Υoga yolunu hocasız yürüyebileceğimi hiç düşünmedim. Hala da düşünmüyorum. En azından şimdilik. Güvendiğim, saygı duyduğum ve rehberliğine yüzde yüz teslim olduğum bir hocam var şimdi. Onunla yılda iki defa bir araya geliyor ve diğer zamanlarda bana verdiği ödevleri çalışıyorum. Sıkıştığım zaman ona yazıyor, muhakkak soruma bir yanıt alıyorum. İlişkimizin sınırları son derece net. Arkadaşlık, asistanlık, çömezlik gibi farklı ilişki modlarını aynı anda yürütmeye çalışmıyoruz. O hoca, ben ise yüzlerce öğrencisinden biri.
Bir gün gelecek belki yollarımız ayrılacak. Belki değil muhtemelen ayrılacak. Ben kendi orjinal sistemimi kurmak isteyeceğim. O bana kızacak, ya da serbest bırakacak. Kopuş nasıl olacak bilmiyorum. Doğal bir şekilde, acısız olmasını diliyorum. Ve yıllar yıllar sonra olmasını tabii ki. Daha öğrenecek çok şeyim var.
Hocalık eğitimindeyken birisi nize şöyle bir şey söylemişti: Yoga öğretmeye başladığınız zaman öğrencileriniz sizi sadece öğretmen olarak görmeyecekler. Siz onların terapisti, ana-babası ve hatta sevgililerinin yerine geçeceksiniz. Buna hazırlıklı olun ve sınırlarınızı baştan iyi çizin.
***
T. Hoca öğrencileri ile ilişkisinde sınılarını iyi çizen bir hoca değildi. Ayrılığın tadı T Hoca’nın hocam olarak kalacağına, terapistim, ev arkadaşım, dostum, abim, sırdaşım haline geldiği için de çok acılaştı. Ondan açlığımı, mahrumiyetlerimi tatmin etmesini bekledim. Bekledim ama aslında bunu hiç dile getirmedim. Onun da bildiğini farz ettim. Farz etmek fena bir şey.
Ama sadece bu değil. Yani sadece takdir, beğenilme, sevilme, özel bir yere konma vs ihtiyaçlarımı tatmin ediyor diye bağlanmadım ben T. Hoca’ya. Bana açtığı yola da sevdalandım. Bazı hocalar insanın ruhunu şeffafmış gibi görebiliyor, tek kelimeleri ile bir ömür karanlıkta kalmış bir noktasınızı aydınlatabiliyorlar. Kör noktalarımızı bize gösterecek aynalar işte böyle hocaların, sağlam dostların veya güvenilir büyüklerin tarafından yüzümüze tutulur.
T.Hoca da bu insanlardan biri idi. Beni Tayland’daki manastır hayatımdan çıkarıp sahici insan ilişkilerine zorlaması, aşka, şefkate, yumuşamaya ve dolayısı ile yogaya nasıl da direndiğimi bir bir gözlerimin önüne sermesi bana verdiği hediyelerin sadece bir ikisi.
Sonrasında yaşadıklarımız ve takdir etmediğim davranışları ona karşı duyduğum sevgi ve şükran hislerini asla değiştirmedi. Kendine ve etrafına zararı büyük insanları, davranışlarından bağımsız sevebileceğimi de bana T. Hoca öğretti.
Belki de bana verdiği en değerli hediye de bu idi.
***
Gelecekten o günlere baktığımda, yaşanmış bir tek tecrübenin bile ziyan veya yanlış olmadığını görüyorum. Yaşarken elbette ki pişmanlık, öfke, lanetleme hallerinden geçtim. O anın “öyle” değil de “böyle” olması gerektiğini kendime tekrarlayıp durdum. Oysa şimdi buradan o vakitlere bakarken biliyorum ki, o an tam da olması gerektiği gibi yaşandı. Geçmişin bir saniyesinde bile bir değişiklik olsaydı, mesela P.Hoca’nın Santa Fe’deki kursu iptal edilmeseydi, belki de şu andan bulunduğum Albina Press kahvesinde, karşımda Kokia ile bir masada oturmuş bunları yazmıyordum.
Dolayısı ile şu anda başımıza gelenler, aslında en iyisi. Sonraki adımı enine boyunca çok da düşünmeden atmak gerek. Gelecekten geçmişe bakınca görüyorum ki hayatımdaki keskin virajları inceden inceye düşünüp verdiğim kararlarda değil, hasbelkader attığım adımlarda almışım!
Bana öyle geliyor ki düzen incecik ipek iplikle örülmüş olağanüstü karmaşık ama mükemmel bir tığ işi örtüye benziyor.
***
Uçakta eve dönüyorum.
Göğüs kafesimde boşluk alanını epey genişletmiş ama yine de çoğunluğun oyları darlıktan yana. Eve dönünce karşılaşacaklarımdan korkuyorum. Hep korktum zaten. Başı sonu belli bir planım olmadan uçaktan inmekten, “eh sen şimdi ne yapacaksın”, sorularından daha şimdiden sıkılıyorum.
Olsun. Yanımdaki koltuk boş, yayılıyorum.
Cebimde print etmiş olduğum bir e-posta var. Zeynep Aksoy’dan gelmiş:
Sevgili Defne,
Biz bu yaz altı haftalığına Hindistan’a gitmek istiyoruz. Yokluğumuzda dersleri sana ve Mey’e bırakmayı konuştuk. Aklına yatarsa lütfen bizi ara.
Ve sonunda David’in notu:
Bir de Cihangir Yoga web sitesinde bir yoga bloğu başlatmayı düşünüyoruz. Yazarı sen olur musun?
“Ne yani? Türkiye’de annesi babası tarafından yeterince takdir görmeden büyüyen insanların hepsi ünlü mü olmak istiyorlar? ” diye sordu Kokia dün yazdıklarımı ona anlatınca. “Kendi şartlarını bütün bir millete genelliyor olmayasın?”
İçimdeki sosyolog minicik bir örnekten yola çıkıp bütün toplum hakkında yargıya varmaya kalkıyorsa bu işten hiç anlamıyor demektir. Hayır, öyle bir demek istememiştim. Ancak dünkü yazıya gelen yorumlara bakınca kanayan bir yaraya parmak bastığımı düşünmeden edemiyorum. Benim büyüdüğüm çevrede bizim çocukların öteki çocuklar ile karşılaştırılması kuşaklardan kuşaklara aktarılan bir aile zaanatı idi. Bu tarz bir mahrumiyet herkeste şöhret arzusu yaratmıyor elbette. Kimisi çok para kazanmaya kafayı takıyor, kimisi nedeni belirsiz bir hastalığın pençesine düşüyor, kimisi de ilgi ve takdiri üzerine çekmek için kendine zarar vermeye kadar gidebiliyor.
Başka ailelerde benzer koşullarda büyüyen çocukların takdir ve beğenilme ihtiyaçlarını büyüdüklerinde nasıl tatmin ettikleri başlı başına yeni bir yazı dizisi olabilir.
Kişiliğimiz oluşurken ana-babamızın bize karşı davranışları, evet, temel taşları yerine oturtuyor ve yamuk oturan taşlar bir ömür bizi rahatsız edebiliyor. Fakat bu demek değil ki taşın yamukluğunu farkettiğimiz gün onları suçlamaya başlayabiliriz. Bir yoga inancına göre ruh bu yeryüzüne inerken hangi ana-babanın çocuğu olarak doğacağına kendi karar verirmiş. Karması üzerinde çalışmak için en uygun koşulları kendisine sağlayacak aileyi seçer, oraya düşermiş. Bu özgür iradeyi kutsayan bakış açısı bana biraz ters gelse de, aklınızın bir köşesinde dursun diye yazıyorum. Öte alemlerin nasıl işlediğini bilmeye imkan var mı? Kim bilir belki de sahiden öyledir.
Yaralarımızı anamız babamız açmış olabilir, veya önceki hayatlardan getirmiş olabiliriz, ya da kapanmamış bir hesabımız vardır…neyse. Diyeceğim şu: Benim böyle bir yaram, gölgem var diye ağlamaktansa, o yarayı basamak yapıp üzerinde yükselmek, davranışlarımızın sorumluluğunu alıp, kendimize ve başkalarına zarar veren taraflarımızı terbiye etmeye başlamak bence özgürlüklerin en hası!
***
Özgürlük demişken…
Günün geri kalanını Georgia O’Keefe müzesinde geçirdim. Bir asır boyunca- 1887’de-1986’a- yaşamış bu ünlü ressamın hayatında için New Meksiko’nun özel bir yeri olduğunu öğrendim. Kuzeydoğu Amerika’nın yeşil, onun için çok yeşil, sadece yeşil olan çayırlarından New Meksiko’ya inmiş ve kalbini çöle kaptırmış genç kadınının o zengin iç dünyasından çıkardıklarını seyredaldım. Başlarda New England’da yaşayan kocasından uzun süre ayrı kalmamak için kısa çöl seyahateri yaparmış. Tek başına arabasına atlayıp burnunu güney batıya çevirir, yeşil kızıla yenik düştüğünde iner, tuvalin başına geçermiş. Kocası öldükten sonra Santa Fe’ye yerleşmiş zaten.
Uzun yolculuklarda ruhu beslenir, mola yerinde ilham perisi onu bekliyor olurmuş. Kayalıklara bakar bakar şöyle dermiş : ” buradaki kayalıklar sanki sizin için boyanmış gibi duruyolar. Ta ki siz onları çizmeye başlayana kadar!” Hayatı boyunca çok eleştirilmiş, sıkıştırılmış, sinirleri yıpranmış ve her düştüğünde yaratıcı gücünden can alarak ayağa kalkabilmiş. Tekbaşına kalmayı severmiş, ve biraz aksi olduğunu söylermiş tanıdıkları…
6 Mart 1986’da, benim 12. doğumgünümden bir hafta önce, 98 yaşındayken öldüğü ev müze haline getirilmiş. Mutfağı, bahçesi, banyosu, yatak odası, hepsi duruyor. Odadan odaya gezinip, duvarlardaki resimlerine daldım, sözlerini tekrar tekrar okudum. Orada geçirdiğim bir kaç saat içinde yeteneneğini, gücünü, orjinalliğini, kendine ve sanatına güvenine ve hayata karşı duyduğu aşkı canımda duydum.
Güç, ilham, ruh, yaratıcılık, yoga arasında bir bağlantılar sezer gibi oldum.
Bir pencere daha açıldı bir anlığına. O pencereden gördüklerimi bana hatırlatsın diye bir kart aldım müzenin hediyelik eşyalar satan dükkanından. Üzerinde Georgia O’Keeffe’nin siyah beyaz bir fotoğrafı. Hala oradan oraya gezdiririm o kartı yanımda.
***
Akşamüstü Whole Foods’a uğrayıp denememiz için sunulmuş ne var ne yoksa hepsinden yedim. Cips, salsa, zeytin, beyaz ekmek, elma, biraz daha cips, guakamole, bu sefer acılısından salsa, kara ekmek, biraz kahve, kraker, humus, havuç, kereviz sapı…Doymak bir yana şişmiştim. Hostelimin karanlık lobisinde konuşmasından tek kelime anlamadığım sahip ile karşılaştım.
“A see you aint doing yo chores” dedi.
Buyur?
“yo chores!”
Şimdi bu durum biraz düzeldi ama o vakitler birisi bilmediğim bir ingilizce kelime söylediğinde elim ayağım birbirine giriyordu.
“Hı hı hı” diyerek odama doğru yollandım.
Arkamdan bağırdı:
“You can’t leave this place without finishing yo chores”.
Buradan öyle kolay kolay çıkamazsın diyor. O kadarını anladım. Bir nevi Hotel California durumu yani. Geri döndüm. Bana duvardaki listeyi gösterdi.
Tezgahların silinmesi- David
Çöpler- Sylvia
Kitaplığın tozu- Sam filan gibi bir takım işler listesi.
Meğer hostel’de kalan biz şansızlar o kadar parayı ödediğimiz yetmiyormuş gibi bir de iş görecekmişiz. Çooor buymuş! İş yapmak.
“Peki” dedim “what is my chore? ben ne yapacağım?”
Yanında isim yazmayan çoor’u küt parmağı ile işaret etti. Boşluğa adımı yazdık:
Mutfak yerlerinin silinmesi- Defne
***
Ailem beni ahbaplarının çocukları ile kıyaslayıp -bilmeden- benden beğeni ve takdiri esirgemiş olabilir ama elimi sıcak sudan soğuk suya sokmadıklarını da sizden saklacak değilim. Ben sofra kurup sofra kaldırmaktan başka bir ev işi yapmadan büyümüş, tek başıma yaşadığım yıllarda da biraz yemek pişirmek ve mutfak tezgahlarını silmek ile iştigal etmiştim o kadar. Amerika’ya yerleştiğimde, elleri ve dizlerinin üzerinde mutfak yerlerini silen T. hocayı görünce şok geçirmiş, bana üst kat tuvaletinin temizliğinden sorumlu olduğum söylendiğinde ise uzun süre boyunca işimin dökülen saçlarımı elektrikli süpürge ile toplamaktan ibaret olduğuna inanmıştım. Ta ki bir gün Aisha üst kat tuvaletine gitmek zorunda kalıncaya kadar…Neyse bu başka bir hikaye ve asla anlatılmasa da olur!
Velhasıl, kovayı, paspası elime tutuşturan sahibi tatmin edecek bir iş çıkardığımı zannetmiyorum. Mutfak kocamandı. Okul mutfağı gibi bir şey. Kahvaltımızı orada edebilirmişiz, bu arada onu da öğrenmiş oldum. Tost ekmeği, reçel, tereyağ, çay, kahve oda fiyatımıza dahilmiş! Olsun tabii. Yaptığımız onca çoorun karşılığı o kadar olsun! Yarın 5 tost ekmeği yiyip, beşini de yolluk olarak yanıma almazsam ne olayım!
Kovadaki su siyaha dönene kadar çalıştım. Belli ki benden önce bu çooru üstlenen kişi arka kapıdan tüymüş. O suyun siyaha dönmesi uzun sürmedi yani. Tüyme seçeneğini düşünmedim değil ama sahip odama çıkan merdivenlerin başında oturmuş, televizyon seyrediyordu.
Nihayet odama çıktığımda öyle yorgundum ki, yeşili görmeden, darlığı hissetmeden Georgia O’Keeffe’nin kızıl mor kayalıklarına doğru uykuya dalıverdim!
Bir defasında modern bir medyum/terapist kişiye görünmüştüm. İstanbul’da yaşayan bu ingiliz adam karşıma geçip gözlerini bir süreliğine kapamış açtığında sorularıma ve sormadıklarıma bir bir cevap vermişti. İşin tuhaf tarafı adamın adı sanı, evinin yeri ve hatta söylediklerinin büyük kısmı bile hafızamdan uçup gitmiş. Şimdi size yazarken acaba rüya mıydı o yav, diye de içimden geçmiyor değil hani.
Ama sıcak bir yaz günü olduğunu hatırlıyorum mesela. Karanlık bir bodrum katı dairesinde deri koltuklarda karşılıklı oturduğumuzu, adamın müthiş sevimsiz, sert ve asıl suratlı olduğunu, medyum/terapi hizmetine euro üzerinden fiyat biçtiğini ve kendimi çok rahatsız hissedip açılamadığımı hatırlıyorum.
Bir de şu sözlerini:
Sen ünlü olmak istiyorsun. Şöhret istiyorsun. Bunu böylece kabul et. Beğenilmek ve takdir görmek istiyorsun çünkü büyürken aileden bunları görmemişsin. Ancak ünlü olmak senin içindeki açlığı doyuracaktır.
Çocukken evet ünlü olmak isterdim. Ama bütün çocukların hayali değil midir dünyanın en ünlü bilmemnesi olmak? Hollywood’a gidip artiz olacaktım. Amerika bir sürü sarışın uzun boylu artizler ile dolu idi ama benim gibi kara kaşlı kara gözlü avrupalı ufak tefeklerin biri bin para ediyordu. Haksız mıymışım? Buyrun bakın ikinci bir Penelope Cruz çıktı mı şu Hollywood’dan mesela?
Ve fakat bu arzu hala benimle miydi yani? Medyum/terapistin evinden çıkmış, daracık eğri büğrü yollardan yokuş aşağı yürürken (bakın bunu da hatırlıyorum) sahiden öyle mi ya, diye düşünüyordum.
Sonra bir de büyürken esirgenen beğenilme ve takdir ihtiyacım vardı. Kimin yoktu? Türkiye’de yetişen çocukların kaç tanesi ailesinin tastamam beğeni ve takdirini kazanmıştı da ben kazanacaktım? Benimkiler de kendi anne-babalarından gördüklerini bana geçirmişlerdi işte. Hep bir takım başka çocukların başarısı konuşulur, onlar örnek gösterilir ve o başka çocukların sahiden benden daha iyi olduğuna inanılırdı. İnanırdık yani hepimiz birden. Muhtemelen o başka çocuklar da benim başarı hikayelerimi kendi anne-babalarından duyar, kendilerini bana nazaran bir eksik bir ezik hisserlerdi.
Ah ah ah! Kendi yaralarımız, eksiklik ve güvensizliklerimizi çocuklarımız ile geçirmeye çalışırken aynı yaraları onlara geçirdiğimizi nasıl fark etmiyoruz?
***
Ertesi sabah çiğ yeşili odamda uyandığımda yüreğim yine ağırlaşmıştı. Zaten insanın canını çok sıkan bir durumdan bir söz, bir dokunuş ile çıkması ancak filmlerde olan bir şey. Gerçekte ise şu oluyor (bence): Birisi laf ediyor. O laf ile yeni bir pencere açılıyor önümüzde. O pencereden görünen manzara bildiğimiz manzaradan öyle farklı ki içimize bir sünger çekiliyor sanki. Yüreğimize su serpiliyor. Bunalım sona erdi sanılıyor. Ve fakat araya uyku giriyor, yemek giriyor, duş giriyor, zaman değişiyor ve bir daha gözlerimizi açtığımızda, kendimizi pencereden yine o eski bildik manzaraya bakar buluyoruz.
Sar baştan.
Yok değil aslında sar baştan. Çünkü yeni manzaya bakan pencerelerin önce seyrek sonra sıklaşan bir hızda açılıp açılıp kapanması ile durumlar değişiyor. Şaan ile konuşmamız sırasında hayatıma bir hocanın çömezi olarak devam etmek zorunda olmadığım gerçeğine gözlerim açılmış, sıkışık göğüs kafesim o an boşluk ile dolmuştu. Karanlığa flaş çakmıştı. Çiğ yeşili odaya gözümü açtığımda o boşluğu hissedemiyorum fakat biliyorum ki dün, flaş çaktığında, sıkışıklık boşluğa yer açmak için kenara çekilmek zorunda kaldı. Böyle devam ederse milim milim boşluk darlığı yenip göğüs kafesini ele geçirebilir. Şimdilik skor Darlık 999-Boşluk 1 gibi bir şey.
Bu işlerin böyle işlediğini şimdi biliyorum. O sabah bilmiyordum aslında. Bu yüzden de yine aynı sıkıntı ile uyandığımda çok çok çok bozuldum. İyileştiğime cidden inanmıştım demek ki. Oysa şimdi ülkeme dönüp yoga hocalığı yapmak istemiyorum, çoktan pişmiş olduğuma inanmıyorum, bir hocanın çömezi olarak yoluma devam etmekten başka yol göremiyorum. Haftada yedi gün günde yirmidört saat bir hocanın ayak işlerini yapmaya hazırım, yeter ki hayatımın sorumluluğunu üzerime almayayım. Düşüncelerim sadece sorun odaklı gidiyor da gidiyor, çözümlere alerjim var sanki.
Kalktım. Verilmiş sözlerim vardı. Bir de hediye verilmiş 9 ader yoga dersim. The Body’de Mysore’a girdim. Genç bir kadın hoca ortalıkta dolanıyor, benimle de ilgilenmedi -isabet- ben yogamı tamamlayıp sokağa çıktım. Dışarıda hava benim içimdeki havaya taş çıkartacak kadar tatlı. Isıran rüzgar dinmiş, güneş ışıkları tenimde şarkı söylüyor sanki!
Arabama atlayıp kahvaltı randevum için verilmiş adrese doğru yollandım. Nefis bir kafe daha! Tamamı organik ürünlerden oluşan bir menü, havanın tadını çıkarmak için dışarı yayılmış bir alay güzel, sağlıklı, parlak gözlü, inci dişli genç insan! Demek gençler buradalarmış! Santa Fe downtown’da değil.
Randevuma her zamanki gibi erken varmıştım. Bir kahve ısmarlayıp içerideki masaların birine yerleştim, günlüğümü açıp sıkıntımı satırlara satmaya çalıştım.
Nicolai hoca masamın başında belirdiğinde kaptırmış yazıyordum. Farketmedim.
***
Şimdi size bir şey itiraf edeyim: Bu benim New Meksiko eyaletine ilk gelişim değildi. Hocalık eğitimimin ilk ayağını Santa Fe yakınlarında yer alan bir Zen manastırında tamamlamıştım. T. hocanın cesaretlendirmesi ile Tias Little’in programına yazılmış, hatta az bir şey burs bile kazanmış ve resmi bir sertifka için New Meksiko’da bir ay geçirmiştim. Manastırdan çıkmadan.
Nicolai hoca ile de bu eğitim sırasında tanışmıştım. Sanskrit derslerini veriyordu. Bize iki derste alfabeyi ve hep kullandığımız yoga terimlerinin köklerini, dallarını öğretmişti. Bana Tayland’daki ilk hocam Panço’yu hatırlatan sakin, bilgili, insanda güven ve saygı uyandıran bir havası vardı.
Bir önceki akşam yemek sırasında Şaan, Nicolai hocadan sanskrit ve yoga sutra derslerini aldığını söylediğinde onun da Santa Fe’de yaşadığını hatırladım. Şaan derslerinden çok memnundu. Yoga sutraları orjinal dilinde okuyabiliyor, yazabiliyor ve Nicolai hoca’nın yorumları ışığında Patanjali’nin nerede ne demek istediğini -nihayet- anlıyordu.
***
Nicolai hoca’ya telefonda kendimi uzun uzun hatırlatmaya hazırlamıştım kendimi, oysa o beni sesimden tanıdı.
“Defne, değil mi?”
Bu ne ya? Bütün şehir benim orada olduğumdan haberdar mı?
Yok artık!
Sesimden çıkarmış! Tamam ingilizceyi ağır ve kendime özgü bir aksan ile konuşuyorum ama Nicolai hoca’nın kulağından da bir yılda yüzlerce ses ve aksan geçiyor. Benimkini nasıl ayırd etti? Ve hatta ismimi hatırladı? Ve bir de ismimi türkçe olarak Defne diye telafuz etti. Amerikalıların -ve dahi Amerika’da iken kendimin- söylediği gibi Daphne olarak değil yani. Akustik odaklı yaşamak böyle becerileri beraberinde getiriyor herhalde!
Kuru meyveli, badem sütlü, kavrulmuş granolamı ağır ağır çiğner, dilim ve damağım arasında ezip ezip yutarken Nicolai hoca ile oradan buradan konuştuk. Kendisinden özel ders almak istediğimi söyledim. Skype üzerinden ders vermeyi düşünür müydü? Anlaştık. Almam gereken kitapların listesini yazdı, hatta bir tanesini arabasından getirip bana hediye bile etti.
İkinci kahvemi alıp yeniden oturmuştum ki, T. hocayı sordu. Hay aksi! Tanıştıklarını unutmuştum! Yoga dünyasının ne kadar küçük olduğuna inanamasınız. Bir yoga hocası ile tanışın, kutuplarda yaşıyor olsun mesela, muhakkak ortak tanıdığız bir başka yoga hocası çıkacaktır!
İyi işte ne olsun filan demeye kalmadan benim surat düştü yine. Ağlamadım ama. Kısaca anlattım olan biteni. Ve son 24 saat içinde ikinci defa aynı cümleyi duydum:
“Yoga dünyasında herkesin başına gelir bu. Aslına bakarsan bu durum bir nevi ergenliğe geçiş töreni gibi bir şeydir. Artık çocuk olmadığının, kendi yoluna gideceğinin işaretidir.”
Baktı ki yüzüm gülmüyor:
“Ayrıca” dedi “Bir çok eski yoga metninde esas hocanın kendi içimizde yaşadığı yazılmıştır. Dışarıda hoca içeridekini uyandırmak için başta vardır, sonra ona ihtiyaç seyrekleşir. Eğer dış hocaya bağımlı kalırsan, içindeki hep uyur.”
Yaa biliyorum bunları ama?
“Bazen de” diye devam etti. “Hoca bile bile en karanlık, en insani, en gölgeli taraflarını ortaya serer. Öğrenci onun da insan olduğunu anlasın, idealize edip, yüce bir yere yerleştirmesin diye yapar bunu. Ve hatta belki de kendisini terk etsin diye yapar. T. hoca da kendi yüceliğini senin gözünde yerle bir etmiş ki ona bağımlılığın kırılsın. Sana en değerli hediyeyi vermiş: Özgürlüğünü”
Haftaya ilk dersimizi yapmak üzere sözleşip ayrıldık. Güneşi tenime çeke çeke yürürken baktım kafama kazınmış o melodiyi ister istemez mırıldanıyorum:
Özel olduğumdan değil,
Çekip gittiğimden değil, dedim ya…
Ben özgürüm!
Sadece özgürüm!
Yeni skor darlık 998- boşluk 2’ye dönmüştü!
Arkası yarın…bizden ayrılmayın!
***
Not: Nicolai Bachman ile derslerimiz epey seyrekleşmiş olsa da hala sürüyor. Kısa zaman önce Patanjali’nin Yoga Sutra’larını açıklayıp yorumladığı yeni kitabı çıktı. Kendisinden ders almak isterseniz işte adresi: http://www.sanskritsounds.com
Şaan’ın karşıma çıktığı o an ve öncesinde aşk ve meşksizliğin tepeme vurmuş olduğunu yazmadan bu hikayeye devam edersem pek çok şey anlamsız kalacak. Neredeyse 7 yıldır kanımı kaynatıp karnımı doyuracak bir aşktan mahrum yaşıyordum. Yedi yıllık aşksız/meşksiz dönemin ilk yarısı jilet attıran cinsten meydan muharebelerinde, ikinci yarısı da “rahibelerden rahatı var mı şu alemde” mantığında bir boşluk içinde geçtiğinden de kafam öyle fena karışıktı.
Yakışıklı, atletik, sempatik ve hatta yoga hocası bir erkek sinek bile o kafeye girse ben geleceğimin sonsuza kadar değişeceğine inanmaya hazırdım zaten.
Öyle bir açlık halindeydim!
Beraberliklerimizi hafife almamak lazım. Şimdi artık evli barklı, ununu elemiş, eleğini asmış bir kadın olarak biliyorum ki, her canın bir canana ihtiyacı var. Aşk ilişkilerini hapishane olarak nitelendirdiğim çeşitli hayat dönemlerinde, tek başıma gezer tozar, çiçek böcek dolaşırken sanmayın ki şimdi izdivaçta bulduğum tatmini bulduydum. Sadece sevmek, sevilmek ve sevişmek için değil, diğerinin şahitliğinde yaşamak için, takdir edilmek, hayran olmak ve olunmak için cana, canana muhtacız. Bazen de içinde dönüp durduğumuz kısır döngülerden bizi ancak bir eş çıkarabiliyor. İnsan gölgelerini ve ışığını en güzel diğerinin suretinde keşfediyor.
O vakitlerde de hocam ile ilişkisimi bu kadar hayatımın merkezine yerleştirip, eriyip bitmem, birincil ilişki hanemde açılmış o büyük bir deliktendi muhtemelen. Birincil ilişki derken bir eş, bir aşk, bir aidiyetten bahsediyorum. Bu delik yetmiyormuş gibi, yoga sonrası hayatımda benden esirgedikleri takdir ve cesarett
Santa FE 2007
en dolayı ailemi lanetlemek ve eski dostlarıma bir türlü vazgeçemedikleri gece hayatı ve rock’n’roll yüzünden dudak bükmekle birincil ilişkiler hanemi yamanmaz, onarılmaz bir biçimde yırttığımın farkında da değildim.
Uzun lafın kısası, o vakitler kimsem yoktu. Meşgaleler ile karnımı doyuruyor, böylece yalnızlığın tadının damağıma yayılmasını engelliyordum. Ve tabii bir de hocam vardı. Ondan bana sadece yoga öğretmesini ve öz-keşif yolunda rehber olmasını değil, aynı zamanda birincil, ikincil bütün ilişkilerimde açtığım delikleri tıkamasını da bekliyordum. Kendi şahsi meseleleri yüzünden benimle ilgilenmezse öfkeden, üzüntüden çılgına dönüyor, küsüyor, onunla konuşmuyor, o ilgiyi tekrar üzerime çekmek için elimden geleni ardıma koymuyordum. Ve elbette kendimi hep ama hep hakkı yenmiş taraf olarak görüyordum!
***
Davranışlarımızın ful panaromasını görmek neden yıllar, yaşlar sonrasına denk geliyor? İnsan eşinin, dostunun aynasından mahrum kaldığı dönemlerde mi ilişkilerinde bu kadar çuvallıyor? O sırada beni dinleyen dostlarım yok muydu? Vardı tabii. Ama dünyanın öbür ucundaydılar. Yükselen ihtiyaçlarımı ve hocamı da yogayı da o ihtiyaçların tatmini için nasıl kullandığımı bilmeden, hikayemi sadece benden duyarak yerinde bir saptama yapamıyorlardı tabii. Ben hikayeyi öyle bir sunuyordum ki onlar da beni haklı buluyorlardı.
“Terbiyesiz T. Hoca! Aman bırak o adamdan hoca mı olur? Bir de içiyor mu? İçiyor içiyor kendi derslerine mi gelmiyor? Ne? Karısını mı aldatıyor? NEE? Karısını bir öğrencisi ile mi aldatıyor? Böyle yoga hocası mı olur? İsabet olmuş o stüdyodan ayrıldığın. Böyle hoca evlerden uzak olsun. ”
Olağanüstü yetenekli, bilgiyi kaynaktan alıp öğrenciye şiir diliyle aktaran, bir dokunuşu ile en derindeki enerji halkalarını yeniden düzenleyebilen dahi yoga hocalarının özel hayatlarında, birincil ilişkilerinde boğazlarına kadar pisliğe batmaları, ne tuhaf ki, çok sık raslanan bir durum. Bu konuyu da ileride ele alırız.
Evet T. hocanın özel hayatı sarpa sarmış, genç öğrencisi ile hepimizin gözü önünde yaşadığı gayri-meşru ilişki yüzünden diğer öğrenciler birer ikişer stüdyodan el ayak çekmişler, kira ödenemiyor, her gece içiyor, sabah uyanamıyor, dersin başlamasına bir dakika kala beni arayıp o günkü dersin benim vereceğimi söylüyor.
Sonra bir gün ben ona bu davranışlarının yoganın temel prensiplerine ters düştüğünü anlatan sivri dilli bir mektup yazıyorum. Diyorum ki hayatında şiddet var, yalan var, hırsızlık var… Hani nerede yama, niyama?
Cevap olarak tekmeyi yiyorum kıçıma.
Siz siz olun hocanızın yanlışını düzeltme görevini üstlenmeyin sakın!
***
T. Hoca beni öyle iyi eğitmişti ki Şaan dersin sonunda yanıma gelip hocamın kim olduğunu sordu. Daha ismini söylerken gözlerim doldu. Şaan’ın T.hocayı tanıdığını öğrendiğimde ise gözyaşları çoktandır akmaya alışmış oldukları yanaklarımdan aşağı yuvarlanmaya başlamışlardı bile!
Hay Allah! Hani herşey iyiye gidecekti? Hani dersten önce kafede, Şaan yanıma yaklaşmış ve iptal ettikleri workshop için boşu boşuna onca yolu gelmiş biçareye stüdyo sahiplerinin 10 adet yoga dersi hediye etmek istediklerini söylemişti. (P. Hoca arayıp durumu anlatmış, ismimi vermiş ve oraya uğrayacak olursam bana bir kıyak yapmalarını rica etmiş!)
Üstüne, daha biraz önce ışıl ışıl bir stüdyoda, duruşu ile güven, dokunuşu ile şifa yayan Şaan hocanın rehberliğinde 90 dakika yoga yapmış, kendimi hikayemden arınmış ve hatta fingirdemeye hazır hissediyordum. Neydi şimdi birden yine bu viktim halleri ya! OF!
Bizim T. Hocanın adını duyunca Şaan’ın yüzünden bir gölge geçti. Ağlamam dinmek bilmeyince elini omzuma koydu ve kenardaki tabureye oturmamı işaret etti. Tanımadığım insanların -ve hatta arkadaşlarımın- egosantrik-dramatik hikayelerini dinlerken müthiş yorulduğum için ben de bu hikayeyi dostlara aktarırken olabildiğince kısa ve yüzeysel geçiyordum. Hıçkırıklar arasında kurduğum cümlelere kulak verince bir de baktım ki taa en baştan almışım, Şaan’a hikayenin tamamını anlatıyorum!
Şaan beni kesmeden, dikkatle dinledikten sonra konuşmaya başladı. İşte o zaman ilk defa ondan duydum:
“Yoga’da hoca tarafından terk edilmek her öğrencinin başına gelir. Bu yolun bir parçasıdır bu.”
Sonra bana kendi T. hocasından (benimkinden başka bir T) nasıl ayrıldığını anlattı. O da en baştan sona kadar, ayrıntıları ile, duyguları ile bütün hikayesini…En iyi hocaların bile -belki de özellikle en iyi hocaların- ciddi egosal sorunları olduğunu, fark etmeden asistanlarını, öğrencilerini sömürdüklerini, kendi yolumuza gitmek istediğimiz zaman hissettikleri güvensizlik ile bizleri -yogadan yola çıkarak hem de-aşağılayabileceklerini (“sen bu yaptığının yoga olduğunu mu sanıyorsun?”ya da “Sen en iyisi Yoga in the Pearl‘de takıl artık, yakışır” gibi laflarla) söyledi.
Sözleri bitip de aramıza yayılan o rahat sessizliğin sonunda, oturduğum taburenin önünde çömelip benekli üzüm benzeri gözlerini benim kan çanağı gözlerime dikti ve dedi ki:
“Defne, dinle beni. Ben derste senin yoga yapışını gördüm. Senin artık kimseye ihtiyacın yok. Ülkene dön ve orada bildiklerini öğretmeye başla. Sen olmuşsun artık. “
Taburemden kalkıp Şaan’ı kucakladım. Artık oraya neden geldiğimi biliyordum. Duymam gereken sözler yüreğime serpilmişti!
Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi bir rahatlıkla,
“Ben acıktım. Ağzımın suyumu akıtan şu menüden bir şeyler yesem, bana katılır mısın?” deyiverdim.
Bütün kızların bakışlarını üzerimize çeke çeke beraberce The Body’nin kafesine yollandık!
***
Arkası Yarın Bizden Ayrılmayın!
Not: Bütün yorumlara cevap yazamıyorum ama her biri yüreğimi ısıtıyor. Sizden ricam mümkün olduğu kadar bu yazıları dostlarınız ile paylaşmanız. Desteğiniz ve güzel sözlerinizi için teşekkürler!
Dört yıl kadar önce, Albequerque havaalanında, bir merdivenin en alt basamağına tünemiş inanamaz gözlerle kucağımda açık diz üstü bilgisayarıma bakıyorum. E-posta kutuma düşmüş son mesaj şöyle diyor:
Sevgili Defne,
Umarım bu mesaj vaktinde eline geçer. Santa Fe’deki kurs iptal oldu. Gelme!
P.S
Bavullara, bavul arabalarının tekerleklerine, boyasız tozlu, bağcıkları bağlı, rugan, topuklu ayakkabıların içindeki aceleci, avare, uzun kısa adımlara baka baka ağlamaya başlıyorum! İnen kalkan uçakların anonsları sesimi bastırıyor. Kimse benimle ilgilenmiyor.
Santa Fe şehrinin bulunduğu New Mexico eyaleti Portland’ın 1795 km güneydoğusuna düşüyor. Bir şehirden diğerine uçak yolculuğu -direk uçuş bulacak kadar şanslı olduğumuzu varsayarsak- iki saat otuz dakika sürüyor. Bilet fiyatları da 300 dolardan başlıyor.Santa Fe’nin büyük bir havaalanı yok. Bu nedenle uçabileceğiniz en yakın şehir 70km ötesindeki Albequerque.
İşsiz, evsiz, beş kuruşsuz bir hayat döneminde bu yolculuğa neden çıkmıştım?
3 günlük yoga kursunun içine düştüğüm varoluşsal bunalımdan beni kurtaracağına sahiden inanıyor muydum? Üstelik önemli bir kurs değil zaten bu. Bilmediğim bir şey öğreneceğimi beklemiyordum. Bırakın başka şehirlerden, eyaletlerden gelmeyi, P. hocanın kendi sistemini öğreteceği bu kursa Santa Fe şehrinden bile katılmak isteyen olmamış.
Ama ben geldim buradayım! Ve muhakkak P. hocayı görmeliyim! Hayatımı nasıl sürdüreceğimi ondan duymalıyım. Onunla konuşmadan karanlıkta yolunu kaybetmiş bir şaşkınım. Bir aydır bu haftasonunu bekliyorum! İki yıldır yanında stajyer olarak çalıştığım T. hocam beni kapının önüne koyduğundan beri tek ümidim bu kursu yapmak üzere Santa Fe’ye gelmek ve oradan geleceğimi bilerek ayrılmaktı.
Oysa şimdi önümde üç boş gün, cebimde üç kuruş, tanımadığım bu şehirde işsiz güçsüz, hocasız, yogasız kalakaldım. Perişanım!
Yogada hoca yitirmek bu yolun temel taşlarından biri imiş. Herkesin başına bir defa -o da en az- gelirmiş. Her kopuş gibi ilk yaşandığında acısı öyle derin kesermiş ki, bir daha mümkün değil acımaz böyle dermişiz. Acırmış ama yine de.
Santa FE 2007
Elbette aklıma bir an önce Portland’a dönmek geldi. Hazır hala havaalanındayken…3 gün sonraki dönüş biletimi değiştirip o günki uçağa yenisini almaya param yetmedi! İnternetten kiralamış ve ödemiş olduğum arabanın parasını da iade etmediler.
Belki de içimden bir ses “kal” diye fısıldadı.Belki daha beter ne olabilir ki, diye düşündüm. Belki maceracı ruhum derinlerde bir yerlerde soluk alıp veriyordu hala.
Yanaklarımda göz yaşlarımın izleri ile çıktım Albequerque havaalanından. Altımda kırmızı bir Golf ile New Mexico çölünün ortasında, Santa Fe’ye doğru burnumu çevirdim ve bilinmezliğe bıraktım kendimi.