Siz Baba Evini Kaç defa terk ettiniz?

Defne Suman

Bu yazıyı geçen hafta kaleme almaya başlamıştım. Araya başka yazılar girdi. Bugün, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya meydanlara akarken, ben de kalemimi kuşanıp bitirdim.

Mine Söğüt’ün 5 Mart günü Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan “Baba evini derhal terk edin kızlar” başlıklı yazısı ülkemizde epeyce patırtı kopardı. Söğüt “… o despot, o dayakçı, o adaletsiz, o ikiyüzlü, o sinsi, o hesapçı, o güvenilmez babaların evinden erkenden çıkın gidin kızlar,” diyordu yazısında. Çünkü onun da gayet açık ve seçik bir biçimde yazısında değindiği üzere “her baba evi öyle sanıldığı kadar güvenli değildi.” 

Söğüt’ün yazısında bahsettiği “baba evi”nin ne olduğunu, neresi olduğunu biz kadınlar anladık. Onu anlamayan (ve bence yazıyı okumayan) bir kısım erkek ve bir iki kadın (aynı kesim İstanbul Sözleşmesi’nin tek bir maddesini okumuş mudur?) ise Mine Söğüt’e saldırdı. Şaşırdık mı? Hayır. Şaşırmak yerine kendi baba evimizi terk öykülerimizi düşündük. Ben benimkini anlatmaya karar verdim. Bir de bakarsınız ilham olur bazı kızlara…

Ben baba evini terk etmeden çok önce babam bizim evi terk etti. Bunu okuyan bazı kimseler hemen “a, o zaman seninki sayılmaz” diyecektir. Boşanmış aile çocuğu olmak alnımızda damgadır ne de olsa. Mesela bir grup erkeğin tecavüzüne uğrarsınız, tecavüzcü erkeklerin avukatı boşanmış ailede büyümüş bir kız çocuğu oluşunuzu psikolojik rahatsızlığınıza, oradan da tecavüzün kurbanı değil, aksine faili olduğunuza bağlayan bir savla mahkemeye gelir. Olur olur. Olmuştur. Örneklerimizin hepsi cennet vatandan alınıp huzurlarınıza sunulmuştur. Yani diyeceğim şu ki benim baba evini terk öyküm de belki bu yüzden küme düşer. Ama olsun. Bir defa başladık, sonunu getirelim. Dedim ya bazı kadınları yüreklendirir belki. Her kadın baba evini bir değil, onlarca, yüzlerce defa terk etmelidir çünkü, fikrimce.

Ben yasaksız ve dayaksız bir evde büyüdüm. Babam hayatında sadece bir defa, evden ilk kaçışımda avcuma bisiklet pompası ile vurdu. Sekiz yaşındaydım. Büyükada’da, denize girme izni olmayan bahçıvanın kızlarına kendi mayolarımdan, kolluk ve simitlerimden pay edip onları yüzmeye, bizim yokuşun aşağısındaki kayıkhaneden dikenli tellerle ayrılan özel plaja götürmüştüm. Bahçe masamızda, öğle yemeği servis edilirken evdeydim. Bahçıvanın eşi -yüzmeye götürdüğüm kızların annesi- durumu çakmasaydı ve aile soframızın ortasına bomba gibi düşmeseydi, günü zaferle kapatabilirdim. Ama öyle olmadı, bahçıvanın zehir gibi zeki karısı parmağıyla beni işaret ederek huzurla köfte yediğimiz taşlığa daldı. “Bu ne yapmış biliyor musunuz” diye bağırıyordu. “Bu ne yapmış biliyor musunuz? Küçücük oğlanı denize sokmuş!” (Evet, anladınız. Olay kızları denize götürmem değildi, onlara emanet oğlan kardeşi ne yapacağımızı bilemediğimiz için onu da yanımıza almış, mecburen onu da suya sokmuştuk! Kızlar değildi önemli olan. Oğlandı. Benim yüzümden oğlan boğulabilirdi!) Babam yemekten sonra beni çağırdı. Avcumu açtım. Bisiklet pompasıyla vurdu. Yuvadan beri cetvelle sıra dayağına çekilen sınıfların içinde yer aldığımdan avcuma inen pompanın acısı beni pek etkilememişti. Babamsa bu pompa dayağını hiç unutmadı. Kendini aklamak için mi artık nedense, sık sık o gün ne kadar korktuğunu, onun ne kadar korkuttuğumu anlattı durdu, yıllarca.

Diyeceğim şu, babaların terk ettiği, dayaksız ve yasaksız evlerde, melek gibi cici babalarla özgürlük içinde büyüyen, sevgi kadar saygı gören kız çocukları da o evi terk etmelidir.

Babamın korkusu bana bir dizgin olabilirdi. Bir yandan “istediğini yap, yeter ki bana doğruyu söyle” (baba evlerimin yegâne kuralı) derken bir yandan “babacığını korkutma” kartını kullanabilirdi. Başlarda birkaç defa buna niyet etse de hem işe yaramadığını gördüğünden (koskoca adama cesareti ben mi aşılayacaktım?) hem de bir zamanlar kendi baba evini terk etmiş bir oğlan çocuğu olduğundan kendi korkusuyla beni dizginlemekten vazgeçti.

Ben yine de (babamın benden önce terk ettiği) (cici) baba evimi terk ettim.

Üstelik bir defa değil.

İlk önce Cihangir’e taşındım. Yirmi beş yıl önce. En yakın arkadaşımla. İki genç kadın Cihangir’de birinci katta bir apartman dairesinde yaşadık. Ufacık balkonumuz sandalye çekip kitaplar okuduk, şarkılar söyledik, dans ettik. O evi arkadaşlarımızla tıka basa doldurduk. Orada çok güldük. Sadece gençlikte gülünecek kadar çok. Bir ağız dolusu.

Master kastır derken üniversitede okunacak her şeyi bitirdiğimde “baba evi”me dönmem bekleniyordu belki. Annemden, babamdan değilse bile toplumun diğer kesimlerden aldığım sinyal Cihangir’deki “marjinal” hayatın bitip “normal” hayatın başlaması gerektiğiydi. Yirmi sekiz yaşındaydım. Üniversitedeki araştırma görevlisi hayatım yüksek lisans tezimin teslimi ile sona ermişti. Şimdi artık bir iş bulmalı, yavaştan “hayata atılmalıydım.”

Bence hayata atılmak yaşamın yüreğine dalmaktı. O da oturduğun yerde olmazdı. Karşılığında bana ev ve temel ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar cep harçlığı sağlayan gönüllü işlere bakmaya başladım. Dünyada ne çok iş vardı. Hayvan barınaklarında çalışabilirdim, köylerde öğretmenlik yapabilirdim, elma toplamak için sadece konaklama ve yemek değil, epey iyi para da veriliyordu. Şili, Peru, Laos, Tayland, Bali, Hindistan, Nepal ve hatta adını bu araştırmalarım sırasında ilk defa duyduğum Marşal Adaları’nda bile yaşamımı rahatça ikame etmemi sağlayacak işler vardı. Yazdığım e-postaların hepsine olumlu yanıt gelmişti. İş bir pasaporta, bir de uçak biletine bakıyordu. İkisini de aldım. Pasaport on yıllıktı. Bilet tek yön. 

Ülkeden bir süreliğine ayrılmak baba evini çifte kavrulmuş kıvamda terk etmekti. Tadına doyum olmadı. Sanılanın aksine bir gün geri döndüğümde işsiz de kalmadım, kariyer sahibi yaşıtlarımın arayı açtığı filan da yoktu. Aksine yaşadıkları hayatın, istedikleri değil, onlara dayatılan bir hayat olduğunu fark eden birçok yaşıtım kırk yaş öncesinde varoluşsal bunalıma girmişlerdi. Ben henüz ne olduğu ülkemizde pek bilinmeyen yogayı öğretmek üzere meslek hayatıma yeni başlıyordum. Kendi gazozumu kendim açıyordum. Mutluydum.

Baba evi bir defa terk edilmez. Periyodik bir eylemdir. Kaş aldırmaya benzer. Yay gibi alırsınız kaşlarınızı. İki hafta sonra şeklini bozacak tüyler alttan üstten çıkar. Elde cımbız ve ip yeniden işe koyulursunuz. Baba evi de öyledir. Tam çıktım artık derken, birden bakarsınız yine içeridesiniz. Tekrar tekrar terk etmek gerekir.

Evlendiğimde baba evini bir kez daha terk ettim. Düğünden sonra babam beni bir kenara çekip, “sen ciddi misin”, diye sordu. “Evet, dedim dün evlendik ya, oyun gibi mi geldi sana?”

Oyun gibi gelmişti babama. Çünkü kocam hastaydı. Yürüme engelliydi. Bir baba evinde hayal edilen damat özelliklerine sahip değildi. Çalışmıyordu. Çalışmayacaktı. Çalışamayacaktı. Ben bu adamı sevmiştim. Ve yan yana uzanıp, uzun uzun gülebildiğimiz için onunla evleniyordum. En sevdiğimiz kitap birdi. (Küçük Şeylerin Tanrısı) Ve aynı şarkıda birbirimizi susturuyorduk. (Famous Blue Raincoat). Aşık olmak için bu kadarı yeterdi ya, bu adamda dahası da vardı. Bana bakacak bir koca değildi bu erkek. Çocuk istemiyorduk. Kedi seviyorduk. Altı ay dünyanın o yanında, bir bu yanında yaşamak niyetindeydik. Ben uzun yollara tek başıma çıkacaktım yine. O beni evde bekleyecekti.

Aradan on sene daha geçti. Baba evi, sevdiğim erkekle kurduğumuz evimizin pencerelerinden de içeri sızdı. Camları, pencereleri macunla kapladım. İçimi acıtan bir anımı anlatırken espri yapmaya çalışan kocamı uyardım. “En sevdiğim mevsim sonbahardır” dediğimde, “ben ilkbaharı severim,” diye yanıt verir ve bana ilkbaharın güzelliklerini anlatmaya kalkışırsa, ona konumuzun sonbahar olduğunu hatırlattım. (Örnek Shirley Valentine’dan) Dilimizi kadınları aşağılayan küfürlerden temizledik. Ben ev işi yapmayı reddettim. Canım çekmedikçe yemek pişirmeyi de. Anne olmayı da. Kendi paramı kazandım ve ayrı bir hesapta tuttum. Yapmak istemediğim işleri yapabilecek hünerli kadınları işe aldım, onlara hak ettikleri ücreti hiç sektirmeden ödedim. Hayatın hedefine mutluluğu koydum. Özgürlüğüme sahip çıktım, bedenime, heveslerime. Bir erkek yazarın sahip olduğu tüm koşulları hayata geçirmek için yılmadan, yıkılmadan kendime ait odanın kapısını kapattım ve dışarıda olup bitenleri orada, dışarıda bıraktım. Dünya bensiz de pekâlâ dönerken ben kitaplar yazdım. Gururum incecik sardığım yaprak dolmalar değil, rafa inci gibi dizdiğim kitaplarımdır.

Güvenli de olsa baba evini terk ettiğim için, sokaklarda özgürce dolandığım için, ağız dolusu gülüp, hazla, arzuyla seviştiğim için “yaşamak güzel şey be kardeşim” dedim. Diyorum. Hâlâ. Ve hâlâ. Her adımda, her yazımda baba evini biraz daha terk ediyorum.

Son olarak, devlet babanın bir imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçilmez. O kadar kolay olmaz. Kadınlardan bir duvar ördük. Her gün yükseliyoruz, genişliyoruz. Çin seddi gibi sınır tanımaz bir biçimde uzayıp gidiyoruz. Baba evini terk eden kadınlar el eleyiz.

Sokaklardayız ve asla yalnız yürümüyoruz.

ŞUNU DA UNUTMAYALIM! YAYALIM.


“Siz Baba Evini Kaç defa terk ettiniz?” için 9 cevap

  1. Gülay Boyacıgil Avatar
    Gülay Boyacıgil

    Gönlüne ve kalemine sağlık sevgili Defne.
    Umudumu yeşerten kadınlardansın, dilerim torunum Maya da kanatlarını yüreğinin sesisiyle çırpar ve barışır tüm yaşadıklarıyla.
    Hep sevgiyle kal

    gülay boyacıgil 🎈🌼

  2. Ellerinize sağlık.Hem yazılarınızı,hem de kitaplarınızı okurken samimiyetinizi ve doğallığınızı sonuna kadar hisssedebiliyorum.
    Su gibi akıp gidiyor…
    Enerjiniz hiç bitmesin.
    Sevgilerle.

  3. elinize sağlık çok güzel yazmışsınız

  4. Bence kadınlar baba evini güvenli olmasa da terk etmeli (temelli değil), öğrenmeli, gezmeli, görmeli, yaşamalı, yeni insanlarla tanışmalı, aşık olmalı. “Kadınlar da insan.”
    Şimdiki kızlarımızın çoğu baba evinden ayrılmak istemiyor maalesef. o konforu terk etmek; sevdiği insan için bile olsa zor geliyor.
    Erkeklerle alakalı biraz genelleme yapmışsınız. Bu biraz üzücü. Çünkü sizin aksinize ülkemizin erkeklerine karşı da kızlarına karşı da henüz ümidimi yitirmiş değilim. Bence siz de bir şans verin.
    Herşey daha güzel olacak diye düşünün ve inancınızı yitirmeyin.
    Saygılarımla..

  5. ellerinize sağlık sonuna kadar okudum sıkılmadan çok güzeldii:))

  6. ellerinize, emeğinize sağlık 🙂

  7. Ne arada okudum bitti, kaleminize ve yüreğinize sağlık. Ayni güçlü duvarda yan yanayız.

Yorum bırakın