemek vakitlerinde şikayet ediyorum.

    Ben de yıllardır burun kıvırdığım arka balkonum ile aşk yaşamaktayım. Biraz adam ettikten sonraki üç günümün neredeyse tamamını orada geçirdim. Apartmanlar arasında ağaçlıklı bir avluya bakıyor arka balkon. Orta sehpadan bozma divanıma oturduğumda sağımda kalan kocaman bir ağaç bir sürü güvercin ve serçeye ev sahipliği yapıyor. Komşularla karşılaşmalar, eskiden olsa esirgenecek selamları şimdi hafif mahçup hal hatır sormalar eşiliğinde mırıldanmalar…

    Şimdi bunları yazarken komşulardan biri piyanosunda Bir Mayıs Marşını çalıyor 🙂 Bizim buralar da böyle canım Atina. Sizin oralardan haber gelince bizim buralar çiçekleniyor ❤

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s