Boşluk serisinin ilk bölümünde İstanbul’da yaşarken bir türlü oturup da yazı yazamadığımdan dem vurmuştum. Davranışlarımın sorumluluğunu üzerime almayıp, tembelliği başkalarına veya dış etkenlere yüklemek ne kolay!
İstanbul’da ben hep aktifim. Hep koşturuyorum. Ben koşmasam da etrafımızdakiler koşturuyor ve ağır ağır yürüdüğüm sokaklardan ruhuma telaş bulaşıyor. Çok kalabalık olduğu için nereye kaçarsam kaçayım uyarıcı bombardımanına tutuluyorum. Yoga sonrasındaki alfa dalgalarım bir darbe ile yıkanıp temizleniyor. Yaratıcı gücümü besleyen o boşluk haline bir türlü giremiyorum.
Oysa ki İstanbul insanı nasıl da besliyor! Yaratıcı projeleri ile hayatı, dünyayı, kendilerini daha iyi hale getirmeye gönül vermiş bir dolu güçlü genç insan İstanbul’da. İnsanlığın bin bir halini keskin gözlem, mizah ve orjinal bir üslup ile ifade etmeyi bilen her daldan sanatçı da İstanbul’da yaşıyor. 21. yüzyıl İstanbul’unda yukarıdan (ve aşağıdan) gelen bütün kısıtlamalara rağmen kendini keşif ve ifade arzusu başını almış gidiyor.
İstanbul’da avare boşluklar yaratmak için biraz ekstra çaba lazım sadece.
Alfa dalgalarında faaliyet gösterdiğimiz bir avare boşlukta, İstanbul’un kalabalığında kaybolsak mesela…Kulağımıza müzik dayasak ve yürüyesek. Katman katman duygu tetikleyen manzarada kim bilir neler neler görürüz? Taksim metro girişinde yüzlerce insan ile merdivenlerden aşağı akarken, içinde bulunduğumuz durumu tahlil etmeden, sadece seyreylesek, belki biraz da dinlesek diyalogları… ne hikayeler açılır önümüze!
Evet biliyorum. Kolay değil. İstanbul yoğun bir şehir. Havası, renkleri, güzelliği, kalabalığı, gece hayatı, çığırtkanları, trafiği, günlük dramları ile buram buram yoğun bir memleket. Zihnin tahlil ve yargılama işlevlerini rölantiye alıp kendi hayatlarımızdan soyutlandığımız avare zamanlar Portland’da olduğu gibi tabakta hazır önünüze servis edilmiyor.
Dedim ya…çalışmak gerek. Bir yerlere varma çabası ile değil de günlük rutini kırıp da “iyi” aylaklığa yer açma çabası ile. (Alışveriş merkezlerinde dolandırıp, dizi seyrettiren cinsten bir avarelikten bahsetmediğimi anlamışsınızdır herhalde.)
Ya da belki doğru mekanı aramak yerine doğru zamanı bulmaya dümen kırabiliriz. Sabah erkenden, gün yeni ağarırken İstanbul’a çıkmak. Hiç konuşmadan ilk vapura binmek mesela. İlk otobüslerden de önce Sarıyer’den Beşiktaş’a kadar bisiklete binmek, Galata köprüsünde yürümek, Cihangir’de yolun kenarına tüneyip doğan güne karşı yalanan üç renk kedileri seyretmek ve halis İstanbul avarelerinin zaten yaptığı üzere balık tutmak!
Avareliğe vakti olmamak ayıp değil, ona yer açmamak kayıp!
Yoga yapmak, örgü örmek, kulağımda müzik ile bisiklete binmek, trafiksiz uzun yolda araba tek başına araba sürmek, ormanda yalnız yürüyüş, yüzmek…Bütün bunlar belli bir amaca doğru koşturmadan yapılırsa “If You Want to Write”ın yazarı Ueland’ın bahsettiği tarzda bir boşluk yaratıyor. O boşluktan hayal gücü besleniyor. O hali korumak için beta dalgası yaratan sosyalleşme, yeme içme, konuşma, dış dünyadan haber alma etkinliklerini bir kaç saat askıya alabiliriz.
Yaratıcılık aktif yaşamlarda değil, pasif anlarda saklı. İlham böyle bir peri. Ağır adımlarla yürüyor ve alçak sesle konuşuyor.
Bütün yazı (ve yoga) ustaları gibi Ueland da hergün düzenli olarak defterin, daktilonun başına oturmanın önemini vurguluyor. Yazacak tek bir kelimeniz olmasa bile diyor, geçin kağıdın karşısına. Belki bir saat boyunca sadece saçlarınızı çekiştirerek camdan dışarıyı seyredeceksiniz. Olsun diyor, yeter ki o bir saati (belki iki, belki sekiz) yazıya niyet ederek geçirin. Yarın yazacağımız şeyin tohumu işte o boşluk anında içinize düşebilir.
Bazı sabahlar hiç yoga yapasım yok. Yorgunum, isteksiz, kaskatı ve duygusal. Yine de yere oturuyorum. Minik minik ayak bileklerimi çeviriyorum. Bazen oturacak bile halim yok sırt üstü yatıyorum. O kadar. Orada bir sağa, bir sola yuvarlanıyorum. Sonra bazen bir bakıyorum kalkınmış, devamını getiriyormişim. Yorgunluk yavaştan ağarıyor, enerji içimde uyanıyor. Bazen ise olmuyor böyle bir şey. Sallandığım sırt üstü pozisyondan kalkıp günüme başlıyorum. Ama ertesi gün enerjik, yumuşak ve güçlüyüm.
Zeynep Çelen’in son yazısında bahsettiği ağaçsızlık durumuna bir örnek daha. Her yoga çalışması kanlı canlı ağaçlı geçecek diye bir şart olmadığı gibi, kurak günler enerjik günlerin kuluçkası aslında.
Bazı günler ise yazacak bir kelime sözüm yok. Günlüğümü önüme açıyorum, bir önceki gün yaptıklarımı yazıyorum. Sabah dersime on kişi geldi, öğlen balık salta yedik, yunanca ödevlerimi yapmak için parka gittim. Bazen yazı bir viraj alıyor ve şimdi yazdığım gibi bir şeyi çıkarıyor içinden. Bazen de öyle bitiyor: “Akşam sinemaya gidelim dedik ama ben çok yorgundum, yine eve döndük” diye!
Her iki durumda da o günkü halimize RAĞMEN boşluğa bir adım atmakta fayda var. Yazıda da yogada da ara vermek biriktirmeye değil, uzaklaşmaya yarıyor. İlham perisi onu bekledikçe değil, usanmadan, vazgeçmeden kapısını aşındırdıkça kabuğundan çıkıyor!
İlham, yaratıcı enerji, hayal gücü, ruh, ilahiyat, espiri, nefes…Boşluk açtığımızda içine bunlar dolacakmış gibi geliyor mu?
Öyle ise yarının yazısı sizin için gelecek!
Arkası yarın, bizden ayrılmayın!

Not: Buraya ne resim koysam diye düşünürken, youtube’da bu şarkıyı buldum. Link vermekle kalmayıp yazının başlığını da değiştiriyorum! (Yazının orjinal başlığı “Boşlukta Salınmak” idi)
“içinde bulunduğumuz durumu tahlil etmeden, sadece seyreylesek, belki biraz da dinlesek diyalogları… ne hikayeler açılır önümüze!”
bu cümlen ilham oldu bugün bana.
Harika bir yazı! Şahane! O kadar yorgunum ki!
Bu yazı serisi bana çok dokundu, sanki içimdekileri okuyormuşsunuz gibi geldi:) hepsini itinayla saklayacağım..