Yogada Hoca Yitirmek 7.Bölüm: Eve Dönüş

Foto: Aisha Harley

Υoga yolunu hocasız yürüyebileceğimi hiç düşünmedim. Hala da düşünmüyorum. En azından şimdilik. Güvendiğim, saygı duyduğum ve rehberliğine yüzde yüz teslim olduğum bir hocam var şimdi. Onunla yılda iki defa bir araya geliyor ve diğer zamanlarda bana verdiği ödevleri çalışıyorum. Sıkıştığım zaman ona yazıyor, muhakkak soruma bir yanıt alıyorum. İlişkimizin sınırları son derece net. Arkadaşlık, asistanlık, çömezlik gibi farklı ilişki modlarını aynı anda yürütmeye çalışmıyoruz. O hoca, ben ise yüzlerce öğrencisinden biri.

Bir gün gelecek belki yollarımız ayrılacak. Belki değil muhtemelen ayrılacak. Ben kendi orjinal sistemimi kurmak isteyeceğim. O bana kızacak, ya da serbest bırakacak. Kopuş nasıl olacak bilmiyorum. Doğal bir şekilde, acısız olmasını diliyorum. Ve yıllar yıllar sonra olmasını tabii ki. Daha öğrenecek çok şeyim var.

Hocalık eğitimindeyken birisi nize şöyle bir şey söylemişti: Yoga öğretmeye başladığınız zaman öğrencileriniz sizi sadece öğretmen olarak görmeyecekler. Siz onların terapisti, ana-babası ve hatta sevgililerinin yerine geçeceksiniz. Buna hazırlıklı olun ve sınırlarınızı baştan iyi çizin.

***

T. Hoca öğrencileri ile ilişkisinde sınılarını iyi çizen bir hoca değildi. Ayrılığın tadı T Hoca’nın hocam olarak kalacağına, terapistim, ev arkadaşım, dostum, abim, sırdaşım haline geldiği için de çok acılaştı.  Ondan açlığımı, mahrumiyetlerimi tatmin etmesini bekledim. Bekledim ama aslında bunu hiç dile getirmedim. Onun da bildiğini farz ettim. Farz etmek fena bir şey.

Ama sadece bu değil. Yani sadece takdir, beğenilme, sevilme, özel bir yere konma vs ihtiyaçlarımı tatmin ediyor diye bağlanmadım ben T. Hoca’ya. Bana açtığı yola da sevdalandım. Bazı hocalar insanın ruhunu şeffafmış gibi görebiliyor, tek kelimeleri ile bir ömür karanlıkta kalmış bir noktasınızı aydınlatabiliyorlar. Kör noktalarımızı bize gösterecek aynalar işte böyle hocaların, sağlam dostların veya güvenilir büyüklerin tarafından yüzümüze tutulur.

T.Hoca da bu insanlardan biri idi. Beni Tayland’daki manastır hayatımdan çıkarıp sahici insan ilişkilerine zorlaması, aşka, şefkate, yumuşamaya ve dolayısı ile yogaya nasıl da direndiğimi bir bir gözlerimin önüne sermesi bana verdiği hediyelerin sadece bir ikisi.

Sonrasında yaşadıklarımız ve takdir etmediğim davranışları ona karşı duyduğum sevgi ve şükran hislerini asla değiştirmedi. Kendine ve etrafına zararı büyük insanları, davranışlarından bağımsız sevebileceğimi de  bana T. Hoca öğretti.

Belki de bana verdiği en değerli hediye de bu idi.

***

Gelecekten o günlere baktığımda, yaşanmış bir tek tecrübenin bile ziyan veya yanlış olmadığını görüyorum. Yaşarken elbette ki pişmanlık, öfke, lanetleme hallerinden geçtim. O anın “öyle” değil de  “böyle” olması gerektiğini kendime tekrarlayıp durdum. Oysa şimdi buradan o vakitlere bakarken biliyorum ki,  o an tam da olması gerektiği gibi yaşandı. Geçmişin bir saniyesinde bile bir değişiklik olsaydı, mesela P.Hoca’nın Santa Fe’deki kursu iptal edilmeseydi, belki de şu andan bulunduğum Albina Press kahvesinde, karşımda Kokia ile bir masada oturmuş bunları yazmıyordum.

Dolayısı ile şu anda başımıza gelenler, aslında en iyisi. Sonraki adımı enine boyunca çok da düşünmeden atmak gerek. Gelecekten geçmişe bakınca görüyorum ki hayatımdaki keskin virajları inceden inceye düşünüp verdiğim kararlarda değil, hasbelkader attığım adımlarda almışım!

Bana öyle geliyor ki düzen incecik ipek iplikle örülmüş olağanüstü karmaşık ama mükemmel bir tığ işi örtüye benziyor.

***

Uçakta eve dönüyorum.

Göğüs kafesimde boşluk alanını epey genişletmiş ama yine de çoğunluğun oyları darlıktan yana. Eve dönünce karşılaşacaklarımdan korkuyorum. Hep korktum zaten. Başı sonu belli bir planım olmadan uçaktan inmekten, “eh sen şimdi ne yapacaksın”, sorularından daha şimdiden sıkılıyorum.

Olsun. Yanımdaki koltuk boş, yayılıyorum.

Cebimde print etmiş olduğum bir e-posta var. Zeynep Aksoy’dan gelmiş:

Sevgili Defne,

Biz bu yaz altı haftalığına Hindistan’a gitmek istiyoruz. Yokluğumuzda dersleri sana ve Mey’e bırakmayı konuştuk. Aklına yatarsa lütfen bizi ara. 

Ve sonunda David’in notu:

Bir de Cihangir Yoga web sitesinde bir yoga bloğu başlatmayı düşünüyoruz. Yazarı sen olur musun? 

Yorgun bacaklarımı uzatıp uyuyabilirm.

Yolum uzun çünkü.

Eve dönüyorum.

***SON***

Bu hikayenin devamı Mavi Orman'da!

BOŞLUK VI: HEDİYE

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Fresh Pot kahvesi Powels kitapçısının bitişiğinde. Hatta kahveye girmek için kitapçının kapısını kullanıyoruz. Sabah vakti kitap kokusuna karışık kahve beni mest ediyor. Bu yaz Albina Press’i Fresh Pot’a değiştim. Albina Press çok fazla tanıdık ile doldu. Tek başıma avarelik edemiyorum artık orada. Oturur oturmaz birileri masama yanaşıveriyor. Fresh Pot’un kahvesi daha iyi zaten. Ve bir de komşu kitapçının raflarından istediğim kitabı çekip masama getirebilirim.

Dışarıda tatlı bir sonbahar havası…Yağmur yağıyor, hava serin ve karanlık, sokaklar sakin ve boş. İç mekanların tadı bir başka çıkıyor böyle havalarda. Portlandlılar çok uzun ve çok yağmurlu bir kış geçirdikleri yetmemiş gibi, yazın da bir türlü başlamamasına müthiş bozuluyorlar. Haklı olarak. Biz buraya göçmeden önce on beş gün boyunca Leros’da denize girip çıkıp, daha tuzumuz kurumadan kalamar, ahtapot, çoban salatası, patates kızartması ile dolu sofralarda yemekler yediğimiz için yaza doymuşuz gibi geliyor bana. Sonbahar 30’lu yaşlarımın en sevdiğim mevsimi haline geldi galiba!

Bu sabah iki dersim vardı. Saatimi 5’e kurmuştum. Derslerin öncesine kendi yogamı yapma niyeti ile. Yine olmadı! Normalden 45 dakika önce uyanmak niye bu kadar zor anlamıyorum ki! Kendi yogam kaldı iki dersin sonrasına .Taa 8:30’a. O saatte yoga mı yapılırmış, diye söyleniyor yine içimdeki çok bilmiş. Of!

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Güneşten önce kalkmayı becerdikten sonra bir kere, yogayı tam gün doğumuna denk getirmek öyle kuvvetli bir etki yapıyor ki! Yıllar önce, bütün yazı bir sahile kurduğum çadırımda geçirirken, komşum Serap ile güneş doğmadan uyanır, hiç konuşmadan doğuya yüzümüzü döner yogamıza başlardık. Saat kaçtı o sabahlarda? Uzun yaz günleri olduğuna göre, 4:30’dan geç olamaz. Yarın sabah yine deneyeceğim. İnanıyoruz ki zevke ve keyfe odaklanırsak, 5’de kalkabileceğiz (içimdeki ses ve ben.)

Ama bugün yogadan bahsetmeyecektim. Çünkü Boşluk serisi yoga serisi değil. Ruh, nefes, spirit, mizah, can, yaratıcılık, ilham, hayal gücü…bunları yogaya bağlayabiliriz elbet ama ömrünüzde yoga yapmadınız ve yapmayacak iseniz bile neden söz ettiğimi anlıyorsunuz değil mi? Boşluk yogadan büyük bir alanı kaplıyor.

Her birimiz eşsiz insanlarız. Maceradan arınmış, rutine dayalı sözde en sıradan hayatları sürenlerimiz bile özel-orjinal benlikler içinde yaşıyoruz. Nasıl ki her birimizin genetik yapısı bu alemde tek ve eşsiz, aynısı benliğimiz için de geçerli. Genlerimiz, birikim ve tecrübelerimiz, yaşam koşullarımız ve bilmediğimiz milyonlarca faktörün bir araya gelmesinden, benlik oluşmuş. Her birimiz insanlık halimizi  diğerinden farklı tecrübe ederiz ama nihayetinde insan birdir.  Bu birlik sayesinde iletişim kurabiliriz. Benim insanlığımı yaşama yolum yazı ile size ulaşır ve sizin insanlık halinizle örtüşür, size bir şey katar ve siz de dönüp kendinizinkini bir diğerine aktarırsınız. İlham zincirleme birbirimize geçirdiğimiz hediyedir.

Spiritsiz insan olmadığı gibi, hayal gücü ve yaratıcılıktan yoksun insan da yoktur. Geleneksel toplumlarda el işi, marangozluk, müzik, dans, muhabbet tellallığı, oyunculuk, masal yazmak/anlatmak gibi yaratıcılığı besleyen faaliyetler günlük hayatın parçası olarak yaşanıyordu. Bütün yetişkinlerin müzik yapması da, dans etmesi de sıradan ve sık sık tekrar eden olaylardı. Şimdi müzik yapmak, dans etmek, resim yapmak, yazı yazmak için bu alanlardan birine karşı yeteneğimiz olması gerektiğine inanıyoruz. Oysa ki ilham perisi gibi yetenek de zamanla, sabırla, kapısı çalına çalına uyanan bir diğer lamba cini.

Dünyada kaç milyar insan yaşıyorsa, bir o kadar da spirit var. Bir o kadar kendini ifade etme biçimi…Binlerce farklı kanaldan, milyonlarca farklı insana…Günümüzde yaratma imkanlarımız azalmadı, tersine arttı. Geleneksel toplumlarda ancak kendi kabileme, köyüme sunabileceğim iç dünyamı şimdi benimle aynı dili konuşan binlerce insana açabiliyorum. Bir şeyleri kanıtlamak, sizi değiştirmek, ya da etkilemek, daha iyi bir insan olmak için değil. Yaratmanın tatminini yaşamak için. Bu da sizin bana hediyeniz.

Can, öz  veya spirit uyuduğu yerden çıktıkça beraberinde yaratıcılığı getiriyor. Spirit, yogadaki gibi nefesle bedenin derinliklerine dokunarak veya insanın kendi gerçeğinin farkına varması sonucunda ortaya çıkabilir. Kendi gerçeğimiz derken, o orjinal benliğimizden söz ediyorum. Sadece size has olan, genetik yapınız gibi nevi şahsınza münhasır benliğinizden!

Bu arada o orjinal benlik (spirit)  bilinçli veya bilinçsiz olarak çocukluğumuzdan beri bastırılmış olabilir. Anne-baba “düzeltmeleri” (ama biz senin iyiliğini istediğimiz için böyle söylüyoruz), öğretmen eleştirisi (daha iyisini yapabileceğini biliyoum!), arkadaşların dalga geçmesi, eşlerin eşlere inançsızlığı, ve hatta kendi çocuklarımızın bizi küçümsemesi…Bir ömür bunlara şahitlik eden Spirit koşa koşa lambasına geri kaçmasın da ne yapsın? Ancak bir iki kadeh içki içtiğimizde geri gelir bazen. (İngilizce’de alkollü içeceklere bilin bakalım ne derler: Spirit!) Spirit’i dışarı çağırmak için alkollü spiritlere bağımlı hale gelirsek yalnız, yine kaçar lambasının içine.

İnsan yaratmak ister. İnsan ait olmak ister. Ne demişti yogi Bajan? We all long to belong. Hepimiz aidiyetin hasretini çekeriz. Yaradana kavuşmak yaratmaktan geçer. İnsanı insan yapan analitik düşünme yeteneği değil, hayal gücüdür bence. Hayal gücü orjinal benlikten, candan, spiritten beslenir.  Spirit avare zamanlardan…

Size bir hediye vereceğim:

Bir saat BOŞLUK.

Haydi bugün avare avare dolanın sokaklarda bir saat. Tek başınıza. Kimse ile konuşmadan. Bir yere yetişmeden. Belki kulağınıza müzik takar, bir film seyreder gibi sokaklardaki kendinizi seyredersiniz. Kim bilir belki alfa frekansına geçersiniz. Belki spirit lambanın ağzından başını gösterir, bir dilek tutarsınız. Belki bir şarkı yazarsınız, ya da mektup, belki bir resim yaparsınız ya da sekiverirsiniz kaldırımda.

Nasıl isterseniz öyle değerlendirin hediyenizi…

Mutlu günler!

SON

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Aisha Harley’nin ve İstanbul’un ruhunu yansıtan bu güzel fotoğrafların devamına Defnesumanyoga’nın Facebook sayfasından bakabilirsiniz!

Boşluk Serisi IV- Maalesef Ruhu Yok

Burada bir öğrencim var.  İsmine Alice diyelim. Alice yoga  konusunda çok hevesli. Bir bilgisayar şirketinde sabah 9 akşam 6 çalışmasına rağmen, benim derslerime gelmeye azm etti. Haftada dört sabah saat 6:15’de karşımda. Bu aralar derslerim çok kalabalık da değil, toplasanız beş öğrenci geliyor gelmiyor.  Böylece her biri ile ek tek ilgilenebiliyorum .

Alice 26 yaşında. Sağlam kemikli, ince uzun kaslı, eksiği fazlası olmayan sağlıklı bir bedene sahip. Geçenlerde konuşurken özellikle Shadow Yoga öğrenmek istediğini, çünkü hareketlerdeki zerafeti çekici bulduğunu söyledi. Bunu duyan içimdeki hazır-cevap yoga hocası hemen hamlesini  hazırladı:

“Biliyorsun yoga fiziksel bedenin dış görüntüsü için yapılan bir şey değil”. (Of, ne sıkıcısın içimdeki hazır-cevap yoga hocası!)

Neyse o hamlesini yapmadan yakaladım bileğinden, içime geri çektim. Çünkü Alice’in söyledikleri hafızamda eski bir hocamın “grace” (hem zerafet hem de Tanrı’nın lütfu anlamına gelen) tanımı uyandırdı:

Evrenin zerafetine şahit olduğumuzda, akışın mükemmeliğini ve Yaradan’ın nefesini duyarız. Bundanır zarif olana doğru çekilmemiz.

Zerafete zihin 5 duyu organı ile şahitlik eder ve böylece ruh okşanır! Kimi  antropolojik araştırmalar insanların toplumsal ve kültürel farklılıklarına rağmen, zerafete şahitlik ederken gülümsediklerini saptamıştır.

Bir sürü martı birbirinin ardı sıra gökyüzüne yükselir mesela veya yatağımızı yaparken havalanan kuş tüyleri döne döne çarşaflara iner, ipek gömlek tenimize değer, bir yerden Albinoni’nin notaları kulağımıza çalınır ve gül mesela, sadece görüntüsü ile değil, kokusu ile bile zarifitir.  Artistik patinaj, kelebek stili yüzme, kelebeklerin kendisi, ipte yürüyen cambaz, damdaki kediden de bahsetmek istiyorum ama artık uzatmayayım. (Aslında ben de internetten uzun yazı okuyamayanlardanım!)

Velhasıl Alice de DVD’den seyrettiği Emma gibi zarif hareket etmek istiyor. Ve kendi bilse de bilmese de bu arzusu ilahi olanla bütünleşme hasretinden kaynaklanıyor.Ne demişti Yoga Bajan? We all long to belong.

Ve fakat Alice bütün çabasına rağmen o zerafeti içinden çıkaramıyor. Hareketlerin sırasını öğrendi. Kalçaları açık, bacakları güçlü, ayak bilekleri hamur gibi istediği şekle giriyor ve yine de olmuyor. Ben görüyorum, o da anlıyor.

Hareket ederken çok düşündüğü, hep düşündüğü öyle belli ki! Anlıyorum ki aklından geçenler akşam dışarı çıkarken ne giyeceği veya bana kendisini nasıl beğendirebileceği ile ilgili değil. Sadece yogayı düşünüyor. Hareketlerin sırasını, ince ayrıntılarını, hizasını, el-ayak-nefes koordinasyonlarını…Alice bir saat boyunca durmadan yoga düşünüyor. Bir saat boyunca durmadan yoga konusunda endişe üretiyor! Biliyorsunuz endişe ”let go” nun tam tersi.  Zerafet ise dikkat ve serbestliğin bileşiminden doğuyor.

Zaten Alice burada ”worry bee” tabir edilen endişeli tiplerden. Nadiren gülümsüyor ve sorularını ciddi bir ifade ile soruyor. Ben dalga geçer tonda bir şey söylersem, kendini muhakkak açıklama  yapmak zorunda hissediyor. Sanki bütün dünyaya açıklama borcu var. En büyük korkusu yanlış anlaşılmak.

Derken sıra geldi nefes çalışmaya ve olay aydınlandı. Alice’de nefes yok. Boğazına kadar zor zar bir lokma nefes alıyor, hemen sonra veriyor. Göğüs kafesi, karın, pelvik taban bunlar hayatlarında nefes yüzü görmemişler. Gösteriyorum, bak böyle göğüs kafesini açacaksın, karın böyle yumuşayacak, nefesini göbek deliğinin arkasında hissedeceksin, periniyum nefese doğru başını kaldıracak. Tepki yok! Sanki karşısında Türkçe konuşuyormuşum gibi boş bakıyor bana Alice.

Egzersizler,  udiyana bandalar, ödevler derken biraz yumuşar gibi oldu. Bu sefer midesi bulanmaya başladı. Nefesi açılıp da midesi bulanan öğrenci sayısı az değildir, o yüzden şaşırmadım. Aslında bu durum nefesin derinlere doğru inmeye başladığına işaret ettiğinden sevindim bile diyebiliriz. Devamı da geldi…Morali bozuldu, duygusallaştı, nedenini bilmediği günlük depresyonlara girdi çıktı. “Yoga bana iyi gelmedi” aşamasının kıyısına geldi yanaştı ama beni çok sevmişti, hatırıma dersleri bırakmadı!

Bu hafta bir sabah derse Alice’den başka öğrenci gelmedi. (evet, ekonomik kriz yeni evlilerin kapısını çalmakta Portland’da!)  “Başla” dedim, karşısına geçtim. O yaptı ben izledim.

İzlerken izlerken, birden Alice’de eksik olan şeyi buldum!

Alice’in ruhu yok!

Daha doğrusu Alice’in canı yok demeliyim. Doğru kelimeyi bulmakta zorlanıyorum çünkü Alice’de yokluğunu fark ettiğim şey ingilizce indi bana o sırada: Spirit.

Şimdi bu spirit kelimesinin tam karşılığı Türkçemizde yok. Ruh kelimesinin karşılığı olan soul’un varlığına isteyen inanır isteyen inanmaz ama canlıyı hayatta tutan, ona neşe ve yaşama şevki veren şeyin bir can bir spirit olduğunda sanırım hepimiz hemfikirizdir. Canlı insan vardır, cansız vardır. Cansız olan ölü değildir sadece spiritsizdir. Ya da o gün kendimizi cansız hissederiz.  Kendimizi canlı, neşeli, hissedersek ingilizcede buna ”i am in high spirtits’ deriz. Meali: Bugün yüksek spritlerdeyim.

Anladınız mı nasıl bir şeyden söz ettiğimi? Alice’de spirit yok. İnsan yaşamayı sürdürüp cansız olamaz mı? İşte Alice’inki öyle bir durum.

Bir yandan bunları düşünüyor  bir yandan da Alice’i yönlendiriyorum. Nefes bölümüne geldik. Ben yine anlatıyorum. Bir ara nefes alış-veriş anlamına gelen respiration kelimesini kullandım.  Daha ağzımdan çıkarken bağlantıyı yakaladım: Spirit ve respritation. İngilizce bilmiyorsanız bile şu iki kelimenin ekrandaki görüntüsüne bakın. Birisi ötekinin içine yerleşmiş gibi görünmüyor mu? Respiratation. Spirit değil de spirat yazılıyor ama oraya takılmayın şimdi.   Şöyle düşünün: İngilizcede kelimenin başına re-gelirse, bu onun yenilendiğini belirtir. Sonuna gelen -ation ise ismi sürece dönüştürür.  Dolayısı ile re-spirat-ation yani nefes alış-veriş spritin yeniden üretilmesi süreci anlamına gelir!

Alice’de ne eksikti?

Nefes.

Başka?

Zerafet

Ve bir de?

Sprit!

Ah ah ah! Siz de benim gibi heyecanlandınız mı şimdi?

O halde yarın görüşürüz!

HehHeh!

(Daha bir de inspiration (ilham) konusu var!)

Foto: Aisha Harley/ Photoshop: Kokia Sparis

Boşluk Serisi II: Yogüstü Alfa

Pazartesi sabahları ders vermiyorum. Salonda yogamı bitirince yatak odasına döndüm. Bizim bey yatakta oturmuş, önünde bilgisayarı açık, ekranında Teoman’ın gözlere afiyet son klibi keyifle şarkı söylüyor. Beni görünce dedi ki:

“Bu mekanda çok fazla beta dalgası var, Alfa durumundakiler için sakıncalı olabilir. İstersen hiç girme!”.

Bu beta-alfa dalgaları aramızda bir şaka haline geldi. Benim yogadan hemen sonraki halime alfa hali diyoruz. Yoga yaparken beynim alfa frekansına geçiyor mu bilmiyorum ama benim yoga kafası diye adlandırdığım hal, aramızda Alfa Hali adını aldı. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Yoga Kafasını Korumanın Yolları )

Beyin dalgaları arasında Alfa diye bir dalga gerçekten de var. Derin meditasyonlarda beynimiz Alfa frekansında faaliyet gösteriyor.  Çocukluğumuzun 2 ila 6 yaş arasındaki döneminde beynimiz sadece Alfa dalgalarında seyrediyor.  Yoga veya meditasyon sırasında beyin alfa boyutuna geçerse çocukluğumuz sırasında oluşmuş duygusal kalıplarımız, anı ve yaralarımız da yeniden su yüzüne çıkabiliyor.  (Çocukluğa dair bir yoga macerası için böyle buyrun) Dolayısıyla alfa hattında insan  kendini sakin, sessiz, kırılgan hissedebilir.

Beyin yetişkinlerde bu dalga frekansını bulduğunda konuşma ihtiyacı da duymayabiliriz.  Ve terapi amaçlı öneriler beyin alfa frekansında akarken kişiye telkin edilebilir.  (Alfa dalgaları hakkında daha fazla bilgi almak için: NLP: Zihninizi Kullanma Kılavuzu. Nil Gün. Kuraldışı Yayınları)

Beta ise yetişkinlerin günlük hayatlarını geçirdikleri beyin dalga boyutu. Yoga kafası yavaş yavaş açılıp da yeniden normal hayata döndüğümüz zamanki frekans yani. Haliyle çiftlerden birinin beyin dalgaları alfada, diğerininki  betada akarken, iletişim kurmaları zor. Hele ki bir tanesi yoga üstü alfa boyutunu birazcık daha sürdürmek istiyorsa, günlük hayatın hayhuyunun başlamış olduğu bir odada durmasa iyi olur.

Ben de geri geri çıktım zaten.

Ders verdiğim günlerde, yoga stüdyosundan çıkıp da bir kahveye gitmem de bundan. Kahve de beta dalga boyutunda insan ile dolu evet ve ama ben onlarla konuşmak zorunda değilim. Orada tek başınayım ve gözlerim dala dala kahvemi yudumlayıp, yoga kafamın keyfini sürebilirim. Alfadan betaya yumuşak geçiş yapabilirim.

Dediğim gibi çocuklar 2 ila 6 yaş arasını alfa beyin dalgası boyutunda geçiriyorlar. Dört yıllık yoga kafası! İlgilerini çeken bir şeyi seyrederken veya en sevdikleri masalı dinlerken yüzde yüz dikkatlerini verebiliyorlar. O andan akılları geçmişe (ah ona keşke şöyle deseydim, ah mercimekleri dün geceden suya koysaydım, toplatıya geç kaldığım için bana kızmışlar mıdır acaba, gibisinden düşüncelere) veya geleceğe ( bu akşam ne zamandır beklettiğim emailere cevap yazayım, seneye artık evi boyatalım, öğrencilere yeni bir şeyler göstersem mi, gibisinden düşüncelere) takılmadan bir masalı tastamam dikkatle dinleyebiliyorlar. Belki de bu yüzdendir, çocukken dinlediğimiz masalları unutmayışımız.

Akıl yürütme, analitik mantık, neden-sonuç ilişkisini kurmak, soyutlama becerisi, bunlar düzgün akan beta dalgalarının bizlere hediyesi. Alfanın hediyesi ise yaratıcılık ve ilham gücü.

Yoga sonrasındaki alfa halimiz yaratıcılığa en yatkın olduğumuz zaman. Betaya ani geçişler, kapıda bekleyen ilham perisine, “sen burada iki dakika bekle, ben hemen döneceğim” dedikten sonra gazlayıp gitmek gibi bir şey. İçimizden geçenleri dışarı ifade etmek üzere masa başına oturduğumuz ya da kemanı, fırçayı, makası, kamerayı elimize aldığımız zaman ilham perisinin bıraktığımız yerde bizi beklediğini mi düşünüyoruz sahiden?

“If You Want to Write” diye bir kitap okuyorum şu aralar. Yazarı Brenda Ueland yaratıcılıktan söz ettiği bölümde, ilhamın öyle şimşek çakar gibi kafamızda bir anda oluşan bir durum olmadığını anlatıyor. Tam tersine diyor, ilham yavaştan ve sessizce gelir. Ve yaratıcı gücümüzün kağıda dökülebilmesi için çokça zamanın tek başına aylak aylak geçirilmesi gerekir.  Yazarken –veya yaratırken- kaleminizden dökülenler diyor, o sırada değil, önceki bir zamanda içinizde filizlenmiştir. Bir gün önceki avare zamanlarda!

Avarelik derken de neyi kasdediyor bilin bakalım?

Alfa dalgası boyutunu. Yoga kafasını. O tabii bu terimleri kullanmıyor ama açıklamaları ve örneklerinden anlıyorum ki aynı hikayeyi anlatıyoruz.

Yaratıcılığımızı besleyen tipte avarelik,  gazete veya ucuz polisiye okuyarak geçirdiğimiz zamanlar değil. Bunlar bizi beslemek yerine, bizden yiyen etkinlikler aslında.  Bizi besleyen “iyi” avarelik halinde ise hayatın hayhuyu ile çalkalanmayan keskin bir dikkat mevcut. Duyu organları ve beyin o anda olup biteni izliyor ama biz onların izledikleri hakkında illa ki de bir fikir beyan etme ihtiyacını duymuyoruz.

Yoga üstü alfa hali değil mi şimdi burada bahsedilen avarelik?

Ueland 20.yüzyılda yaşamını tamamlamış bir yazar. Bu yüzden de internet aylaklıkların  yaratıcı gücümüzden nasıl yediğinden söz etmiyor doğal olarak.

Ve fakat Tolstoy’dan alıntı yaparak şöyle bir şey söylüyor: Yazarken yazarken, takıldığımız bir noktada kalkıp kahve yapmak, sigara yakmak veya bir kadeh şarap doldurmak, içimizden çıkmak üzere olan çok sahici, çok orjinal bir fikri daha doğmadan öldürmeye yarar. Zaten yerimizden  o fikrin doğum sancılarını hissetmemek için kalkmışızdır. Farkında olmasak da. Elimizde kadeh ile masaya geri döndüğümüzde ise, o en sahici fikir benliğin dehlizlerinde yitip gitmiştir bile. Biz yine bildik sularda yolumuza devam ederiz. Söylemek istediğimiz başka türlü şeyler vardır ama gemiyi bir türlü oraya yanaştıramayız.

Ben yazarken pek yerimden kalkmam. Kahvemi yazıya başlamadan alırım. Yerimden kalkmadan yazmak üniversite yıllarında kendi kendime keşfetmiş olduğum bir verimli çalışma yöntemi idi. Shift (vardiya) adını verdiğim bu seanslarda 90 dakika boyunca ne olursa olsun yerimden kalkmadan çalışıyor, sonraki 90 dakika boyunca da ne olursa olsun o masaya oturmuyordum. Böyle geçen 3 çalışma shifti tamamlandığında günde net 4.5 saat ders çalışılmış oluyor ve geri kalan 19.5 saat keyfimce kullanılmak üzere bana kalıyordu. Günde net 4.5 saat çalışmanın  bütün ödevlerin, tezlerin yazılması için yeterli bir zaman olduğunu da anlamıştım.

O vakitler 20.yüzyıldaydık ama!

Şimdilerde ise, yerimden kalkmasam da konsantrasyon ve yaratıcı gücümü  benden çalan şeyler var. Hepsi de internette. O kadar yakınlar ki ne zaman parmaklarımı yazıdan çektim de, Safari’ye tıkladım, Facebook’a daldım fark etmiyorum.  Tam da yazı boyunca esas ifade etmek istediğim o sahici, o orjinal fikir içimden çıkmayazarken…

Internetteki sosyal ağlara bağımlılığımı Mete Baba’mın (ve onların kuşağındaki pek çok kişinin) gazete bağımlılığına benzetiyorum. Mete babam sabahları daha gözlerini açmadan kapıya koşar ve gazete gelmiş mi diye bakar. Dünyadan kopuk tek başına geçen bir gecenin (yanında annem uyusa da her birimiz uykumuzda yalnızız neticede!) sabahında dünyaya yeniden kavuşma çoşkusu onunkisi. Veya ilüzyonu.

Benim de kimi sabahlar uyanır uyanmaz, yogadan, kahveden herşeyden önce facebook’a dalmam, dostlarla yeniden buluşmak, kopukluk ilüzyonundan bir an önce bağlantı ilüzyonuna geçmek için…

Yogi Bajan ”We all long to belong” demiş. Hepimiz aidiyetin hasretini çekeriz.  Evrene, ilahi olana, bütüne aidiyetten söz ediyor elbet. Hasreti dindirmek için biz geçici aidiyetlerde teselli arıyoruz. Gazetede, facebookda, evlilikte, dostlar arasında, yoga stüdyosunda…O cins hasretin dünyevi bağlantılar ile dinmeyeceğini en derinimizde bile bile üstelik! İşte bu yüzdendir ki ilk sayfaya göz attıktan sonra Mete Babam yüzünü buruştarak, ben ise laptopumun ekranını karartarak söyleniriz:

“Yeni hiç bir şey yok ya!”

Bugün bir karar verdim. Yazı yazarken modemi kapatıyorum. Bu modemsiz ilk yazım! Aidiyet Yaradan’a kavuşmak ise, tatmin gazeteden, internetten değil, kendi içimizdeki yaratıcı güçten kaynaklanıyor olmalı!

Avare geçen boş zamanlar ve ilham perisine döneceğim yine.

Arkası yarın….bizden ayrılmayın!

Foto: Çelen, Burçin veya Ilkay