Yogada Hoca Yitirmek 6. Bölüm: Mor-Kırmızı Kayalıklar

“Ne yani? Türkiye’de annesi babası tarafından yeterince takdir görmeden büyüyen insanların hepsi ünlü mü olmak istiyorlar? ” diye sordu Kokia dün yazdıklarımı ona anlatınca. “Kendi şartlarını bütün bir millete genelliyor olmayasın?”

İçimdeki sosyolog minicik bir örnekten yola çıkıp bütün toplum hakkında yargıya varmaya kalkıyorsa bu işten hiç anlamıyor demektir. Hayır, öyle bir demek istememiştim. Ancak dünkü yazıya gelen yorumlara bakınca kanayan bir yaraya parmak bastığımı düşünmeden edemiyorum. Benim büyüdüğüm çevrede bizim çocukların öteki çocuklar ile karşılaştırılması kuşaklardan kuşaklara aktarılan bir aile zaanatı idi. Bu tarz bir mahrumiyet herkeste şöhret arzusu yaratmıyor elbette.  Kimisi çok para kazanmaya kafayı takıyor, kimisi nedeni belirsiz bir hastalığın pençesine düşüyor, kimisi de  ilgi ve takdiri üzerine çekmek için kendine zarar vermeye kadar gidebiliyor.

Başka ailelerde benzer koşullarda büyüyen çocukların takdir ve beğenilme ihtiyaçlarını büyüdüklerinde nasıl tatmin ettikleri başlı başına yeni bir yazı dizisi olabilir.

Kişiliğimiz oluşurken ana-babamızın bize karşı davranışları, evet, temel taşları yerine oturtuyor ve yamuk oturan taşlar bir ömür bizi rahatsız edebiliyor. Fakat bu demek değil ki taşın yamukluğunu farkettiğimiz gün onları suçlamaya başlayabiliriz. Bir yoga inancına göre ruh bu yeryüzüne inerken hangi ana-babanın çocuğu olarak doğacağına kendi karar verirmiş. Karması üzerinde çalışmak için en uygun koşulları kendisine sağlayacak aileyi seçer, oraya düşermiş. Bu özgür iradeyi kutsayan bakış açısı bana biraz ters gelse de, aklınızın bir köşesinde dursun diye yazıyorum. Öte alemlerin nasıl işlediğini bilmeye imkan var mı? Kim bilir belki de sahiden öyledir.

Yaralarımızı anamız babamız açmış olabilir, veya önceki hayatlardan getirmiş olabiliriz, ya da kapanmamış bir hesabımız vardır…neyse. Diyeceğim şu: Benim böyle bir yaram, gölgem var diye ağlamaktansa, o yarayı basamak yapıp üzerinde yükselmek, davranışlarımızın sorumluluğunu alıp, kendimize ve başkalarına zarar veren taraflarımızı terbiye etmeye başlamak bence özgürlüklerin en hası!

***

  Özgürlük demişken…

Günün geri kalanını Georgia O’Keefe müzesinde geçirdim. Bir asır boyunca- 1887’de-1986’a- yaşamış bu ünlü ressamın hayatında için New Meksiko’nun özel bir yeri olduğunu öğrendim. Kuzeydoğu Amerika’nın yeşil, onun için çok yeşil, sadece yeşil olan çayırlarından New Meksiko’ya inmiş ve kalbini çöle kaptırmış genç kadınının o zengin iç dünyasından çıkardıklarını seyredaldım. Başlarda New England’da yaşayan kocasından uzun süre ayrı kalmamak için kısa çöl seyahateri yaparmış. Tek başına arabasına atlayıp burnunu güney batıya çevirir, yeşil kızıla yenik düştüğünde iner, tuvalin başına geçermiş. Kocası öldükten sonra Santa Fe’ye yerleşmiş zaten.

Uzun yolculuklarda ruhu beslenir, mola yerinde ilham perisi onu bekliyor olurmuş. Kayalıklara bakar bakar şöyle dermiş : ” buradaki kayalıklar sanki sizin için boyanmış gibi duruyolar. Ta ki siz onları çizmeye başlayana kadar!”  Hayatı boyunca çok eleştirilmiş, sıkıştırılmış, sinirleri yıpranmış ve her düştüğünde yaratıcı gücünden can alarak ayağa kalkabilmiş. Tekbaşına kalmayı severmiş, ve biraz aksi olduğunu söylermiş tanıdıkları…

6 Mart 1986’da, benim 12. doğumgünümden bir hafta önce, 98 yaşındayken öldüğü ev müze haline getirilmiş. Mutfağı, bahçesi, banyosu, yatak odası, hepsi duruyor. Odadan odaya gezinip, duvarlardaki resimlerine daldım,  sözlerini tekrar tekrar okudum. Orada geçirdiğim bir kaç saat içinde yeteneneğini, gücünü, orjinalliğini, kendine ve sanatına güvenine ve hayata karşı duyduğu aşkı canımda duydum.

Güç, ilham, ruh, yaratıcılık, yoga arasında bir bağlantılar sezer gibi oldum.

Bir pencere daha açıldı bir anlığına. O pencereden gördüklerimi bana  hatırlatsın diye bir kart aldım müzenin hediyelik eşyalar satan dükkanından. Üzerinde Georgia O’Keeffe’nin siyah beyaz bir fotoğrafı. Hala oradan oraya gezdiririm o kartı yanımda.

***

Akşamüstü Whole Foods’a uğrayıp denememiz için sunulmuş ne var ne yoksa hepsinden yedim. Cips, salsa, zeytin, beyaz ekmek, elma, biraz daha cips, guakamole, bu sefer acılısından salsa, kara ekmek, biraz kahve, kraker, humus, havuç, kereviz sapı…Doymak bir yana şişmiştim. Hostelimin karanlık lobisinde konuşmasından tek kelime anlamadığım sahip ile karşılaştım.

“A see you aint doing yo chores” dedi.

Buyur?

“yo chores!”

Şimdi bu durum biraz düzeldi ama o vakitler birisi bilmediğim bir ingilizce kelime söylediğinde elim ayağım birbirine giriyordu.

“Hı hı hı” diyerek odama doğru yollandım.

Arkamdan bağırdı:

“You can’t leave this place without finishing yo chores”.

Buradan öyle kolay kolay çıkamazsın diyor. O kadarını anladım. Bir nevi Hotel California durumu yani. Geri döndüm. Bana duvardaki listeyi gösterdi.

Tezgahların silinmesi- David

Çöpler- Sylvia

Kitaplığın tozu- Sam filan gibi bir takım işler listesi.

Meğer hostel’de kalan biz şansızlar o kadar parayı ödediğimiz yetmiyormuş gibi bir de iş görecekmişiz. Çooor buymuş! İş yapmak.

“Peki” dedim “what is my chore? ben ne yapacağım?”

Yanında isim yazmayan çoor’u küt parmağı ile işaret etti. Boşluğa adımı yazdık:

Mutfak yerlerinin silinmesi- Defne

***

Ailem beni ahbaplarının çocukları ile kıyaslayıp  -bilmeden- benden beğeni ve takdiri esirgemiş olabilir ama elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadıklarını da sizden saklacak değilim. Ben sofra kurup sofra kaldırmaktan başka bir ev işi yapmadan büyümüş, tek başıma yaşadığım yıllarda da biraz yemek pişirmek ve mutfak tezgahlarını silmek ile iştigal etmiştim o kadar. Amerika’ya yerleştiğimde, elleri ve dizlerinin üzerinde mutfak yerlerini silen T. hocayı görünce şok geçirmiş, bana üst kat tuvaletinin temizliğinden sorumlu olduğum söylendiğinde ise uzun süre boyunca işimin dökülen saçlarımı elektrikli süpürge ile toplamaktan ibaret olduğuna inanmıştım. Ta ki bir gün Aisha üst kat tuvaletine gitmek zorunda kalıncaya kadar…Neyse bu başka bir hikaye ve asla anlatılmasa da olur!

Velhasıl, kovayı, paspası elime tutuşturan sahibi tatmin edecek bir iş çıkardığımı zannetmiyorum. Mutfak kocamandı. Okul mutfağı gibi bir şey. Kahvaltımızı orada edebilirmişiz, bu arada onu da öğrenmiş oldum. Tost ekmeği, reçel, tereyağ, çay, kahve oda fiyatımıza dahilmiş! Olsun tabii. Yaptığımız onca çoorun karşılığı o kadar olsun! Yarın 5 tost ekmeği yiyip, beşini de yolluk olarak yanıma almazsam ne olayım!

Kovadaki su siyaha dönene kadar çalıştım. Belli ki benden önce bu çooru üstlenen kişi arka kapıdan tüymüş. O suyun siyaha dönmesi uzun sürmedi yani. Tüyme  seçeneğini düşünmedim değil ama sahip odama çıkan merdivenlerin başında oturmuş, televizyon seyrediyordu.

Nihayet odama çıktığımda öyle yorgundum ki, yeşili görmeden, darlığı hissetmeden Georgia O’Keeffe’nin kızıl mor kayalıklarına doğru uykuya dalıverdim!

Arkası Yarın 7. ve son bölüm: Eve Dönmek.

GeorgiaOKeeffeBlackMesaLand

Yogada Hoca Yitirmek 6. Bölüm: Mor-Kırmızı Kayalıklar’ için 3 yanıt

  1. Güldenur 31/07/2011 / 8:04 pm

    Yazinin sonuna Georgia koyman kahvenin ardindan cikolat tadinda .
    Yarin bitecek olmasina uzuldum . Ama her bitis yeni bir baslangica gebe olabilir
    diye dusunup sevindirik oldum…..

  2. Serena A. 01/08/2011 / 12:40 am

    Bugünki yazı beni çok güldürdü, ne yalan söyliyeylim,Pazartesi sabahına çok iyi geldi! Yarın son bölüm ama yeni yazı dizisini merakla bekliyorum:)
    Sevgiler,
    S.

  3. deniz 01/08/2011 / 2:08 am

    bu seri güzel gidiyor hocam.
    o yazan elleri yerim
    – bilirsin-.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s