BOŞLUK VI: HEDİYE

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Fresh Pot kahvesi Powels kitapçısının bitişiğinde. Hatta kahveye girmek için kitapçının kapısını kullanıyoruz. Sabah vakti kitap kokusuna karışık kahve beni mest ediyor. Bu yaz Albina Press’i Fresh Pot’a değiştim. Albina Press çok fazla tanıdık ile doldu. Tek başıma avarelik edemiyorum artık orada. Oturur oturmaz birileri masama yanaşıveriyor. Fresh Pot’un kahvesi daha iyi zaten. Ve bir de komşu kitapçının raflarından istediğim kitabı çekip masama getirebilirim.

Dışarıda tatlı bir sonbahar havası…Yağmur yağıyor, hava serin ve karanlık, sokaklar sakin ve boş. İç mekanların tadı bir başka çıkıyor böyle havalarda. Portlandlılar çok uzun ve çok yağmurlu bir kış geçirdikleri yetmemiş gibi, yazın da bir türlü başlamamasına müthiş bozuluyorlar. Haklı olarak. Biz buraya göçmeden önce on beş gün boyunca Leros’da denize girip çıkıp, daha tuzumuz kurumadan kalamar, ahtapot, çoban salatası, patates kızartması ile dolu sofralarda yemekler yediğimiz için yaza doymuşuz gibi geliyor bana. Sonbahar 30’lu yaşlarımın en sevdiğim mevsimi haline geldi galiba!

Bu sabah iki dersim vardı. Saatimi 5’e kurmuştum. Derslerin öncesine kendi yogamı yapma niyeti ile. Yine olmadı! Normalden 45 dakika önce uyanmak niye bu kadar zor anlamıyorum ki! Kendi yogam kaldı iki dersin sonrasına .Taa 8:30’a. O saatte yoga mı yapılırmış, diye söyleniyor yine içimdeki çok bilmiş. Of!

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Güneşten önce kalkmayı becerdikten sonra bir kere, yogayı tam gün doğumuna denk getirmek öyle kuvvetli bir etki yapıyor ki! Yıllar önce, bütün yazı bir sahile kurduğum çadırımda geçirirken, komşum Serap ile güneş doğmadan uyanır, hiç konuşmadan doğuya yüzümüzü döner yogamıza başlardık. Saat kaçtı o sabahlarda? Uzun yaz günleri olduğuna göre, 4:30’dan geç olamaz. Yarın sabah yine deneyeceğim. İnanıyoruz ki zevke ve keyfe odaklanırsak, 5’de kalkabileceğiz (içimdeki ses ve ben.)

Ama bugün yogadan bahsetmeyecektim. Çünkü Boşluk serisi yoga serisi değil. Ruh, nefes, spirit, mizah, can, yaratıcılık, ilham, hayal gücü…bunları yogaya bağlayabiliriz elbet ama ömrünüzde yoga yapmadınız ve yapmayacak iseniz bile neden söz ettiğimi anlıyorsunuz değil mi? Boşluk yogadan büyük bir alanı kaplıyor.

Her birimiz eşsiz insanlarız. Maceradan arınmış, rutine dayalı sözde en sıradan hayatları sürenlerimiz bile özel-orjinal benlikler içinde yaşıyoruz. Nasıl ki her birimizin genetik yapısı bu alemde tek ve eşsiz, aynısı benliğimiz için de geçerli. Genlerimiz, birikim ve tecrübelerimiz, yaşam koşullarımız ve bilmediğimiz milyonlarca faktörün bir araya gelmesinden, benlik oluşmuş. Her birimiz insanlık halimizi  diğerinden farklı tecrübe ederiz ama nihayetinde insan birdir.  Bu birlik sayesinde iletişim kurabiliriz. Benim insanlığımı yaşama yolum yazı ile size ulaşır ve sizin insanlık halinizle örtüşür, size bir şey katar ve siz de dönüp kendinizinkini bir diğerine aktarırsınız. İlham zincirleme birbirimize geçirdiğimiz hediyedir.

Spiritsiz insan olmadığı gibi, hayal gücü ve yaratıcılıktan yoksun insan da yoktur. Geleneksel toplumlarda el işi, marangozluk, müzik, dans, muhabbet tellallığı, oyunculuk, masal yazmak/anlatmak gibi yaratıcılığı besleyen faaliyetler günlük hayatın parçası olarak yaşanıyordu. Bütün yetişkinlerin müzik yapması da, dans etmesi de sıradan ve sık sık tekrar eden olaylardı. Şimdi müzik yapmak, dans etmek, resim yapmak, yazı yazmak için bu alanlardan birine karşı yeteneğimiz olması gerektiğine inanıyoruz. Oysa ki ilham perisi gibi yetenek de zamanla, sabırla, kapısı çalına çalına uyanan bir diğer lamba cini.

Dünyada kaç milyar insan yaşıyorsa, bir o kadar da spirit var. Bir o kadar kendini ifade etme biçimi…Binlerce farklı kanaldan, milyonlarca farklı insana…Günümüzde yaratma imkanlarımız azalmadı, tersine arttı. Geleneksel toplumlarda ancak kendi kabileme, köyüme sunabileceğim iç dünyamı şimdi benimle aynı dili konuşan binlerce insana açabiliyorum. Bir şeyleri kanıtlamak, sizi değiştirmek, ya da etkilemek, daha iyi bir insan olmak için değil. Yaratmanın tatminini yaşamak için. Bu da sizin bana hediyeniz.

Can, öz  veya spirit uyuduğu yerden çıktıkça beraberinde yaratıcılığı getiriyor. Spirit, yogadaki gibi nefesle bedenin derinliklerine dokunarak veya insanın kendi gerçeğinin farkına varması sonucunda ortaya çıkabilir. Kendi gerçeğimiz derken, o orjinal benliğimizden söz ediyorum. Sadece size has olan, genetik yapınız gibi nevi şahsınza münhasır benliğinizden!

Bu arada o orjinal benlik (spirit)  bilinçli veya bilinçsiz olarak çocukluğumuzdan beri bastırılmış olabilir. Anne-baba “düzeltmeleri” (ama biz senin iyiliğini istediğimiz için böyle söylüyoruz), öğretmen eleştirisi (daha iyisini yapabileceğini biliyoum!), arkadaşların dalga geçmesi, eşlerin eşlere inançsızlığı, ve hatta kendi çocuklarımızın bizi küçümsemesi…Bir ömür bunlara şahitlik eden Spirit koşa koşa lambasına geri kaçmasın da ne yapsın? Ancak bir iki kadeh içki içtiğimizde geri gelir bazen. (İngilizce’de alkollü içeceklere bilin bakalım ne derler: Spirit!) Spirit’i dışarı çağırmak için alkollü spiritlere bağımlı hale gelirsek yalnız, yine kaçar lambasının içine.

İnsan yaratmak ister. İnsan ait olmak ister. Ne demişti yogi Bajan? We all long to belong. Hepimiz aidiyetin hasretini çekeriz. Yaradana kavuşmak yaratmaktan geçer. İnsanı insan yapan analitik düşünme yeteneği değil, hayal gücüdür bence. Hayal gücü orjinal benlikten, candan, spiritten beslenir.  Spirit avare zamanlardan…

Size bir hediye vereceğim:

Bir saat BOŞLUK.

Haydi bugün avare avare dolanın sokaklarda bir saat. Tek başınıza. Kimse ile konuşmadan. Bir yere yetişmeden. Belki kulağınıza müzik takar, bir film seyreder gibi sokaklardaki kendinizi seyredersiniz. Kim bilir belki alfa frekansına geçersiniz. Belki spirit lambanın ağzından başını gösterir, bir dilek tutarsınız. Belki bir şarkı yazarsınız, ya da mektup, belki bir resim yaparsınız ya da sekiverirsiniz kaldırımda.

Nasıl isterseniz öyle değerlendirin hediyenizi…

Mutlu günler!

SON

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Aisha Harley’nin ve İstanbul’un ruhunu yansıtan bu güzel fotoğrafların devamına Defnesumanyoga’nın Facebook sayfasından bakabilirsiniz!

Boşluk Serisi III: Avare Mou

Boşluk serisinin ilk bölümünde İstanbul’da yaşarken bir türlü oturup da yazı yazamadığımdan dem vurmuştum. Davranışlarımın sorumluluğunu üzerime almayıp, tembelliği başkalarına veya dış etkenlere yüklemek ne kolay!

İstanbul’da ben hep aktifim. Hep koşturuyorum. Ben koşmasam da etrafımızdakiler koşturuyor ve ağır ağır yürüdüğüm sokaklardan ruhuma telaş bulaşıyor. Çok kalabalık olduğu için nereye kaçarsam kaçayım uyarıcı bombardımanına tutuluyorum. Yoga sonrasındaki alfa dalgalarım bir darbe ile yıkanıp temizleniyor. Yaratıcı gücümü besleyen o boşluk haline bir türlü giremiyorum.

Oysa ki İstanbul insanı nasıl da besliyor! Yaratıcı projeleri ile hayatı, dünyayı, kendilerini daha iyi hale getirmeye gönül vermiş bir dolu güçlü genç insan İstanbul’da. İnsanlığın bin bir halini keskin gözlem, mizah ve orjinal bir üslup ile ifade etmeyi bilen her daldan sanatçı da İstanbul’da yaşıyor. 21. yüzyıl İstanbul’unda yukarıdan (ve aşağıdan) gelen bütün kısıtlamalara rağmen kendini keşif ve ifade arzusu başını almış gidiyor.

İstanbul’da avare boşluklar yaratmak için biraz ekstra çaba lazım sadece.

Alfa dalgalarında faaliyet gösterdiğimiz bir avare boşlukta, İstanbul’un kalabalığında kaybolsak mesela…Kulağımıza müzik dayasak ve yürüyesek. Katman katman duygu tetikleyen manzarada kim bilir neler neler görürüz? Taksim metro girişinde yüzlerce insan ile merdivenlerden aşağı akarken, içinde bulunduğumuz durumu tahlil etmeden, sadece seyreylesek, belki biraz da dinlesek diyalogları… ne hikayeler açılır önümüze!

Evet biliyorum. Kolay değil. İstanbul yoğun bir şehir. Havası, renkleri, güzelliği, kalabalığı, gece hayatı, çığırtkanları, trafiği, günlük dramları ile buram buram yoğun bir memleket. Zihnin tahlil ve yargılama işlevlerini rölantiye alıp kendi hayatlarımızdan soyutlandığımız avare zamanlar Portland’da olduğu gibi tabakta hazır önünüze servis edilmiyor.

Dedim ya…çalışmak  gerek. Bir yerlere varma çabası ile değil de günlük rutini kırıp da “iyi” aylaklığa yer açma çabası ile.  (Alışveriş merkezlerinde dolandırıp, dizi seyrettiren cinsten bir avarelikten bahsetmediğimi anlamışsınızdır herhalde.)

Ya da belki doğru mekanı aramak yerine doğru zamanı bulmaya dümen kırabiliriz. Sabah erkenden, gün yeni ağarırken İstanbul’a çıkmak. Hiç konuşmadan ilk vapura binmek mesela. İlk otobüslerden de önce Sarıyer’den Beşiktaş’a kadar bisiklete binmek, Galata köprüsünde yürümek,  Cihangir’de yolun kenarına tüneyip doğan güne karşı yalanan üç renk kedileri seyretmek ve halis İstanbul avarelerinin zaten yaptığı üzere balık tutmak!

Avareliğe vakti olmamak ayıp değil, ona yer açmamak kayıp!

Yoga yapmak, örgü örmek, kulağımda müzik ile bisiklete binmek, trafiksiz uzun yolda araba tek başına araba sürmek, ormanda yalnız yürüyüş, yüzmek…Bütün bunlar belli bir amaca doğru koşturmadan yapılırsa “If You Want to Write”ın yazarı Ueland’ın bahsettiği tarzda bir boşluk yaratıyor.  O boşluktan hayal gücü besleniyor. O hali  korumak için beta dalgası yaratan sosyalleşme, yeme içme, konuşma, dış dünyadan haber alma etkinliklerini bir kaç  saat askıya alabiliriz.

Yaratıcılık aktif yaşamlarda değil, pasif anlarda saklı. İlham böyle bir peri. Ağır adımlarla yürüyor ve alçak sesle konuşuyor.

Bütün yazı (ve yoga) ustaları gibi Ueland da hergün düzenli olarak defterin, daktilonun başına oturmanın önemini vurguluyor. Yazacak tek bir kelimeniz olmasa bile diyor, geçin kağıdın karşısına. Belki bir saat boyunca sadece saçlarınızı çekiştirerek camdan dışarıyı seyredeceksiniz. Olsun diyor, yeter ki o bir saati (belki iki, belki sekiz) yazıya niyet ederek geçirin. Yarın yazacağımız şeyin tohumu işte o boşluk anında içinize düşebilir.

Bazı sabahlar hiç yoga yapasım yok. Yorgunum, isteksiz, kaskatı ve duygusal. Yine de yere oturuyorum. Minik minik ayak bileklerimi çeviriyorum. Bazen oturacak bile halim yok sırt üstü yatıyorum. O kadar. Orada bir sağa, bir sola yuvarlanıyorum. Sonra bazen bir bakıyorum kalkınmış, devamını getiriyormişim. Yorgunluk yavaştan ağarıyor, enerji içimde uyanıyor. Bazen ise olmuyor böyle bir şey. Sallandığım sırt üstü pozisyondan kalkıp günüme başlıyorum. Ama ertesi gün enerjik, yumuşak ve güçlüyüm.

Zeynep Çelen’in son yazısında bahsettiği ağaçsızlık durumuna bir örnek daha. Her yoga çalışması kanlı canlı ağaçlı geçecek diye bir şart olmadığı gibi, kurak günler enerjik günlerin kuluçkası aslında.

Bazı günler ise yazacak bir kelime sözüm yok. Günlüğümü önüme açıyorum, bir önceki gün yaptıklarımı yazıyorum. Sabah dersime on kişi geldi, öğlen balık salta yedik, yunanca ödevlerimi yapmak için parka gittim. Bazen yazı bir viraj alıyor ve şimdi yazdığım gibi bir şeyi çıkarıyor içinden. Bazen de öyle bitiyor: “Akşam sinemaya gidelim dedik ama ben çok yorgundum, yine eve döndük” diye!

Her iki durumda da o günkü halimize RAĞMEN boşluğa bir adım atmakta fayda var. Yazıda da yogada da ara vermek biriktirmeye değil, uzaklaşmaya yarıyor. İlham perisi onu bekledikçe değil, usanmadan, vazgeçmeden kapısını aşındırdıkça kabuğundan çıkıyor!

İlham, yaratıcı enerji, hayal gücü, ruh, ilahiyat, espiri, nefes…Boşluk açtığımızda içine bunlar dolacakmış gibi geliyor mu?

Öyle ise yarının yazısı sizin için gelecek!

Arkası yarın, bizden ayrılmayın!

Foto: Kokia Sparis

Not: Buraya ne resim koysam diye düşünürken, youtube’da bu şarkıyı buldum. Link vermekle kalmayıp yazının başlığını da değiştiriyorum! (Yazının orjinal başlığı “Boşlukta Salınmak” idi)

Boşluk Serisi II: Yogüstü Alfa

Pazartesi sabahları ders vermiyorum. Salonda yogamı bitirince yatak odasına döndüm. Bizim bey yatakta oturmuş, önünde bilgisayarı açık, ekranında Teoman’ın gözlere afiyet son klibi keyifle şarkı söylüyor. Beni görünce dedi ki:

“Bu mekanda çok fazla beta dalgası var, Alfa durumundakiler için sakıncalı olabilir. İstersen hiç girme!”.

Bu beta-alfa dalgaları aramızda bir şaka haline geldi. Benim yogadan hemen sonraki halime alfa hali diyoruz. Yoga yaparken beynim alfa frekansına geçiyor mu bilmiyorum ama benim yoga kafası diye adlandırdığım hal, aramızda Alfa Hali adını aldı. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Yoga Kafasını Korumanın Yolları )

Beyin dalgaları arasında Alfa diye bir dalga gerçekten de var. Derin meditasyonlarda beynimiz Alfa frekansında faaliyet gösteriyor.  Çocukluğumuzun 2 ila 6 yaş arasındaki döneminde beynimiz sadece Alfa dalgalarında seyrediyor.  Yoga veya meditasyon sırasında beyin alfa boyutuna geçerse çocukluğumuz sırasında oluşmuş duygusal kalıplarımız, anı ve yaralarımız da yeniden su yüzüne çıkabiliyor.  (Çocukluğa dair bir yoga macerası için böyle buyrun) Dolayısıyla alfa hattında insan  kendini sakin, sessiz, kırılgan hissedebilir.

Beyin yetişkinlerde bu dalga frekansını bulduğunda konuşma ihtiyacı da duymayabiliriz.  Ve terapi amaçlı öneriler beyin alfa frekansında akarken kişiye telkin edilebilir.  (Alfa dalgaları hakkında daha fazla bilgi almak için: NLP: Zihninizi Kullanma Kılavuzu. Nil Gün. Kuraldışı Yayınları)

Beta ise yetişkinlerin günlük hayatlarını geçirdikleri beyin dalga boyutu. Yoga kafası yavaş yavaş açılıp da yeniden normal hayata döndüğümüz zamanki frekans yani. Haliyle çiftlerden birinin beyin dalgaları alfada, diğerininki  betada akarken, iletişim kurmaları zor. Hele ki bir tanesi yoga üstü alfa boyutunu birazcık daha sürdürmek istiyorsa, günlük hayatın hayhuyunun başlamış olduğu bir odada durmasa iyi olur.

Ben de geri geri çıktım zaten.

Ders verdiğim günlerde, yoga stüdyosundan çıkıp da bir kahveye gitmem de bundan. Kahve de beta dalga boyutunda insan ile dolu evet ve ama ben onlarla konuşmak zorunda değilim. Orada tek başınayım ve gözlerim dala dala kahvemi yudumlayıp, yoga kafamın keyfini sürebilirim. Alfadan betaya yumuşak geçiş yapabilirim.

Dediğim gibi çocuklar 2 ila 6 yaş arasını alfa beyin dalgası boyutunda geçiriyorlar. Dört yıllık yoga kafası! İlgilerini çeken bir şeyi seyrederken veya en sevdikleri masalı dinlerken yüzde yüz dikkatlerini verebiliyorlar. O andan akılları geçmişe (ah ona keşke şöyle deseydim, ah mercimekleri dün geceden suya koysaydım, toplatıya geç kaldığım için bana kızmışlar mıdır acaba, gibisinden düşüncelere) veya geleceğe ( bu akşam ne zamandır beklettiğim emailere cevap yazayım, seneye artık evi boyatalım, öğrencilere yeni bir şeyler göstersem mi, gibisinden düşüncelere) takılmadan bir masalı tastamam dikkatle dinleyebiliyorlar. Belki de bu yüzdendir, çocukken dinlediğimiz masalları unutmayışımız.

Akıl yürütme, analitik mantık, neden-sonuç ilişkisini kurmak, soyutlama becerisi, bunlar düzgün akan beta dalgalarının bizlere hediyesi. Alfanın hediyesi ise yaratıcılık ve ilham gücü.

Yoga sonrasındaki alfa halimiz yaratıcılığa en yatkın olduğumuz zaman. Betaya ani geçişler, kapıda bekleyen ilham perisine, “sen burada iki dakika bekle, ben hemen döneceğim” dedikten sonra gazlayıp gitmek gibi bir şey. İçimizden geçenleri dışarı ifade etmek üzere masa başına oturduğumuz ya da kemanı, fırçayı, makası, kamerayı elimize aldığımız zaman ilham perisinin bıraktığımız yerde bizi beklediğini mi düşünüyoruz sahiden?

“If You Want to Write” diye bir kitap okuyorum şu aralar. Yazarı Brenda Ueland yaratıcılıktan söz ettiği bölümde, ilhamın öyle şimşek çakar gibi kafamızda bir anda oluşan bir durum olmadığını anlatıyor. Tam tersine diyor, ilham yavaştan ve sessizce gelir. Ve yaratıcı gücümüzün kağıda dökülebilmesi için çokça zamanın tek başına aylak aylak geçirilmesi gerekir.  Yazarken –veya yaratırken- kaleminizden dökülenler diyor, o sırada değil, önceki bir zamanda içinizde filizlenmiştir. Bir gün önceki avare zamanlarda!

Avarelik derken de neyi kasdediyor bilin bakalım?

Alfa dalgası boyutunu. Yoga kafasını. O tabii bu terimleri kullanmıyor ama açıklamaları ve örneklerinden anlıyorum ki aynı hikayeyi anlatıyoruz.

Yaratıcılığımızı besleyen tipte avarelik,  gazete veya ucuz polisiye okuyarak geçirdiğimiz zamanlar değil. Bunlar bizi beslemek yerine, bizden yiyen etkinlikler aslında.  Bizi besleyen “iyi” avarelik halinde ise hayatın hayhuyu ile çalkalanmayan keskin bir dikkat mevcut. Duyu organları ve beyin o anda olup biteni izliyor ama biz onların izledikleri hakkında illa ki de bir fikir beyan etme ihtiyacını duymuyoruz.

Yoga üstü alfa hali değil mi şimdi burada bahsedilen avarelik?

Ueland 20.yüzyılda yaşamını tamamlamış bir yazar. Bu yüzden de internet aylaklıkların  yaratıcı gücümüzden nasıl yediğinden söz etmiyor doğal olarak.

Ve fakat Tolstoy’dan alıntı yaparak şöyle bir şey söylüyor: Yazarken yazarken, takıldığımız bir noktada kalkıp kahve yapmak, sigara yakmak veya bir kadeh şarap doldurmak, içimizden çıkmak üzere olan çok sahici, çok orjinal bir fikri daha doğmadan öldürmeye yarar. Zaten yerimizden  o fikrin doğum sancılarını hissetmemek için kalkmışızdır. Farkında olmasak da. Elimizde kadeh ile masaya geri döndüğümüzde ise, o en sahici fikir benliğin dehlizlerinde yitip gitmiştir bile. Biz yine bildik sularda yolumuza devam ederiz. Söylemek istediğimiz başka türlü şeyler vardır ama gemiyi bir türlü oraya yanaştıramayız.

Ben yazarken pek yerimden kalkmam. Kahvemi yazıya başlamadan alırım. Yerimden kalkmadan yazmak üniversite yıllarında kendi kendime keşfetmiş olduğum bir verimli çalışma yöntemi idi. Shift (vardiya) adını verdiğim bu seanslarda 90 dakika boyunca ne olursa olsun yerimden kalkmadan çalışıyor, sonraki 90 dakika boyunca da ne olursa olsun o masaya oturmuyordum. Böyle geçen 3 çalışma shifti tamamlandığında günde net 4.5 saat ders çalışılmış oluyor ve geri kalan 19.5 saat keyfimce kullanılmak üzere bana kalıyordu. Günde net 4.5 saat çalışmanın  bütün ödevlerin, tezlerin yazılması için yeterli bir zaman olduğunu da anlamıştım.

O vakitler 20.yüzyıldaydık ama!

Şimdilerde ise, yerimden kalkmasam da konsantrasyon ve yaratıcı gücümü  benden çalan şeyler var. Hepsi de internette. O kadar yakınlar ki ne zaman parmaklarımı yazıdan çektim de, Safari’ye tıkladım, Facebook’a daldım fark etmiyorum.  Tam da yazı boyunca esas ifade etmek istediğim o sahici, o orjinal fikir içimden çıkmayazarken…

Internetteki sosyal ağlara bağımlılığımı Mete Baba’mın (ve onların kuşağındaki pek çok kişinin) gazete bağımlılığına benzetiyorum. Mete babam sabahları daha gözlerini açmadan kapıya koşar ve gazete gelmiş mi diye bakar. Dünyadan kopuk tek başına geçen bir gecenin (yanında annem uyusa da her birimiz uykumuzda yalnızız neticede!) sabahında dünyaya yeniden kavuşma çoşkusu onunkisi. Veya ilüzyonu.

Benim de kimi sabahlar uyanır uyanmaz, yogadan, kahveden herşeyden önce facebook’a dalmam, dostlarla yeniden buluşmak, kopukluk ilüzyonundan bir an önce bağlantı ilüzyonuna geçmek için…

Yogi Bajan ”We all long to belong” demiş. Hepimiz aidiyetin hasretini çekeriz.  Evrene, ilahi olana, bütüne aidiyetten söz ediyor elbet. Hasreti dindirmek için biz geçici aidiyetlerde teselli arıyoruz. Gazetede, facebookda, evlilikte, dostlar arasında, yoga stüdyosunda…O cins hasretin dünyevi bağlantılar ile dinmeyeceğini en derinimizde bile bile üstelik! İşte bu yüzdendir ki ilk sayfaya göz attıktan sonra Mete Babam yüzünü buruştarak, ben ise laptopumun ekranını karartarak söyleniriz:

“Yeni hiç bir şey yok ya!”

Bugün bir karar verdim. Yazı yazarken modemi kapatıyorum. Bu modemsiz ilk yazım! Aidiyet Yaradan’a kavuşmak ise, tatmin gazeteden, internetten değil, kendi içimizdeki yaratıcı güçten kaynaklanıyor olmalı!

Avare geçen boş zamanlar ve ilham perisine döneceğim yine.

Arkası yarın….bizden ayrılmayın!

Foto: Çelen, Burçin veya Ilkay