Yogada Hoca Yitirmek 7.Bölüm: Eve Dönüş

Foto: Aisha Harley

Υoga yolunu hocasız yürüyebileceğimi hiç düşünmedim. Hala da düşünmüyorum. En azından şimdilik. Güvendiğim, saygı duyduğum ve rehberliğine yüzde yüz teslim olduğum bir hocam var şimdi. Onunla yılda iki defa bir araya geliyor ve diğer zamanlarda bana verdiği ödevleri çalışıyorum. Sıkıştığım zaman ona yazıyor, muhakkak soruma bir yanıt alıyorum. İlişkimizin sınırları son derece net. Arkadaşlık, asistanlık, çömezlik gibi farklı ilişki modlarını aynı anda yürütmeye çalışmıyoruz. O hoca, ben ise yüzlerce öğrencisinden biri.

Bir gün gelecek belki yollarımız ayrılacak. Belki değil muhtemelen ayrılacak. Ben kendi orjinal sistemimi kurmak isteyeceğim. O bana kızacak, ya da serbest bırakacak. Kopuş nasıl olacak bilmiyorum. Doğal bir şekilde, acısız olmasını diliyorum. Ve yıllar yıllar sonra olmasını tabii ki. Daha öğrenecek çok şeyim var.

Hocalık eğitimindeyken birisi nize şöyle bir şey söylemişti: Yoga öğretmeye başladığınız zaman öğrencileriniz sizi sadece öğretmen olarak görmeyecekler. Siz onların terapisti, ana-babası ve hatta sevgililerinin yerine geçeceksiniz. Buna hazırlıklı olun ve sınırlarınızı baştan iyi çizin.

***

T. Hoca öğrencileri ile ilişkisinde sınılarını iyi çizen bir hoca değildi. Ayrılığın tadı T Hoca’nın hocam olarak kalacağına, terapistim, ev arkadaşım, dostum, abim, sırdaşım haline geldiği için de çok acılaştı.  Ondan açlığımı, mahrumiyetlerimi tatmin etmesini bekledim. Bekledim ama aslında bunu hiç dile getirmedim. Onun da bildiğini farz ettim. Farz etmek fena bir şey.

Ama sadece bu değil. Yani sadece takdir, beğenilme, sevilme, özel bir yere konma vs ihtiyaçlarımı tatmin ediyor diye bağlanmadım ben T. Hoca’ya. Bana açtığı yola da sevdalandım. Bazı hocalar insanın ruhunu şeffafmış gibi görebiliyor, tek kelimeleri ile bir ömür karanlıkta kalmış bir noktasınızı aydınlatabiliyorlar. Kör noktalarımızı bize gösterecek aynalar işte böyle hocaların, sağlam dostların veya güvenilir büyüklerin tarafından yüzümüze tutulur.

T.Hoca da bu insanlardan biri idi. Beni Tayland’daki manastır hayatımdan çıkarıp sahici insan ilişkilerine zorlaması, aşka, şefkate, yumuşamaya ve dolayısı ile yogaya nasıl da direndiğimi bir bir gözlerimin önüne sermesi bana verdiği hediyelerin sadece bir ikisi.

Sonrasında yaşadıklarımız ve takdir etmediğim davranışları ona karşı duyduğum sevgi ve şükran hislerini asla değiştirmedi. Kendine ve etrafına zararı büyük insanları, davranışlarından bağımsız sevebileceğimi de  bana T. Hoca öğretti.

Belki de bana verdiği en değerli hediye de bu idi.

***

Gelecekten o günlere baktığımda, yaşanmış bir tek tecrübenin bile ziyan veya yanlış olmadığını görüyorum. Yaşarken elbette ki pişmanlık, öfke, lanetleme hallerinden geçtim. O anın “öyle” değil de  “böyle” olması gerektiğini kendime tekrarlayıp durdum. Oysa şimdi buradan o vakitlere bakarken biliyorum ki,  o an tam da olması gerektiği gibi yaşandı. Geçmişin bir saniyesinde bile bir değişiklik olsaydı, mesela P.Hoca’nın Santa Fe’deki kursu iptal edilmeseydi, belki de şu andan bulunduğum Albina Press kahvesinde, karşımda Kokia ile bir masada oturmuş bunları yazmıyordum.

Dolayısı ile şu anda başımıza gelenler, aslında en iyisi. Sonraki adımı enine boyunca çok da düşünmeden atmak gerek. Gelecekten geçmişe bakınca görüyorum ki hayatımdaki keskin virajları inceden inceye düşünüp verdiğim kararlarda değil, hasbelkader attığım adımlarda almışım!

Bana öyle geliyor ki düzen incecik ipek iplikle örülmüş olağanüstü karmaşık ama mükemmel bir tığ işi örtüye benziyor.

***

Uçakta eve dönüyorum.

Göğüs kafesimde boşluk alanını epey genişletmiş ama yine de çoğunluğun oyları darlıktan yana. Eve dönünce karşılaşacaklarımdan korkuyorum. Hep korktum zaten. Başı sonu belli bir planım olmadan uçaktan inmekten, “eh sen şimdi ne yapacaksın”, sorularından daha şimdiden sıkılıyorum.

Olsun. Yanımdaki koltuk boş, yayılıyorum.

Cebimde print etmiş olduğum bir e-posta var. Zeynep Aksoy’dan gelmiş:

Sevgili Defne,

Biz bu yaz altı haftalığına Hindistan’a gitmek istiyoruz. Yokluğumuzda dersleri sana ve Mey’e bırakmayı konuştuk. Aklına yatarsa lütfen bizi ara. 

Ve sonunda David’in notu:

Bir de Cihangir Yoga web sitesinde bir yoga bloğu başlatmayı düşünüyoruz. Yazarı sen olur musun? 

Yorgun bacaklarımı uzatıp uyuyabilirm.

Yolum uzun çünkü.

Eve dönüyorum.

***SON***

Bu hikayenin devamı Mavi Orman'da!

Yogada Hoca Yitirmek 6. Bölüm: Mor-Kırmızı Kayalıklar

“Ne yani? Türkiye’de annesi babası tarafından yeterince takdir görmeden büyüyen insanların hepsi ünlü mü olmak istiyorlar? ” diye sordu Kokia dün yazdıklarımı ona anlatınca. “Kendi şartlarını bütün bir millete genelliyor olmayasın?”

İçimdeki sosyolog minicik bir örnekten yola çıkıp bütün toplum hakkında yargıya varmaya kalkıyorsa bu işten hiç anlamıyor demektir. Hayır, öyle bir demek istememiştim. Ancak dünkü yazıya gelen yorumlara bakınca kanayan bir yaraya parmak bastığımı düşünmeden edemiyorum. Benim büyüdüğüm çevrede bizim çocukların öteki çocuklar ile karşılaştırılması kuşaklardan kuşaklara aktarılan bir aile zaanatı idi. Bu tarz bir mahrumiyet herkeste şöhret arzusu yaratmıyor elbette.  Kimisi çok para kazanmaya kafayı takıyor, kimisi nedeni belirsiz bir hastalığın pençesine düşüyor, kimisi de  ilgi ve takdiri üzerine çekmek için kendine zarar vermeye kadar gidebiliyor.

Başka ailelerde benzer koşullarda büyüyen çocukların takdir ve beğenilme ihtiyaçlarını büyüdüklerinde nasıl tatmin ettikleri başlı başına yeni bir yazı dizisi olabilir.

Kişiliğimiz oluşurken ana-babamızın bize karşı davranışları, evet, temel taşları yerine oturtuyor ve yamuk oturan taşlar bir ömür bizi rahatsız edebiliyor. Fakat bu demek değil ki taşın yamukluğunu farkettiğimiz gün onları suçlamaya başlayabiliriz. Bir yoga inancına göre ruh bu yeryüzüne inerken hangi ana-babanın çocuğu olarak doğacağına kendi karar verirmiş. Karması üzerinde çalışmak için en uygun koşulları kendisine sağlayacak aileyi seçer, oraya düşermiş. Bu özgür iradeyi kutsayan bakış açısı bana biraz ters gelse de, aklınızın bir köşesinde dursun diye yazıyorum. Öte alemlerin nasıl işlediğini bilmeye imkan var mı? Kim bilir belki de sahiden öyledir.

Yaralarımızı anamız babamız açmış olabilir, veya önceki hayatlardan getirmiş olabiliriz, ya da kapanmamış bir hesabımız vardır…neyse. Diyeceğim şu: Benim böyle bir yaram, gölgem var diye ağlamaktansa, o yarayı basamak yapıp üzerinde yükselmek, davranışlarımızın sorumluluğunu alıp, kendimize ve başkalarına zarar veren taraflarımızı terbiye etmeye başlamak bence özgürlüklerin en hası!

***

  Özgürlük demişken…

Günün geri kalanını Georgia O’Keefe müzesinde geçirdim. Bir asır boyunca- 1887’de-1986’a- yaşamış bu ünlü ressamın hayatında için New Meksiko’nun özel bir yeri olduğunu öğrendim. Kuzeydoğu Amerika’nın yeşil, onun için çok yeşil, sadece yeşil olan çayırlarından New Meksiko’ya inmiş ve kalbini çöle kaptırmış genç kadınının o zengin iç dünyasından çıkardıklarını seyredaldım. Başlarda New England’da yaşayan kocasından uzun süre ayrı kalmamak için kısa çöl seyahateri yaparmış. Tek başına arabasına atlayıp burnunu güney batıya çevirir, yeşil kızıla yenik düştüğünde iner, tuvalin başına geçermiş. Kocası öldükten sonra Santa Fe’ye yerleşmiş zaten.

Uzun yolculuklarda ruhu beslenir, mola yerinde ilham perisi onu bekliyor olurmuş. Kayalıklara bakar bakar şöyle dermiş : ” buradaki kayalıklar sanki sizin için boyanmış gibi duruyolar. Ta ki siz onları çizmeye başlayana kadar!”  Hayatı boyunca çok eleştirilmiş, sıkıştırılmış, sinirleri yıpranmış ve her düştüğünde yaratıcı gücünden can alarak ayağa kalkabilmiş. Tekbaşına kalmayı severmiş, ve biraz aksi olduğunu söylermiş tanıdıkları…

6 Mart 1986’da, benim 12. doğumgünümden bir hafta önce, 98 yaşındayken öldüğü ev müze haline getirilmiş. Mutfağı, bahçesi, banyosu, yatak odası, hepsi duruyor. Odadan odaya gezinip, duvarlardaki resimlerine daldım,  sözlerini tekrar tekrar okudum. Orada geçirdiğim bir kaç saat içinde yeteneneğini, gücünü, orjinalliğini, kendine ve sanatına güvenine ve hayata karşı duyduğu aşkı canımda duydum.

Güç, ilham, ruh, yaratıcılık, yoga arasında bir bağlantılar sezer gibi oldum.

Bir pencere daha açıldı bir anlığına. O pencereden gördüklerimi bana  hatırlatsın diye bir kart aldım müzenin hediyelik eşyalar satan dükkanından. Üzerinde Georgia O’Keeffe’nin siyah beyaz bir fotoğrafı. Hala oradan oraya gezdiririm o kartı yanımda.

***

Akşamüstü Whole Foods’a uğrayıp denememiz için sunulmuş ne var ne yoksa hepsinden yedim. Cips, salsa, zeytin, beyaz ekmek, elma, biraz daha cips, guakamole, bu sefer acılısından salsa, kara ekmek, biraz kahve, kraker, humus, havuç, kereviz sapı…Doymak bir yana şişmiştim. Hostelimin karanlık lobisinde konuşmasından tek kelime anlamadığım sahip ile karşılaştım.

“A see you aint doing yo chores” dedi.

Buyur?

“yo chores!”

Şimdi bu durum biraz düzeldi ama o vakitler birisi bilmediğim bir ingilizce kelime söylediğinde elim ayağım birbirine giriyordu.

“Hı hı hı” diyerek odama doğru yollandım.

Arkamdan bağırdı:

“You can’t leave this place without finishing yo chores”.

Buradan öyle kolay kolay çıkamazsın diyor. O kadarını anladım. Bir nevi Hotel California durumu yani. Geri döndüm. Bana duvardaki listeyi gösterdi.

Tezgahların silinmesi- David

Çöpler- Sylvia

Kitaplığın tozu- Sam filan gibi bir takım işler listesi.

Meğer hostel’de kalan biz şansızlar o kadar parayı ödediğimiz yetmiyormuş gibi bir de iş görecekmişiz. Çooor buymuş! İş yapmak.

“Peki” dedim “what is my chore? ben ne yapacağım?”

Yanında isim yazmayan çoor’u küt parmağı ile işaret etti. Boşluğa adımı yazdık:

Mutfak yerlerinin silinmesi- Defne

***

Ailem beni ahbaplarının çocukları ile kıyaslayıp  -bilmeden- benden beğeni ve takdiri esirgemiş olabilir ama elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadıklarını da sizden saklacak değilim. Ben sofra kurup sofra kaldırmaktan başka bir ev işi yapmadan büyümüş, tek başıma yaşadığım yıllarda da biraz yemek pişirmek ve mutfak tezgahlarını silmek ile iştigal etmiştim o kadar. Amerika’ya yerleştiğimde, elleri ve dizlerinin üzerinde mutfak yerlerini silen T. hocayı görünce şok geçirmiş, bana üst kat tuvaletinin temizliğinden sorumlu olduğum söylendiğinde ise uzun süre boyunca işimin dökülen saçlarımı elektrikli süpürge ile toplamaktan ibaret olduğuna inanmıştım. Ta ki bir gün Aisha üst kat tuvaletine gitmek zorunda kalıncaya kadar…Neyse bu başka bir hikaye ve asla anlatılmasa da olur!

Velhasıl, kovayı, paspası elime tutuşturan sahibi tatmin edecek bir iş çıkardığımı zannetmiyorum. Mutfak kocamandı. Okul mutfağı gibi bir şey. Kahvaltımızı orada edebilirmişiz, bu arada onu da öğrenmiş oldum. Tost ekmeği, reçel, tereyağ, çay, kahve oda fiyatımıza dahilmiş! Olsun tabii. Yaptığımız onca çoorun karşılığı o kadar olsun! Yarın 5 tost ekmeği yiyip, beşini de yolluk olarak yanıma almazsam ne olayım!

Kovadaki su siyaha dönene kadar çalıştım. Belli ki benden önce bu çooru üstlenen kişi arka kapıdan tüymüş. O suyun siyaha dönmesi uzun sürmedi yani. Tüyme  seçeneğini düşünmedim değil ama sahip odama çıkan merdivenlerin başında oturmuş, televizyon seyrediyordu.

Nihayet odama çıktığımda öyle yorgundum ki, yeşili görmeden, darlığı hissetmeden Georgia O’Keeffe’nin kızıl mor kayalıklarına doğru uykuya dalıverdim!

Arkası Yarın 7. ve son bölüm: Eve Dönmek.

GeorgiaOKeeffeBlackMesaLand

Yogada Hoca Yitirmek 5. Bölüm: Darlık 998- Boşluk 2

Bir defasında modern bir medyum/terapist kişiye görünmüştüm. İstanbul’da yaşayan bu ingiliz adam karşıma geçip gözlerini bir süreliğine kapamış açtığında sorularıma ve sormadıklarıma bir bir cevap vermişti. İşin tuhaf tarafı adamın adı sanı, evinin yeri ve hatta söylediklerinin büyük kısmı bile hafızamdan uçup gitmiş. Şimdi size yazarken acaba rüya mıydı o yav, diye de içimden geçmiyor değil hani.

Ama sıcak bir yaz günü olduğunu hatırlıyorum mesela. Karanlık bir bodrum katı dairesinde deri koltuklarda karşılıklı oturduğumuzu, adamın müthiş sevimsiz, sert ve asıl suratlı olduğunu, medyum/terapi hizmetine euro üzerinden fiyat biçtiğini ve kendimi çok rahatsız hissedip açılamadığımı hatırlıyorum.

Bir de şu sözlerini:

Sen ünlü olmak istiyorsun. Şöhret istiyorsun. Bunu böylece kabul et. Beğenilmek ve takdir görmek istiyorsun çünkü büyürken aileden bunları görmemişsin. Ancak ünlü olmak senin içindeki açlığı doyuracaktır.  

Çocukken evet ünlü olmak isterdim. Ama bütün çocukların hayali değil midir dünyanın en ünlü bilmemnesi olmak? Hollywood’a gidip artiz olacaktım. Amerika bir sürü sarışın uzun boylu artizler ile dolu idi ama benim gibi kara kaşlı kara gözlü avrupalı ufak tefeklerin biri bin para ediyordu. Haksız mıymışım? Buyrun bakın ikinci bir  Penelope Cruz çıktı mı şu Hollywood’dan mesela?

Ve fakat bu arzu hala benimle miydi yani? Medyum/terapistin evinden çıkmış, daracık eğri büğrü yollardan yokuş aşağı yürürken (bakın bunu da hatırlıyorum) sahiden öyle mi ya, diye düşünüyordum.

Sonra bir de büyürken esirgenen beğenilme ve takdir ihtiyacım vardı. Kimin yoktu? Türkiye’de yetişen çocukların kaç tanesi ailesinin tastamam beğeni ve takdirini kazanmıştı da ben kazanacaktım? Benimkiler de kendi anne-babalarından gördüklerini bana geçirmişlerdi işte. Hep bir takım başka çocukların başarısı konuşulur, onlar örnek gösterilir ve o başka çocukların sahiden benden daha iyi olduğuna inanılırdı. İnanırdık yani hepimiz birden. Muhtemelen o başka çocuklar da benim başarı hikayelerimi kendi anne-babalarından duyar, kendilerini bana nazaran bir eksik bir ezik hisserlerdi.

Ah ah ah! Kendi yaralarımız, eksiklik ve güvensizliklerimizi çocuklarımız ile geçirmeye çalışırken aynı yaraları onlara geçirdiğimizi nasıl fark etmiyoruz?

***

Ertesi sabah çiğ yeşili odamda uyandığımda yüreğim yine ağırlaşmıştı. Zaten insanın canını çok sıkan bir durumdan bir söz, bir dokunuş ile çıkması ancak filmlerde olan bir şey. Gerçekte ise şu oluyor (bence): Birisi laf ediyor. O laf ile yeni bir pencere açılıyor önümüzde. O pencereden görünen manzara bildiğimiz manzaradan öyle farklı ki içimize bir sünger çekiliyor sanki. Yüreğimize su serpiliyor. Bunalım sona erdi sanılıyor. Ve fakat araya uyku giriyor, yemek giriyor, duş giriyor, zaman değişiyor ve bir daha gözlerimizi açtığımızda, kendimizi pencereden yine o eski bildik manzaraya bakar buluyoruz.

Sar baştan.

Yok değil aslında sar baştan. Çünkü yeni manzaya bakan pencerelerin önce seyrek sonra sıklaşan bir hızda açılıp açılıp kapanması ile durumlar değişiyor.  Şaan ile konuşmamız sırasında hayatıma bir hocanın çömezi olarak devam etmek zorunda olmadığım gerçeğine gözlerim açılmış, sıkışık göğüs kafesim o an boşluk ile dolmuştu. Karanlığa flaş çakmıştı. Çiğ yeşili odaya gözümü açtığımda o boşluğu hissedemiyorum fakat biliyorum ki dün, flaş çaktığında,  sıkışıklık boşluğa yer açmak için kenara çekilmek zorunda kaldı. Böyle devam ederse milim milim  boşluk darlığı yenip göğüs kafesini ele geçirebilir. Şimdilik skor Darlık 999-Boşluk 1 gibi bir şey.

Bu işlerin böyle işlediğini şimdi biliyorum. O sabah bilmiyordum aslında. Bu yüzden de yine aynı sıkıntı ile uyandığımda çok çok çok bozuldum. İyileştiğime cidden inanmıştım demek ki. Oysa şimdi ülkeme dönüp yoga hocalığı yapmak istemiyorum, çoktan pişmiş olduğuma inanmıyorum, bir hocanın çömezi olarak yoluma devam etmekten başka yol göremiyorum. Haftada yedi gün günde yirmidört saat bir hocanın ayak işlerini yapmaya hazırım, yeter ki hayatımın sorumluluğunu üzerime almayayım. Düşüncelerim sadece sorun odaklı gidiyor da gidiyor, çözümlere alerjim var sanki.

Kalktım. Verilmiş sözlerim vardı. Bir de hediye verilmiş 9 ader yoga dersim. The Body’de Mysore’a girdim. Genç bir kadın hoca ortalıkta dolanıyor, benimle de ilgilenmedi -isabet- ben yogamı tamamlayıp sokağa çıktım. Dışarıda hava benim içimdeki havaya taş çıkartacak kadar tatlı. Isıran rüzgar dinmiş, güneş ışıkları tenimde şarkı söylüyor sanki!

Arabama atlayıp kahvaltı randevum için verilmiş adrese doğru yollandım. Nefis bir kafe daha! Tamamı organik ürünlerden oluşan bir menü, havanın tadını çıkarmak için dışarı yayılmış bir alay güzel, sağlıklı, parlak gözlü, inci dişli genç insan! Demek gençler buradalarmış! Santa Fe downtown’da değil.

Randevuma her zamanki gibi erken varmıştım. Bir kahve ısmarlayıp içerideki masaların birine yerleştim, günlüğümü açıp sıkıntımı satırlara satmaya çalıştım.

Nicolai hoca masamın başında belirdiğinde kaptırmış yazıyordum. Farketmedim.

***

Şimdi size bir şey itiraf edeyim: Bu benim New Meksiko eyaletine ilk gelişim değildi. Hocalık eğitimimin ilk ayağını Santa Fe yakınlarında yer alan bir Zen manastırında tamamlamıştım. T. hocanın cesaretlendirmesi ile Tias Little’in programına yazılmış, hatta az bir şey burs bile kazanmış ve resmi bir sertifka için New Meksiko’da bir ay geçirmiştim. Manastırdan çıkmadan.

Nicolai hoca ile de bu eğitim sırasında tanışmıştım. Sanskrit derslerini veriyordu. Bize iki derste alfabeyi ve hep kullandığımız yoga terimlerinin köklerini, dallarını öğretmişti. Bana Tayland’daki ilk hocam Panço’yu hatırlatan sakin, bilgili, insanda  güven ve saygı uyandıran bir havası vardı.

Bir önceki akşam yemek sırasında Şaan, Nicolai hocadan sanskrit ve yoga sutra derslerini aldığını söylediğinde onun da Santa Fe’de yaşadığını hatırladım. Şaan derslerinden çok memnundu. Yoga sutraları orjinal dilinde okuyabiliyor, yazabiliyor ve Nicolai hoca’nın yorumları ışığında Patanjali’nin nerede ne demek istediğini -nihayet- anlıyordu.

***

Nicolai hoca’ya telefonda kendimi uzun uzun hatırlatmaya hazırlamıştım kendimi, oysa o beni sesimden tanıdı.

“Defne, değil mi?”

Bu ne ya? Bütün şehir benim orada olduğumdan haberdar mı?

Yok artık!

Sesimden çıkarmış! Tamam ingilizceyi ağır ve kendime özgü bir aksan ile konuşuyorum ama Nicolai hoca’nın kulağından da bir yılda yüzlerce ses ve aksan geçiyor. Benimkini nasıl ayırd etti? Ve hatta ismimi hatırladı? Ve bir de ismimi türkçe olarak Defne diye telafuz etti. Amerikalıların -ve dahi Amerika’da iken kendimin- söylediği gibi Daphne olarak değil yani.  Akustik odaklı yaşamak böyle becerileri beraberinde getiriyor herhalde!

Kuru meyveli, badem sütlü, kavrulmuş granolamı ağır ağır çiğner, dilim ve damağım arasında ezip ezip yutarken Nicolai hoca ile oradan buradan konuştuk. Kendisinden özel ders almak istediğimi söyledim. Skype üzerinden ders vermeyi düşünür müydü? Anlaştık. Almam gereken kitapların listesini yazdı, hatta bir tanesini arabasından getirip bana hediye bile etti.

İkinci kahvemi alıp yeniden oturmuştum ki, T. hocayı sordu. Hay aksi! Tanıştıklarını unutmuştum! Yoga dünyasının ne kadar küçük olduğuna inanamasınız.  Bir yoga hocası ile tanışın, kutuplarda yaşıyor olsun mesela, muhakkak ortak tanıdığız bir başka yoga hocası çıkacaktır!

İyi işte ne olsun filan demeye kalmadan benim surat düştü yine. Ağlamadım ama. Kısaca anlattım olan biteni. Ve son 24 saat içinde ikinci defa aynı cümleyi duydum:

Yoga dünyasında herkesin başına gelir bu. Aslına bakarsan bu durum bir nevi ergenliğe geçiş töreni gibi bir şeydir. Artık çocuk olmadığının, kendi yoluna gideceğinin işaretidir.”

Baktı ki yüzüm gülmüyor:

“Ayrıca” dedi “Bir çok eski yoga metninde esas hocanın kendi içimizde yaşadığı yazılmıştır. Dışarıda hoca içeridekini uyandırmak için başta vardır, sonra ona ihtiyaç seyrekleşir. Eğer dış hocaya bağımlı kalırsan, içindeki hep uyur.”

Yaa biliyorum bunları ama?

“Bazen de” diye devam etti. “Hoca bile bile en karanlık, en insani, en gölgeli taraflarını ortaya serer. Öğrenci onun da insan olduğunu anlasın, idealize edip, yüce bir yere yerleştirmesin diye yapar bunu.  Ve hatta belki de kendisini terk etsin diye yapar. T. hoca da kendi yüceliğini senin gözünde yerle bir etmiş ki ona bağımlılığın kırılsın. Sana en değerli hediyeyi vermiş: Özgürlüğünü”

Haftaya ilk dersimizi yapmak üzere sözleşip ayrıldık.  Güneşi tenime çeke çeke yürürken baktım kafama kazınmış o melodiyi ister istemez mırıldanıyorum:

Özel olduğumdan değil,

Çekip gittiğimden değil, dedim ya…

Ben özgürüm!

Sadece özgürüm!

Yeni skor darlık 998- boşluk 2’ye dönmüştü!

Arkası yarın…bizden ayrılmayın!

***

Not: Nicolai Bachman ile derslerimiz epey seyrekleşmiş olsa da hala sürüyor. Kısa zaman önce Patanjali’nin Yoga Sutra’larını açıklayıp yorumladığı yeni kitabı çıktı. Kendisinden ders almak isterseniz işte adresi: http://www.sanskritsounds.com

Santa FE Nisan 2007