Zakynthos Yazar Evi’nden Mektubunuz Var

Çok pek sevgili blog okurlarım, sadık dostlarım,

10 gündür Yunanistan’ın Zakynthos adasında bir Yazar Evi’nde kalıyorum. Yazar Evi nedir diyecek olursanız, biz kafamızı sadece yazdığımız metinlere yoralım diye dünyanın çeşitli yerlerine kurulmuş evler diye tarif ederim. Türkiye’de de var. İtalya’daki kimi yazar evleri kaleli, kuleli şatolarda. Oralarda onlarca yazar beraber kalıp akşam yemeklerini uzun masalarda yiyorlarmış (bir zamanlar) diye duymuştum. Bizim Zakynthos Author’s House ise iki odalı bir yazar evi. İki odayı birleştiren alanda açık mutfak ve oturma odası var. Oturma odasında kütüphane. Bugüne kadar buraya gelmiş, burada kalmış yazmış yazarların eserleri kütüphaneye dizilmiş ve tabi pek çok başka kitap da var.

Ben buraya bir bavul kitapla geldim. Araştırmam için gerekli diye düşündüm. Sonra da -tabi ki- o kitapların kapaklarını açmadım, kütüphaneden çektiğim başka bir kitabı okumaya daldım. Pazartesi sabahı bavula doldurup getirdiğim gibi Atina’ya geri götüreceğim.

Kahvaltı Sofrası

Yazar Evi’nde geçirilecek bir süre benim en büyük hayallerimden biriydi. Yaz başında bir gece, ruhumu daraltan günlük hayattan, yakamı bırakmayan kıstırılmışlık hissinden kurtulmak için yattığım yerde Avrupa’daki yazar evlerini araştırdım internetten. Bir de ne göreyim Yunanistan’ın Zakynthos adasında, burnumum dibi sayılacak bir mesafede (ben Almanya’ya, İsveç’e, Cebelitarık’a filan gitmeye de hazırdım) bir yazar evi. Sabaha cayarım diye hemen oracıkta, uykusuz yatağımda başvuru formunu doldurdum. Her yazar evinin kendince şartları var. Bilindik bir yayınevinden basılı en az üç kitabınız olması mesela bunlardan biriydi buraya başvururken.

Sabah uyandım bir de baktım kabul gelmiş. 31 Ağustos-13 Eylül arası seni bekliyoruz diyorlar. Cüzzi bir konaklama ücreti ödüyorsun, yol ve yemek masrafları da cebinden çıkıyor ama olsun. 18 aylık kedili kocalı bir ev yaşamından sonra iki hafta tek başıma kalacağım ve benden tek beklenen şey bu iki haftada yazmak! VAy canına dedim. Ben romanımı bile bitiririm orada iki haftada!

Kedilerin, kocanın bakımı için düzenlemeler yapıldı. Ardımda bıraktıklarımın başına dünyanın yıkılmayacağına ikna olmam biraz zaman aldı. Birkaç defa “ben gitmeyeyim en iyisi” dedim. Ama sonunda gittim. Bensiz de dünyanın döneceğine inanmam lazımdı çünkü.

Buraya vardığımda anneme telefonda dedim ki yarından tezi yok rutinimi oluşturuyorum ve her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmak üzere kampa giriyordum. Annem de dedi ki “biraz oluruna bıraksan?”.

İlk planım şöyleydi: Sabah 5:30 kalkış. Brahma Muhurta yakalamaca. Kahve. 6’da yogaya başlama. 7:20’de güneş doğarken yogayı bitirip denize yolculuk. Sabah yüzmesi ve o plajda yazılan sabah sayfaları. 10’da eve dönüş. 11’de yazmaya oturma. 5e kadar yazma. 5te akşam yemeği ve hemen sonra akşam yüzmesi, adayı gezme, vs. Akşam eve dönünce bir saat idari işler. Dokuzda yatış.

Ne kadar masum, ne kadar kolay görünüyor değil mi?

Kaç gün bu plana sadık kaldım dersiniz?

Sıfır

Evet, sanki içimde asi bir ergen yaşıyor. Ben alarmı kurdukça o uyuyor. Ben haydi şimdi plaj saati diyorum, ona ilham geliyor, saatlerce yazıyor. Uyumadan önce yarım saat kitap okuyalım diyorum, elinden telefonu bırakmıyor. Böyle bir ben var benden içeri yani. Benden ötede değil, otuz yıl geride kalmış bir ergen.

Ama yazınca o mu yazıyor ben mi yazıyoruz bilmiyorum. Çünkü ergenimle ben bilgisayar başına geçince yazdık. Epeyce bölümü yoktan varettik. Varolan bölümlerin üzerinden geçtik, tertipledik. Küçük bir okuma grubunda yeni yazılan bölümleri test ettik, onay aldık. O halde yola devam.

Zakynthos Yunanistan ile İtalya arasındaki Adriatik denizinde bir ada. Turkuaz renginde denizi bana Büyükada’yı anımsatan çam ormanları var. Her yer zeytinlik, incir ve çam. Yazar evimiz bir köyde. Sabah yokuş yukarı vurursanız sokaklarında tavukların, ördeklerin, hindi ve hatta tavuskuşlarının gezindiği eğri büğrü yollardan geçiyorsunuz. Zeytin-incir-zeytin-incir-çam-begonvil-zeytin-incir-zeytin-incir diye düşünün ve geceden de biraz yağmur yağmış olsun, sabah güneşinde hepsi koksun. Manzaraya hakim oldunuz mu?

Yazmaktan yorulunca buraya geliyorum. Marathia Plajı

Benim buraya varmamdan iki gün sonra Mikis Theodorakis’in ölüm haberini aldım. Annem telefonda söyledi. O söyleyince arabayla adayı gezdiğim ilk günüm boyunca araba radyousunu ayarladığım ERT 2’nin (Yunanistan’ın TRT2si) neden sadece Theodorakis çaldığı da açığa kavuştu. Bu acı haberi annemden almam da manidar oldu. Beni Theodorakis ile tanıştıran annemdi. Bizim evde plakları vardı ve çok dinlenirdi. Livaneli, Faranduri, Theodorakis üçlüsü çocuk kalbimde pek kıymetli bir hazineydi. Bugün hâlâ üçünün bir araya geldiklerinde icra ettikleri müziği hiç sıkılmadan dinlerim.

Sonra annem Mete babam ile evlendi. Mete babamın arkadaşlarıyla tanıştık ve onlarla uzun otomobil yolculuklarına çıktık. Mete babamın yakın dostları Ayşın ve Atilla Yücel’di. Kızları Yasemin ile ilk görüşte birbirimizi sevmiştik. Artık havamız mı, suyumuz mu, yıldızlarımız mı, mayamız mı bilmiyorum ama bir şeyimiz tutmuştu ve bugüne kadar da hiç kopmadı o gün tutan maya. Dün telefonda hesap ettik. Tam 38 sene önce bir Eylül günü tanışmışız.

Uzun otomobil yolculuklarında biz mayası tutmuş kızları bir arabaya koyarladı. Bizim araba ya da Yücel ailesinin arabası, fark etmez. Biz Yasemin ile arkada yan yana oturduğumuz sürece kimin arabasında gittiğimizin hiç önemi yoktu. Yolları hep çok uzun hatırlıyorum. Saatlerce çam ormanlarının içinden geçerdik, kıvrılan dağ yollarında ilerlerdik. Çok güzel pansiyonlar vardı yolların sonunda. Yasemin ile beni aynı odaya koyalardı. Oysa ne küçüktük. Ne mutluyduk baş başa kaldığımız pansiyon odalarında. Sabah kahvaltıdan sonra yine yollara düşülürdü. Biz bir arabanın arka koltuğunda, dizlerimizin arkasından şıp şıp terler akarken denize gireceğimiz o bakir plajın yolunu gözlerdik.

Tüm bu yollar, yolculuklar boyunca hangi arabada giderksek gidelim Livaneli, Theodorakis, Faranduri üçlüsünün kasedi mutlaka bir defa çalardı. Biz Yasemin ile Türkçe şarkıları çoktan ezberlemiştik. Faranduri ile söyleyecek kadar Yunanca bile ezberlemiş olabiliriz.

Theodorakis’in ölümü üzerine Yunanistan üç günlük yas ilan etti. Ben çam ormanları arasından adayı gezerken ERT2 sadece Mikis’in parçalarını çaldı. Onunla beraber çalışmış müzisyenlerle röportajlar yayınladı. Yediden yetmişe bir ulusun, dört kuşağının birden yüreğinde yer etmiş çok az sanatçı vardır dünyada. İki gün önce Atina’daki tören sırasında binlerce insan yağmur çamur dememiş, içeri alınmadıkları kilisenin önünde saatlerce Mikis Theodorakis’in şarkılarını bir ağızdan söylemişler. Zülfü Livaneli de oradaymış tabii. Yanında Maria Faranduri ile beraber.

Onlar üstatı Atina’da uğurlarken ben de ERT2 eşliğinde arabamı çam ormanlarının içinden enfes renkteki denize indirirken kendimce veda ettim Theodorakis’e. Yunanistan’la ilk temasım onun müziği olmalıydı. Plak kapakları hâlâ gözümün önündedir. Tüm hayatımız boyunca yanımızda yürümüş insanların ölümü beni yalnızlaştırıyor. İçinde beraber yolculuk ettiğimiz trenden tanıdıklarım iniyor. Tanımadığım, çocukluğuma dokunmamış başkaları trene biniyor. Onlarla da anlaşıyoruz elbette ama bir arabanın arka koltuğunda Theodorakis dinlenerek geçen yolculukların hissini bilen dostlarla bağlandığımız yerden bağlanamıyoruz yenilere. Bu da dünyanın hali işte.

Üç günüm kaldı. Pazartesi sabahı Atina’ya, eve, kocaya, kedilere dönüş.

Roman ne vaziyette? İlk taslağı bitirecektik hani? Neye niyet neye kısmet. Üçte birini geride bıraktık. Hızımızı aldık ama bir defa, bundan sonrası heya mola.

Sevgilerimi yolluyorum. Siz de her neredeyseniz oradan bana kısaca yazın olur mu?

Defne.

not: Zakynthos Yazar Evi’yle ilgili bilgi de vereyim azıcık. yazar dostlarım başvurup gelmek isterler belki.

http://authors.house/

https://www.instagram.com/authorshouse/

*This blog is written during my stay at “Author’s House on Zakynthos Island”

Bu güzellik karşısında dili tutuluyor insanın

Korona Günlerinde Atina 4

16 Mart 2020

Atina

IMG_1245Herkese merhaba!

Hafta sonunda bloğa ara verdim. Tüm yazı enerjimi geçen ay başladığım öyküye yoğunlaştırdım. Bugün öğleden sonrayı da Eylül Konukları ile geçireceğim. Mart sonuna bitimek istiyorum. Ayrıca iki yazı projesi daha var elimde. Bir tanesi çeviri ve diğeri de bir makale. Tüm bunlar sizi ihmal edeceğim anlamına gelmiyor. Ama şöyle bir şey oldu: İstanbul’daki 27 Mart-5 Nisan arasındaki derslerimi iptal ettim tahmin edersiniz ki. Bu dokuz günlük süre zarfında 34 saatlik dersim vardı, toplam 4 ayrı gruba dağılmış 120 adet öğrenci. Atina’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Atina’ya uçuşlar henüz iptal edilmediyse de 120 kişilik bir sanganın (aynı hocanın -bilginin- etrafında maneviyata dair bilgi edinen insanlar grubuna yogada verilen isim) lideri olarak atmam gereken mutlak adım buydu. (Liderler konusuna yarın geleceğiz.) Hal böyle olunca, benim “normal” şartlar altında on yedi gün süren Atina günlüklerimin süresi bir bilinmeze doğru uzadı. Bir sonraki İstanbul seferi 20 Nisan’a ayarlı. Bu, gerçekleşecek mi bilmiyoruz. Şimdilik günlüklerimizin 20 Nisan’a kadar süreceğini varsayalım. Eh, bir hafta sonu arası vermek münasiptir o zaman. 20 Nisana kadar hafta içi her gün size yazmaya çalışacağım. Yorumlarınız için ayrıca teşekkür ederim. Beni yazmam konusunda cesaretlendiriyorsunuz ve esin veriyorsunuz.

(Buraya bir not düşeyim hızlıca: Bu blog yazılarını sosyal medyada paylaşıyoruz, evet ama ben sosyal medyaya bakmıyorum. Oraya bu yazıları asistanım Nazlı koyuyor. Eğer oradan bana mesaj yazarsanız, göremeyebilirim. Daima en sağlıklısı bana email yazmanız. (sumandefne@gmail.com)

Sizin olduğunuz yerde durumlar tam olarak nasıl bilmiyorum. Bizim Atinamızda, Cumartesi sabahı itibarı ile tüm cafeler, restoranlar kapandı. Cuma günü bu, hâlâ işletmenin seçimiydi, cumartesi sabahı yasal olarak yasak kondu. Eğer cafenizi açacak olursanız polis ceza kesiyor. Hatta hapse giriyorsunuz.  Dükkanlara da her 10 metrekareye bir kişi girecek şekilde izin var.Mesela bizim manav 10 metrekare bir yer, ben içerideysem diğer müşteriler dışarıda, sıra bekliyorlar. Ben çıkınca bir diğeri giriyor.

Benim gidecek kahvem kalmayınca Cumartesi ve Pazar sabahları yarım saat parka indim. Herkesler dışarı çıkmış koşuyor, köpek gezdiriyor, çocukların peşinden koşuyor. Aslında cümbür cemaat parklarda, bahçelerde, plajlarda gezmemiz de sakıncalı. İspanya’da parklar da kapanmış. Burada da çocuk bahçelerinin kapıları mühürlendi. Okullar iki haftadır kapalı. (Analar babalar çıldırma aşamasında, çocuklar duvarlara tırmanıyor.) Ben bisikletim ve defterimle inmiştim parka. Bir bankın kenarına ilişip (elimde eldiven) öyküm için notlar aldım.

İçinizdeki yazar ve yazar adaylarına, evde oturdukları süre boyunca akıllarındaki o öyküyü nihayet yazmaya niyet etmiş olanlarınıza buradan bir iki kelam edeyim müsadenizle. Güzide parkımız Pedion tou Areos’un dev selvileri altındaki bir bankta iki büklüm eğilmiş, kucağımdaki defterime öykümle ilgili notlar alırken şunu iyicene idrak ettim: Mürekkep kağıda geçmedikçe ilham gelmiyor. Ağaçları, çocukları, köpekleri seyredin, rüzgar yaprakların arasından hışırdayarak geçsin, dallarında turunçlar mis koksun, bir yerlerden kilise çanları ya da ezan sesi gelsin.. Bunların hepsini beş duyunuzla içinize çekin ama yazmaya başlayacağınız zaman elinize kalem alın. Oturduğunuz yerde ne yazacağınızı düşünmeyin yani. Kalemin kağıda dokunduğu anda oluşan bir simya var. O simyadan hiç bilmedik öyküler, fikirler, duygular doğuyor. Ancak mürekkep kağıda geçtiğinde insanın en derininde saklı, kendinin bile bilmediği inanışları, hisleri ve hatta anıları su yüzüne çıkıyor. Bu, nasıl oluyor bilmiyorum. Ama cumartesi sabahı hava kirliliği iyice azalmış şehrimizin en büyük parkında defterime yazarken bunu bizzat yaşadım.

Bilgisayar olmaz mı? Aynı simya bilgisayarda oluşmuyor. En azından benim için. En azından başta. Bu yüzden tüm romanlarımın başlarını ve kilit bölümlerin açılışlarınıdaima defterime yazarım. Boş bilgisayar ekranına bakacağınıza elinize kalemi, kağıdı alın ve yazmaya koyulun. Mükemmel bir şey yazmaya da çalışmayın. Toprağı kazıyorsunuz önce. Toprak altından çıkan parçayı mükemmelleştireceğiniz yer bilgisayar ekranı olacaktır.

Hazır evdeyken ne zamandır istediğim A’ya, B’ye, C’ye başlayayım diyenlerinize de bir kaç önerim var. Aslında önerim hepinize. Hafta içi gündüzleri çalışanların hayali vardır ya, şu işi bırakayım da zamanımın efendisi ben olayım, dersiniz hani… İşte o hayal ettiğiniz hayat bu. Ben bunu senelerdir yaşadığım için müsadenizle yaşantılarımdan yola çıkarak bir kaç öğüt vereyim.

Kendinizi istediğiniz gibi değerlendireceğiniz bomboş bir günde bulduysanız, size ilk öğüdüm derhal bir rutin yaratın. Rutin sadece yaratıcı faaliyet için değil, sağlımız ve yaşadığımız şu zamanlarda kuvvetine en çok muhtaç olduğumuz bağışıklık sistemimiz için de çok önemli. Korkunun karşısına rutini koyabilirsiniz. Yoga öğrencileri bilirler vritti (zihin gevezelikleri) karşısına apana’yı (aşağı akan ve boşaltımı düzenleyen enerji) koyarız. Apana ritmi düzenler ve ritim apanayı uyandırır, tıkandığı yerde harekete geçirir. Rutin ve korku arasında da benzer bir ilişki var ve hatta daha fazlası. Yoga ve Ayurveda’dan kavramlarla açıklamaya çalışayım. Korku, kaygı, endişe, panik gibi duygular vata bozukluğuna dair duygular. Vata hava fazlası demektir. Hava tabiatı itibari ile hafif, uçucu ve hareketlidir. Kurutur ve içine dolduğu maddeyi yükseltir. Olumsuz düşünceler ve duygular sistemi hızlandır, kaygı korkuyu, korku paniği besler, vata artar.  Nefes daralır, vücut hissedilmez olur, tüm enerji beyine ve zihnin kontrol takıntısına aktarılır. Zihin kontrol etmek ister. Belirsizlik karşısında kontrolü yitirdiğince kendini kaybedebilir. O yüzden panik anlarında zihne kontrol edebileceği bir şey sunmak gerekir. Mesela nefes. Nefesi kontrol edebiliriz. Yavaşlatabiliriz. Vücutta oluşan hislere dikkatimizi çevirebilirsek vata durulur, panik yatışır. Bu, duygulardan kaçmak anlamına gelmiyor. Aksine duygu hakkında düşünüp, ona devamlı çözüm aramaktansa vücudumda, karnımda, kalbimde, yere basan ayaklarımda oluşan hisleri hissettmek. Bu paniğimizi yatıştıracaktır.

Rutin konusuna gelecek olursak… Zamanın efendisi olmak, yine vata tabiatlı zihni dizginlemek anlamına geliyor. Üretken ve tatminkar bir gün geçirmek istiyorsanız zamanı küçük parçalara bölün. Ben minimum 24 dakikalık (yogada bir ghatika) konsantrasyon aralıklarıyla çalışırım. Mesela bu blog için notlarımı 24 dakika boyunca defterime aldım. Alarm çaldı. Kalktım, 5 dakika eşimin tuvaletten kalmasına yardımcı oldum ve tekrar odaya kapandım. Alarmı bir daha kurdum. İkinci yirmi dört dakika da bilgisayara yazıyorum. Bu ghatika bitince kahvaltı sofrasını ve mutfağı toplayacağım. Üretken aralıklara öncelik verin. Ev işleri üretken dilimlerden yemesin. Önce evi toplayayım, sonra rahat rahat masamın başına geçeyim demeyin. İnsan evi toplarken yoruluyor, zihinsel enerjisi kalmıyor. O yüzden önce yazın (ya da ne yapıyorsanız onu yapın) sonra evi toplayın. Bir öykünün ortasında ghati bittiyse, evi toplarken de zihin üretmeye devam eder. Önce üretin, sonra ev işlerine bakın. Tüm günü evde geçiren bir kadın için ev işi hiç bitmez. Ev sizden hep bir şeyler ister. Her istediğini tek seferde vermek zorunda değillsiniz. Benim önerim 116 dakika (5 dakikalık aralarla 4 ghatika) çalıştıktan sonra 116 dakika ara vermeniz. O arada da fiziksel işler, ev işleri yapın. Beyin dinlenirken de yaratmaya devam ediyor. 4 ghatika başta çok geliyorsa 2 ghatika ile başlayın veya bir ghatika ile. Önemli olan bu ghatika süresince elinizdeki iş dışında HİÇBİR ŞEY ile ilgilenmemeniz. Telefon kapansın. İnternet kapansın. (Müzik dinlemeyi seviyorsanız, müzik çalabilir.)  Kapılar kapansın. Bunca kapanmaya bir ghati’den uzun dayanamıyorsanız, en azından 24 dakika elinizdeki işe konsantre olmayı deneyin.

Korona günleride, evde oturuyorsanız (ki umarım oturuyorsunuz- virüsü yayılışını yavaşlatmak şu anda insanlığın en önemli görevi, lütfen siz de üzerinize düşeni yapın ve salgına katkıda bulunmayın) her gün aynı saatte uyanın, yoganızı, kahvaltınızı aynı saatte edin. Rutinler vatayı yatıştıracaktır. SOsyal medyada olur olmadık makaleleri okumak ise vatayı, kaygıyı, paniği arttıracaktır. Yaratıcı bir iş olsun elinizde. Merkezde o dursun. O iş şimdilik sizin hayat amacınız olsun. Enerjinizin büyük bir kısmını oraya aktarabilirseniz, evrenin iş birliği içinde size kaynak yarattığını göreceksiniz. Lütfen dağılmayın. Vata rüzgarının peşinde savrulmayın. Beraber kalın. Merkezde kalın. Nefes alın, nefes verin.

Yarın görüşmek üzere,

Defne. Gölge

 

 

 

 

Ayurveda Haberleri

Sevgili sadık okurlarım,

Size bu mektubu Hindistan’ın Coimbatore kenti eteklerine kurulmuş Vaidyagrâma Ayurveda Merkezi’nden yazıyorum. Buraya varalı tastamam iki hafta oldu. İki haftadır ağaçlar, çiçekler, kuş, horoz, tavuskuşu sesleri, kuzu melemeleri arasında yaşıyorum. Sütlü mamül bile yutuyorum.

Buraya yoga hocalarımızın daveti sayesinde geldik. On gün Ayurveda terapisi ve bir hafta da yoga dersi göreceğimiz şekilde tasarlanmış bir tedavi-eğitim programına katılıyorum. İlk hafta hocalarımız burada değillerdi. Dünyanın farklı köşelerinden yaşayan ve büyük çoğunluğu Shadow Yoga hocalığı yapan sınıf arkadaşlarımdan -ben de dahil onsekiz kişi- bir araya geldik.

Doğrusu ben buraya beklentisiz gelmiştim. Beklentisizlikten de öte burada geçireceğimiz zamanının nasıl olacağını tahayyül bile etmemişim. O yüzden de ilk akşam dört kişilik bir doktorlar ekibi ellerinde formlar, stereoskop ve bir baskül (eyvah eyvah!) odama geldiklerinde epey şaşırdım. Sonradan anladım ki bizim burada yoga öğrencisi sıfatıyla bulunmamız doktorlarımız için bir şey değiştirmiyor, sanatoryuma yatan hastalarız biz de ve tedavimiz için ne gerekirse yapılacak.

Sanatoryum kelimesini boşuna kullanmadım. İstanbul-Mumbai arası yolculuk sırasında Kelebeğin Rüyası filmini seyretmiştim. Heybeliada sanatoryumu oradan aklımda kalmış olmalı. Sanatoryum yaşamı, doğa içinde, iyileşmeye adanmış bir zaman dilimi, doktorlarla hastaların beraber kaldığı bir tesis vs. Burası da tam öyle. İnsanlar buraya bizim gibi yoga kursumuz başlamadan iki dirhem şifa alalım diye gelmiyorlar. Ciddi hastalıkların pençesinden kurtulmak veya geçmişte tabii kaldıkları farklı durumlar sırasında aldıkları toksinlerden arınmak için geliyorlar.

Doktorlar bilgili ve ciddiler. Sadece Ayurveda tıbbı konusunda değil, Batı ve Çin tıbbını da çalışmış, bilen kimseler. Onların benim sağlığımı ciddiye almaları benim içimde de saygı ve ciddiyet uyandırdı. Ne zamandır beni rahatsız eden dizimi iyileştirmek istediğimi söyledim. Dizim 1996 yılında, tutkulu bir yaz aşkının terkisinde, Bodrum’da kiralanmış bir Vespa’nın arka koltuğundan uçarak sol kalçamın üzerine indiğimden beri sızlar. Padmâsana’da sol diz havada kalan dizdir. Ağır yük kaldırdığım günlük hayat, yogayla dengelendikçe ben dizimi idare ediyordum ama bu yaz benden iki kat ağır bir mermer kurnayı bahçenin bir ucundan diğer ucuna taşımaya kalkışınca dizim iflas etti ve o günden beri ne zaman büksem kilitleniyor ve düzleşmesi için epey uğraşmam gerekiyor.

Bu denli yapısal bir sorunun kandaki toksinleri temizlemek, enerji kanallarındaki tıkanıklarını açmak, vücudun element dengesini düzenlemek üzerine kurulu Ayurveda tıbbı tarafından, hem de bu kadar kısa sürede tedavi edileceğinden emin değildim ama doktorlara bıraktım kendimi. Tedavimi belirlediler, ertesi sabah başlayacağını bildirip beni kendi halime bıraktılar.

Odamda tek başıma kalıyorum. Yemekler sefertasında günde üç defa odama geliyor. Balkonumdaki döşekte bağdaş kurarak yiyorum. Yemekler hafif, doyurucu sebze yemekleri, pilav, çorba ve çutneyden oluşuyor. Miktarı benim normalde yediğimden fazla. Ama ağırlık yapmıyor. Burada güneşe çıkmamız önerilmiyor. Tüm açık hava alanlarının tepesi örtülü. İnternete günde bir saat giriyoruz. Girmesek daha da iyi olacağı söyleniyor. Odalarda internet yok. İnternete girebilmek için sohbetlerin ve diğer etkinlilerin yapıldığı Mandapam’a gidiyoruz. Aslında anladım ki insanın internette işi günde bir saatte çok rahat bitiyor. E-mailliermi topladıktan sonra yanıtları odamda yazıp, ertesi günkü internet saatinde gönderiyorum. Mesajların tamamı aynı saatte telefona düşünce onlara da beş dakika içinde yanıt verebiliyorum. Bu sistemi eve gidince de sürdürmek istiyorum. Sabah yarım saat ve sonra akşam yarım saat internet. Acil bir işi olan bana telefon edebilir.

Tedavim ilk sabahımızda başladı. Burası dört odadan oluşan kısımlara ayrılmış. Ben 7. kısımdayım. Her kısmın bir doktor ekibi ve bir de terapist ekibi var. Terapistler genç kadın ve erkekler. Kadınlara kadınlar, erkeklere erkekler bakıyor. Bana Tayland’daki öğrencilerimi hatırlatan, güler yüzlü, saygılı ve kendi aralarında bol bol konuşup gülen insanlar. Benim terapistim Vidya ilk sabah beni alıp terapi odasına götürdü. Her kısmın iki tane terapi odası var. Odanızdan çıktıktan sonra iki adımda oraya varıyorsunuz. Terapi masası, ahşap, büyük, yüksek bir yatak. Buraya belinize bağladıkları bir patiska donu saymazsak çıplak yatıyorsunuz. Doktorların size uygun gördükleri terapiyi genç terapist kızlar uyguluyor. Bir saat kadar sürüyor. Masaj olabilir, lavman olabilir, tepeden tırnağa vücudun üzerinde su gezdirmek, içi şifalı ot dolu sıcak torbalarla vücudu dövmek olabilir… Herkesi dengesizliğine ve olası tıkanıklıklarına göre doktorlar tedaviyi belirliyor, terapistler uyguluyor. Doktorlar arada kontrole geliyor.

Terapiden sonra terapist kızlardan biri sizi terapi odasına bağlı bulunan hamama götürüyor ve oradan maşrapalar dolusu sıcak suyu başınızdan aşağı dökmek suretiyle bir güzel yıkıyor. Sonunda saç da yıkanıyor. Sabun yok. Sabun yerine yeşil gram adı verilen ve maş fasülyesinden yapılan bir karışım kullanılıyor. Terapistim Vidya beni yeşil gramla yıkadıktan sonra bir defa bile nemlendirici sürme ihtiyacı duymadım. Tenim yumuşacık oldu. Yüzüm de dahil. Saçları da şampuanla değil, Karruka adı verdikleri kara bir tıbbi su ile yıkıyorlar. İki haftadır saçlarıma şampuan değmedi ve saçlarım hiç bu kadar parlak ve sağlıklı görünmemişti.

Yıkanıp paklandıktan sonra tansiyon ölçülüyor, ıslak baştan nem kapmayalım diye bındıldak bölgesine bir pudra, iki kaşın arası ve boğaza da başka pudralar sürülüyor, terapist eşliğinde odanıza götürülüyorsunuz. Günün geri kalanında dinlenme öneriliyor. Veya doktorların konuşmalarına katılabilirsiniz. Her öğleden sonra doktorlar Ayurveda hakkındaki sorularımızı yanıtlamak üzere Mandapam’da bizi bekliyorlar. Bu sohbetlerde ben çok şey öğrendim.

Ayuverda vücudun iyileşmesinin, zihnin temizliğinden ve ruhun sükunetinden bağımsız olmadığını öne süren bir tıp sistemi. Gün doğumuna ve batımına denk gelen dua seanslarında, gözlerimi salonun ortasındaki ateşten ayırmadan oturdum ve yaşamı sürdüren agniye dua eden doktorlarımızın sesine kendimi bıraktım. Yıllar önce Tayland’ın kuzeyinde bir Budist manastırda kalmıştım. Orada da gün ilk ve son ışıkları toplu dua ile selamlanırdı. Aklıma tüm zamanların en sevdiğim filmi Contact (Jody Foster’ın uzaya gittiği)’tan bir cümle geldi. Dünya üzerinde yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu ulu bir gücün varlığına inanır. Gezegenimizi uzayda temsil edecek kişinin insanlığın bu ortak özelliğini yüreğinde taşıyor olması önemlidir.

Hocalarımız geldikten kısa bir süre sonra yoga derslerimiz başladı. Yoga ve terapi aynı anda gitmiyor. Terapinin bitip yoganın başlaması lazım. Bunu hem doktorlar hem de hocalar bize defalara söylediler. Yoga ile Ayurveda ortak ilkeler üzerine kurulu da olsa aynı anda çalıştığında birbirine ters düşen iki sistem. Tedavilerimizi de ona göre ayarlamıştı doktorlar. Yoga başlarken biz de artık iyileşiyorduk.

Dizim gözle görülür bir şekilde iyileşti. Bu kadar yapısal bir incinmenin enerji kanallarını düzene sokarak (hem de sadece on günde) iyileşmesi bana yine vücudun kendini onaracak güce sahip olduğunu hatırlattı. Yeter ki biz önündeki engelleri kaldıralım.

Bu arada bonus olarak da adet kanamam geldi. Dört aydır gelmiyordu. Çok sevindim. Kanama başlar başlamaz yogaya ara verdiğimiz gibi Ayurveda tedavileri de duruyor. Doktorlar, adet kendisi bir temizlik süreci. Biz müdahale etmeden kendisi aksın gitsin diyorlar, gözüme sürme bile çekmiyorlar!

İki haftadır kahve içmediğimi ve kahvenin yerine günde 2 litreye yakın sıcak su içtiğimi de buradan siz sevgili okurlara bildirmek isterim. Akşamlarım sessiz. Odamda kitap okuyorum. Mektup yazıyorum. Bir tane öykü bile çıkarttım. Tayland yıllarımın huzurlu akşamlarını hatırlıyorum. Yanık hindistancevizi kokusu da eklenince, on beş yıl önceki Nong Khai yaşamım burnumda tütmeye başladı.Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Haberlerim şimdilik bu kadar… Aklınızda Ayurveda tıbbı ile tedavi görmek varsa, hiç üşenmeyin atlayın gelin. Basit ilkeler üzerine kurulu bu tıp sistemi 3000 yıldır insanları iyileştirmeyi sürüyor. Daha doğrusu vücudun kendini iyileştirme kabiliyetini ortaya çıkarmak için yoldaki kayaları, taşları temizliyor, gerisini organizmanın mühendislik harikası tasarımı getiriyor.

Hepinize sevgiler, selamlar…

Mektubuma bir kaç tane de fotoğraf ekliyorum. Umarım beğenirsiniz.

Defne.

Vaidyagrama 1
Vaidyagrama

Vaidyagrama 2
Sabah kahvaltısı

Vaidyagrama 8
Şenbagam’ı kutsarken

IMG_1114
Odamın bulunduğu avlu

IMG_1117
Avlumuzun girişi

fullsizeoutput_41c1
Japonya’nın Shadow Yoga hocası Akiko ile sabah çayı

IMG_1202
Elimi sıcak sudan soğuk suya sokmayan terapist kızlarım

fullsizeoutput_4180
Doktorum ve cin kızıyla

IMG_1212
Sütlerimizin kaynağı

IMG_1214
Gheeler hazırlanıyor.

IMG_1215
Ghee yapan teyzenin torunları

IMG_1222
Doktorumla sandalağacı dikiyoruz

IMG_1230
Vidya ile birbirimize pek bağlandık.

fullsizeoutput_41eb.jpeg

Tayland’daki evim de böyle bir manzaraya bakardı. Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Shadow Yoga Türkiye 💕

Tabanlarım Kaşınıyor

Tek başına
Foto: Kokia Sparis

Her yaş günümde, bizim Bey’den bana bir hafta tek başıma tatil hediye etmesini dilerim. Yanlış anlaşılmasın, o tatili finanse etmesini değil, sadece helal etmesini isterim yaş günü hediyem olarak. Yani, ben şu tarihte, tek başıma veya arkadaşlarımla bir hafta filanca adaya, dağa, köye gideceğim dediğimde surat asmasın, “how about me?” krizine girmesin, hayatın bir haftasını bensiz idame ettirecek şekilde madden ve manen hazırlansın diye. O da her yaş günümde bana bu bir haftanın sözünü verir. Hatta beraber hayal de kurarız: Bu seneki yaş günü hediyeni Amorgos adasında geçir, bu sene Monemvassia’ya git, bu sene o çok istediğin Kars seyahatine çık, Büyükada’daki eve kapan vs vs.

Tüm iyi niyete ve hayallere rağmen ben bir hafta kocasız tatil hediyelerimi bir türlü kullanacak fırsat yaratamam. Zaten her ay bir, bazen iki defa yoga dersi vermek üzere Yunanistan’dan Türkiye’ye seyahat ettiğim ve her defasında kocamsız dokuz gün geçirdiğim için o ay içinde bir kez daha yollara düşmek, bir kez daha Bey’den ayrı kalmak istemem. Böyle böyle, aylar ayları ve yıllar yılları kovalar ve ben doğurduktan sonra bebeğiyle mümkün olan en uzun zamanı geçirmek isteyen kadınların hamilelik öncesindeki yıllar boyunca biriktirdikleri izin günleri gibi yaş günü hediyesi kocasız tatil haftalarımı biriktiririm. Şimdi hepsini aynı anda kullanacak olsam, rahat iki ay bir başıma tatile çıkabilirim.

Ocak ayını kendime tatil ilan etmiştim. Türkiye’ye gitmedim. Öğrenciler de bir ay tatilde kendi yogalarına odaklandılar. Ev ödevlerini yaptılar, yapıyorlar (inşallah). Ay sonunda misafir bir hocamızın yoğun bir atölye çalışması, ardından dokuz gün sürecek benim kurslarımla birbirimize kavuşacağız.

Bu tatil bana kırk gün aynı şehirde, aynı evde (bizim evde) kalma imkanı sağladı ki hayatımda çok nadir kırk günün kırkını arka arkaya aynı evde, aynı şehirde geçiririm. Yeni bir kitap hazırlıyorum. Mavi Orman’ın devamı niteliğinde. Onu son haline getirmek üzere içime kapanmak, her gün düzenli olarak metinle buluşmak için ayırdığım bir zamandı. Ayrıca hocalık ve seyahatten uzak bir dönemde kendi yogama da yoğunlaşmak, sabah akşam düzenli olarak serilerimi çalışmak istiyordum. Sosyal medyadan elimi ayağımı çektim. E-postalar ve asistanlarımla mesajlaşmak dışında dış dünyayla pek ilgilenmedim.

İyi gidiyorduk ama sonra hafiften kanım kaynamaya başladı. İlk ve çok sevgili yoga hocası çiftimin kadın yarısı bu durum için “tabanlarım kaşınıyor” tabirini kullanırdı. Evet, benim de tabanlar kaşınmaya başladı. Her sabah aynı yatak, aynı ev, aynı manzara, aynı rutin. Ne yapmalı? Nereye gitmeli? Kaç zamandır Paros adasındaki bir yoga merkezini merak ediyordum. Hem kendim için hem de hocalar için bir keşif gezisine çıkmanın tam zamanıydı. Hatta bu keşif gezisinin tek zamanıydı. Şubattan sonra İstanbul, İzmir, Şirince dersleri, kitap fuarları, kitap gezileri, söyleşiler derken zaman tam gaz geçecekti.

img_0871
Kolibitres, Paros

Kırk günlük  tatilim birinci ayını doldurdu. Yola çıkmak için mükemmel bir zamandı. Küçük çantama Kundera’nın Perde adlı  kitabını, bir boğazlı kazak, bir blucin, bir elbise, bir set de yoga kıyafeti attım. Havaalanından 2018 Man Booker ödülünü kazanmış olan Milkman kitabını aldım. Pervaneli pırpır uçak beni göz açıp kapayıncaya kadar Paros adasına indirdi. Kiraladığım Fiat Panda arabam beni bekliyordu ve uçsuz bucaksız mavilik, katman katman bulutlar, ağ ayıklayan balıkçılar, kış mevsimini uykuda geçiren sessiz, beyaz bir ada.

Otel odasını zevkime ve yogasal ihtiyaçlarıma göre düzenledikten, kitaplarımı, defterlerimi raflara dizdikten sonra çıktım, haritama baka baka bir fırın buldum.

“Sizde nistisimo yiyecek bulunur mu?”

Nistisimo benim Yunancada ilk öğrendiğim sözcüklerden biridir. Tam karşılığı oruç demektir. Türkçede kulağa oruç yemeği tuhaf gelse de Ortodoks Hristiyanların Paskalya öncesindeki kırk günlük oruçları etsiz, sütsüz, yumurtasız bir beslenme rejimi içeriyor. O kırk gün onlar için oruç, benim için bayram oluyor. Çünkü ben çocukluğumdan beri süt ve süt ürünlerinden, yumurtadan tiksinme derecesinde hoşlanmam. Yogaya başladıktan sonra et ve tavuğu da bıraktım. Bir fırında hem peynirsiz hem de etsiz bir şey bulmak o günden sonra baştan başa bir serüvene dönüştü. Özellikle bir türlü patatesli böreği keşfedemeyen Yunanistan’da.

Müjdeler olsun ki girdiğim bu ilk fırında nistisimo ürünler vardı. Manitaropita mesela nistisimo idi ve spanakopita da öyleydi. Zevkten dört köşe bir vaziyette sıcacık manitaropitamı ısırdım. Anladığınız üzere manitar ve pitta’nın bileşiminden oluşan bu kelime mantarlı börek anlamına geliyor. Olağanüstü lezzetliydi. Hemen ikinciyi, üçüncüyü almayı, akşama kadar sadece bu börekten yemeği kurdum. Çünkü tek başıma yolculuk ederken bir lokantaya girip masa donatmayı sevmiyorum. Bilhassa masalarında dört kuşak ailelerin neşeyle yemek yedikleri Yunan lokantalarına girip de tek başıma bir köşeye oturmak hoşuma gitmiyor. Tayland’dayken bu durum bana hiç koymazdı. Üstelik tıpkı Yunanistan’daki gibi Tayland’da da lokantalar hep uzun masalarda oturan kalabalık aileler veya arkadaş gruplarıyla doluydu. Eh, ama o on beş yıl önceydi. Ne alakası var derseniz, şu: Otuz yaşındaki genç bir kadının tek başına yemek yemesi ile kırk beş yaşındakinin tek başına yemek yemesi arasında bir fark vardır. Ben “o kadın” olmak istemiyorum. O kadın orta yaşlıdır. Dünyayı tek başına gezmektedir. Egzotik ülkelerin lokanta masalarında tek başına oturur, şarabını söyler, kitabını açar, okur. Hayatından memnun da görünse, etrafına yaydığı bir yalnızlık dalgası tarafından çevrilmiştir. Saçları kırdır. Erkeklerden ümidi ise kıttır.

Hayır, ben o kadın olmak istemiyorum. O yüzden bir börek alıp denize nazır bir kayaya oturup onu yiyorum. Hoş, istesem de kış uykusundaki Paros’da başımı sokup yemek yiyeceğim bir taverna bulamazdım. Her yer kapalıydı.

img_7117

Yoga merkezini gezdim. Sahibi Sasy ile hemen anlaştık, uzunca bir zaman onunla kaldım. Rüya gibi bir yer yapmışlar. Denize nazır bir yoga merkezi. Nisan ayından Kasıma kadar benim gibi kendi öğrenci grubuna sahip hocaları ve öğrencilerini ağırlıyorlar. Her bir ayrıntısı sevgiyle inşa edilmiş, sade ve çok güzel bir yerdi. En kısa zamanda bir grup ayarlayıp geleceğime söz verdim.

Akşam erken yattım. Sabah gün ağarmadan kalktım. Evden getirdiğim aeropress teşkilatımla kahvemi hazırladım. Odamı havalandırırken lobiye indim. Küçük, şık bir otelde kalıyordum. Özenle ve zevkle döşenmiş bir ada evi. Kundera’nın Perde kitabından bir bölüm okudum. Roman yazarının hikayesini kurarken ayrıntılar karşısında nasıl heyecanlandığını anlatan harika bir bölümdü. Romancı dünyayı kurarken kullandığı ayrıntılarının romanın ileriki bölümlerinde yankılanmasını ister, onları tekrar, tekrar kullanır, diyordu Kundera ve ben başımı sallıyordum. Evet, evet! Hatta ikinci yarı hep bu yankıyı dinleyerek yazılır diyordu. Yine evet evet!

“Onun için en küçük ayrıntı önemlidir, onu bir izleğe, bir motife dönüştürür ve tıpkı bir fügdeki gibi sayısız tekrarlarla, çeşitlemelerle, göndermelerle tekrar tekrar geri getirir.” (Kundera, Perde. Sf 148)

Ben şık otelimin lobisinde kahvemi yudumlar, başımı sallarken ve “mekân tasvirleriniz çok uzun”, “tam hikâyeye girecekken başka bir yere gittik”, “çok ayrıntı var” diye romanlarımı eleştiren okur güruhunu düşünürken Kundera da dedi ki:

“… zaten okuyucu bunu hemen unutacak … ve rafine bir ezgi halindeki müziği filan duymayacaktır. Bu unutuş karşısında romancı ne yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamen vermeden, hızla, unuta, unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bile de, romanını unutulmayanın yıkılmaz şatosu gibi inşa edecektir.” (a.g.e)

Ne kadar doğru! Nasıl da trajik. Biz kocaman bir dünyaya açılan her bir pencerenin ayrıntısını işlemekle meşgulken, basit bir story, bir macera, peki sonra ne olmuş haydi sadede gel, diyerek okuyan okurla karşılaşmak ne kadar acı. Ama ben de okur tarafına geçtiğinde aynı şeyleri düşünmüyor muyum? Pek çok kereler evet. O yüzden bazı romanları ikinci defa okuyorum. Hikaye merakımı doyurduktan sonra Kundera’nın deyimiyle o şatonun içine girebilmek, orada vakit geçirmek için ikinci, bazen üçüncü, dördüncü defa okuyorum. Ancak o zaman yazarın kurduğu dünyayı anlıyorum.

Kundera’ya dalmıştım. Havanın aydınlandığını fark etmemişim. Sasy ile kahvaltı edecektik. Aynı fırında, aynı manitaropitayla. Yoga için çok az vaktim kalmıştı. Odama çıktım. Minicik bir daire halının üzerinde ısınmaları yaptım ve sonra her daim tutuk ayak bileklerime apana vayunun kara sularının inmesi için farklı şekillerde çöktüm, kalktım. Tabanlarıma, ayak parmaklarıma, ayak bileklerime vücudum ağırlığını bıraktım. Ayağımın üzerindeki enerji gitmeyen yerler sarı, beyaz şeritler halinde belirdi. Enerji fazlasının tıkandığı yerler mor, pembe, kırmızı. Nihayet ateş açılıp da tüm vücudumu ısıtana kadar aynı hareketleri ve udiyana bandaları tekrarladım. Önceki gün mantarlı börek dışında bir şey yemediğim için midem, bağırsaklarım boştu. Udiyanalar şahaneydi. Mayuralık vaktim yoktu ama yapsam eminim o da bir içim su olacaktı. Hocamın ayak bilekleri vücudun kilit noktasıdır, deyişi aklıma geldi. Onlar yumuşadıkça diğer eklemler, kalçalar ve nefes de açılıyordu. Zihnim durulmuş, kaprislerinden arınmıştı.

img_0875
Akşam güneşinde bir dost

Sokağa çıktım. Balıkçılar ağlarını onarıyordu yine. Önlerinden geçtim. Sasy ile yanlış anlaşmışız. O, aynı fırının adanın kuzeyindeki şubesinde beni beklemiş, ben limandakinde. Akşam yemeğe buluşuruz, ne yapalım dedik. O gün Sasy’nin isim günüymüş. Akşam yakın arkadaşlarını yemeğe götürüyormuş. Daveti hemen kabul ettim. Uzun bir masaya dahil olmak istiyordum.

Mantarlı böreğimi yiyip bir manastıra girdim. 100 Kapılı Panayiya (Meryem Ana) manastırı. Daha içeri adım atar atmaz, ruhani havası ciğerime doldu. Ben herhalde bir önceki hayatımda Ortodoks Hristiyan manastırında yaşayan bir keşiştim. Çocukluğumdan beri Büyükada’nın Aya Yorgi tepesi olsun, Fener’deki Kırmızı Kilise (o da ilk olarak kadınların ibadet edeceği bir manastır olarak Moğollu Maria tarafından düzenlenmiş) olsun manastırlar beni daima büyülemiştir. Girdiğim 100 Kapılı Panayiya Manastırı da bana Ayvansaray’daki Vlaherna Meryem Ana Kilisesi’ni hatırlattı. Yanılmıyorsam o da bir zamanlar manastır olarak kullanılmıştı. Ortada ağaçlı bir avlu ve etrafına dizilmiş odalar. Hindistan’ın Rişikeş kentinde kaldığım aşram da aynı bu mimariyle inşa edilmişti.

Odama döndüm. Hava güneşli ve pırıl pırıl olmasına rağmen çok soğuktu. Elementlere maruz kalınca yorgun düşmüşüm. Ne demişler hareket dinginliğe, dinginlik harekete evrilir. Evrenin kuralı budur. Çok sıcak bir duş aldım. “Sabunlanırken suyu kapat, termosifondaki suyu bitirme, elektrik faturasını düşün,” diye söylenen kocanın 160km uzağında olmanın verdiği gönül rahatlığıyla yarım saat sıcak suyun altında durdum. Sonra yatağa girdim. Battaniyeyi çektim boğazıma kadar. Milkman kitabını okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadım. Kitapta isimler yok. Middle sister diye biri var. Anlatıcımız. Third brother-in-law ile akşamları koşuya çıkıyorlar. Middle sister’ın bir maybe-boyfriend’i var. Bağlanma sorunu yaşayan erkeğimiz. Bilge bir anne var: Ma. Depresif bir baba var: Da. Yer isimleri de verilmemiş. The land over the water diye bir yer var. Sonra bir de The land over the border var. Ama bunlar ne ola ki? Okuduğum kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı sevmem, arka kapağını bile okumam ama bu defa anlaşılan ufak bir araştırma yapmadan bu şatodan içeri adım atamayacaktım. Battaniyenin altında bir yerlerde laptop bilgisayarım duruyordu. Çıkarttım. Milkman. Bul bakalım Google Efendi.

Ne buldu beğenirsiniz Google Efendi? Guardian’da çıkmış bir eleştiri yazısı. Milkman’in okuması zor, çok zor bir metin olduğundan söz ediyordu. Öyle iyi bir yazıydı ki Milkman’i bırakıp onu okudum. Zor metinleri övmüyordu ama Milkman’i övüyordu. Zor diye bir kitabı kenara atmanın yazık olduğunu , iyi edebiyatla, çok satar arasındaki farkı hatırlamamız gerektiğini filan anlatan sıkı bir eleştiri yazısıydı. Sabah Kundera’nın başlattığı daire kafamda tamamlandı, kapandı. Land over the water’in İngiltere, land over the border’ın İrlanda Cumhuriyeti olduğunu ve Milkman’in 1970li yıllarda Kuzey İrlanda’da, Belfast’ta geçtiğini de öğrenmiş oldum.

Battaniyenin altında gerinirken aklıma bir film geldi: Kadın kocasına diyordu ki, bazen kaçıp gitmeyi hayal ediyorum. Adam soruyor: Nereye? Bilmiyorum diyor kadın. Bir otele. Ne yapacaksın orada? Adam kuşkulu. Hiç, diyor kadın. Bir otel odasında oturacağım. O kadar mı, diyor adam. O kadar, diyor kadın.

Onu o kadar iyi anlıyorum ki! O kadar.

Manastır Yunanca monastiri kelimesinden geliyor. Monos/moni mu tek başına demek.  Manastır da insanın monos/ moni mu  kalacağı yer anlamında kullanılıyor. Arabamı erken inen akşam güneşine nazır tepelerde, kıyılarda sürerken moni mu, yalnız başıma ne kadar huzurlu olduğumu düşündüm. Kafamdan bu yazıyı yazdım. Spotify The Ballad of Lucy Jordan‘ı çalmaya başlayınca gözlerim doldu.  Marianne Faithful’un bu parçasını ben ilk defa Thelma & Louise filminin soundtrack’inde duymuştum.  Thelma& Lousie yaşıtım kadınların hemen hepsi gibi benim de içime işlemiş bir filmdir. Bu şarkıyı ilk dinlediğim on dokuz yaşında “o kadın” olmaktan ne kadar korktuğumu hatırlıyorum. Bu parçadaki “o kadın” yukarıdaki bahsettiğim o kadın değil. Hatta onun tam tersi diyebilirim. Bu parçadaki “o kadın”, otuz yedi yaşına gelip de gençlik rüyalarının hiç birini gerçekleştiremeyeceğini anlayan Lucy Jordan.

Gaza bastım.Yanımda bir kız arkadaşım olsaydı şimdi. Ayşe, Yasemin, Evren, Zeyno, Deniz… Hayatta en çok özlediğim şey gençliğimi bilen bir kız arkadaşla beraber vakit geçirmek.

Akşam yeni arkadaşlarımla yiyip içtiğim erken akşam yemeğinden sonra (yaşasın akşam 16:30’da akşam yemeğine oturan yogacı dostlar!) yine saat dokuzu bulmadan yattım. Hemen uyudum. Ertesi sabah kısa bir yogadan sonra havaalanına, oradan eve döndüğümde ışıl ışıldım.

Kısa bir moni mu arası her eve lazım.

 

fullsizeoutput_34d8
Yuvaya Dönüş, Atina

Cumartesi Mektubu

Atina’dan günaydın hepinize!

Hava burada hiç böyle soğumaz.

Bu sabah bizim Bey’in baş ucunda duran ve evin içi ile dışının derecesini gösteren termometrenin ekranında 5 dereceyi görünce şapkam düştü. Neden saatlerce yataktan çıkamadığımız anlaşıldı! Atina’da kalorifer yakmak gibi bir adet yok. Yani var da, akşam iki saat 7 ila 9 arası. O kadar. Bunun İtalya ve İspanya’da da böyle olduğunu duyup çok şaşırmıştım. Neyse zar zor yün çoraplarımı ayağıma geçirip kalktım. Salonda kedileri dün gece bıraktığım koltukta uyur vaziyette buldum. Bu demek oluyor ki on bir saat boyunca hiç yer değiştirmemişler. Yün çorap, yün hırka mutfağa girdim. Kahvelerimizi pişirdim. Bey’inkini yatağa , kendiminkini salona, kedilerin yanına götürdüm. Tomris Uyar’ın Diz Boyu Papatya’larını elime, ayağımı altına, kedileri kucağıma aldım.

Ne güzel bir cumartesi!

Bugün yoga yapmıyorum. Altı gün üst üste her sabah ve kimi akşamlar yaptıktan sonra bir gün ara veriyorum. Siz de öyle misiniz, bilmem ama ben zaten güneş doğduktan sonra yoga yapamıyorum. Saçma geliyor. İlahlar uykuya yatmış ve ben boş bir tapınağın kapısını çalıyorum gün doğduktan sonra.  O yüzden de sonradan uyuyacak bile olsam 6da mumları yakıp, sunağımın başına geçmeye gayret ediyorum. En geç 6:30’da. Karanlığın açılıp, gökyüzünün renkten renge girdiği o saatte yogayı neden yaptığımı ve yoganın ne işe yaradığını tüm yüreğimle anlıyorum, en içimde biliyorum. Gün doğduktan sonra yaparsam ama kafamın gürültüsünde giden bir tren gibiyim. Yine güzel ama kutsal kanadı kırık.

Hocamız der ki ara verecekseniz Satürn’ün günü olan Cumartesi verin. İçecekseniz kendinizi zehirleyecek veya suç işleyecekseniz de Cumartesiyi seçin. Karanlık işlerinizi Satürn’ün etkisi altındaki dünyada görün!

Pekala.

Bey’i kaldırdım. Giyinmesine yardımcı oldum. Kahvaltıyı hazırladım. Elbisemin içine yün fanilamı giydim. Bey’in fizyoterapisti gelirken ben evden çıktım. Fizyoterapistimiz dedi ki çok soğuk, yüzüne maske takmadan bisiklete binme! Ben de kaşkolumu, beremi kuşandım. Bisikletin selesine oturup da pedala bastığımda bu Atina’lıların soğuk karşısındaki dehşetlerini yine fazla ciddiye aldığımı anladım. Biz ki Boğaziçi Üniversitesi’ne kurtlar inerken dersten derse naylon çorapla koştuk. 5 derece bize koyar mı?

Evimizin önünde çok büyük bir park var. Basar giderseniz metro istasyonuna kadar varıyorusunuz. Metroyla iki durak gittim. Thissio durağında indim. Thissio’da trenden inen turistler, sokağa çıkıp başlarını kaldırdıkları an bir AH çekerler. Çünkü çamlık tepenin en üstünde şehrin tanrıçası Atina için inşa edilmiş Parthenon Tapınağı çıkar karşılarına. Bisikleti çamlar arasında sürdüm. Ne kadar güzeldi her şey parlak kış güneşi altında. Motorlu araç trafiğine kapalı bir yol, iki yanında çam ormanları ve sağda solda antik kent, yokuş  benim en sevdiğim kahveye çıkıyor. On dakikalık bir bisiklet yolculuğu. Akıllı i-podumu cebimden çıkardım, audio kitaplarım arasından Lolita’yı seçtim. Humbert Humbert anlatırken ben yeşillerin ve masalarını kuran sanatçıların arasından bisikletle geçtim.

IMG_6196.JPG

Bisitlete binerken veya şehirde yürürken Audio-kitap dinlemek son bir yılda edindiğim bir alışkanlık ve olağanüstü haz veriyor bana. Herkese tavsiye ederim. Yazı erkekse, söz dişidir derler ya… Hakikatten bir kitabı dinlerken onunla başka türlü, daha gizemli, daha sıkı bir bağ kuruluyor. Sanki bilişsel beyni aşıp, doğrudan bilince akıyor. Kitabın öyküsü anıların, rüyaların barındığı yere yerleşiyor.

Little Tree and Books kahvesi cumartesi sabahı kalabalığıyla doluydu. Bisikleti kilitleyip, kendime bir masanın bir ucunda yer buldum. Minicik bir espresso istedim. Bir yarım saat daha Tomris Uyar’a devam ettim.

Mutluluğun ne basit bir şey olduğunu düşündüm.

Ve blog yazmayı ne kadar özlediğimi. Yaratıcılığın insanın tek başına geçirdiği avare zamanlarda geliştiğini hatırladım. (Sadık okur hatırlayacaktır: Bu konuda bir yazı yazmıştım.) Ve bir kaç saatlik avareliğin hayatın zor yanlarına tahammülü ne kadar kolaylaştırdığını…

Tabii bir de siz blog okurlarını ne kadar özlediğimi. (Hâlâ orada mısınız?)

Sonra da bilgisayarımı açtım.

Karşınızdayım.

Mektuplarım sürecek. Siz de bana yazın. (Umarım hâlâ oradasınızdır)

Esen kalın.

Defne.

 

 

Hayatımız bir Roman (sa ya?)

IMG_1870.jpgİnsan bir defa roman yazmayagörsün hayatın bir roman, tanrının da onun yazarı olduğu  düşüncesinden kurtulamıyor.

Eğer bu doğru ise, yani biz hepimiz bir romanın kahramanları, karakterleri isek (olamaz mı? bal gibi de olabilir) dertleriniz eskisi kadar büyük görünür mü gözünüze?

Yoga bize bu mesajı verir aslında.

Eğer her şey bir yanılsama ise ve değişimin kendisinden başka sabit bir şey yoksa evrende, bir vakit gelip de uzaktan bakacaksa ruhumuz tüm bu hayatlar, kitaplar, hikayeler silsilesine, dert etmeye değer mi herhangi bir şeyi? Yogadan baktığımızda bu tarz düşünce bir uyanışı simgeler. Tıpkı sevdiğimiz biri vakitsizce öldüğünde, dünyanın düzenine ve kadere isyan ederken önümüzde açılan pencere gibi. Uyanış.

Ama ben şimdi bunu yazmayacaktım sevgili sanga.

Salı sabahından beri düzenim tıkır tıkır işliyor diye çok mutluyum. Ufak tefek sapmaları saymazsak hazırladığım program, sabah yoga, kahvaltı, hava alma ve öğleden sonra odaya kapanıp 4-5 saat okuma, yazma ile iştirak etme düzeni üç tam gün boyunca sürdü. Bugün de dördüncüsü. Sabah, program itibarı ile yoga, kahvaltı, duş, giyinme, Bey’in hazırlığı gibi işleri bitirip hava almaya çıktım. Atina’nın havası bugünlerde bana Ankara’yı hatırlatıyor. Pırıl pırıl bir güneş, insanın derisini kesen kuru soğuk. Bir de üzerine masmavi bir gökyüzü. Ankara’dan farklı olarak çıktığınız bir tepeden ya da terastan görünen ışıltılı deniz.

Evin önünden kalkan troleybüse binip Sintagma Meydanı’nda indim. Sintagma meydanı buranın Taksim meydanı. Yazmıştım. Taksim’in yeşilkenki, çiçek tarhları, fıskiyeli havuzları varkenki eski halini, AKM’den klasik müzik titreşimleri ile alkışların meydana sızdığı zamanlarını hatırlatıyor. Neyse geçelim. Taksim’in bizden çalınması büyük bir acımdır. Ama Taksim, Beyoğlu tarih boyunca bir gruptan çalınıp diğerine verilmiştir. Şimdi olan da odur.

Sintagma’dan aşağı yürüdüm. Ortalık kalabalık. Neşeli insanlar. Cuma neşesi. Kahveler, pastaneler hafta sonu için hazırlanıyor. Public kitapçısından alacağım bir kitap vardı. Ta, ne zaman sipariş etmiştim. Hazır önündeyken girdim. Kitabım beni hâlâ bekliyormuş. Aldım. Public kitapçısının biraz aşağısında bir kuyumcu var. Bir buçuk, belki iki sene önce teki kaybolan küpemden kolye yapsın diye ona bırakmıştım. Sonra bir türlü gidip alamadım. Alamadıkça kafamda büyüdü mesele. Daha da gidemedim. Sanki kuyumcu bana kızacak. Kızım sen neredesin, bu kadar mı kıymet veriyorsun sen el emeği göz nuru incilerine, diyecek. Böyle, böyle inanır mısın Sangacım sen de bir yıl, ben diyeyim bir buçuk, o inci küpe orada bekledi.

Bugün şeytanın bacağını kırdım, girdim dükkana. Meğer ben orada sadece kolye olsun diye bir küpe teki değil, ayrıca küçültülsün diye bir de yüzük bırakmışım. Kuyumcu bir şeyler söyledi. Duymaktan korktuğum şeyleri söylemiş olması çok muhtemel. Ama bir dili yedi yaşındaki çocuk seviyesinde konuşmanın şöyle bir avantajı var: ne dendiğini anlamadığınız zaman gülümsemeye devam ediyorsunuz. Tüm açıklama çabalarınızı, aman sakın ola ki beni yanlış anlamayın kaygılarınızı yavaşça yere bırakmanız gerekiyor. Bıraktıkça anlıyorsunuz ki aslında herkes kendisiyle meşgul.* Yani sizinle ilgili fazlaca da düşünmüyorlar. Parasını ödedim mi, ödemedim mi onunla ilgili o sırada kuyumcu.

Ödedim. Çıktım. Aklımdan size yaza yaza yürüdüm. Bu aralar aklımdan size çok yazıyorum. Yoga yaparken yazıyorum. Yoga yaparken sizinle konuşuyorum. Anlatıyorum. Bakın bugün ne bekledik, ne bulduk. On dakika sabit oturalım dedik, khaki’ye katladık, Surya Namaskara ile başlayalım dedik Chaya Yodha Sanchalanam’da bulduk kendimizi. Anlata anlata gidiyorum ben. Biraz size, biraz da hocama.

Bir kitap daha almak istiyordum ama dükkan ters tarafta kalmış. İçinde sigara içilmeyen sessiz sakin bir kahve var. (Atina halkı AB’nin sigara yasağına çok sıkı isyan etti. Hemen hemen tüm kafeler hâlâ duman altı. Yılın dokuz ayını kaldırıma çıkartılmış masalarda geçiren bir şehir için çok önemli değil belki ama işte geriye kalan o üç ayda içeri adım atamaz oluyor insan.) Kolonaki (Atina’nın Teşvikiye-Maçkası) tepelerindeki Ntemonte cafe ise temiz hava ve huzur yuvası. Organik kekleri, günün çorbaları, sandviçleri, çok şık masaları da var.

Size yazmak üzere buraya geldim.

Hayat bir roman ise ve ben bir roman kahramanı isem, tanrı da bu kitabın yazarı oluyor. (Eğer yazdığım romanlar evrenin bir yerinde hayat buluyorsa, ben de tanrı oluyor muyum bu durumda?) Eğer tanrı bir romanın yazarı ise, ben onun hakkında şunu biliyorum: Karakterlerinin kaderini sen belirlersin ama onlar kendi başlarına bir şey yapmaya karar verdiklerinde de bırakırsın yapsınlar. Bazı karakterler onlar için çizdiğin kaderi beğenmezler. Bazıları isimlerini beğenmez. İsimlerini değişirince konuşurlar, canlanırlar. Bazılarının başına olay örgüsüsü ve nedensellik icabı bir şey gelmesi gerekir. Bazısı ölür bu yüzden. İradeleri hem vardır, hem yoktur. Hayatlarını bir yandan önceden çizilmiş bir olay örgüsü belirler, bir yandan da örgünün ilmekleri atılırken verdikleri kararlar.  In between tam da böyle bir şeydir. (Ayça)

Ne o. Ne o. Neti. Neti. Ne irade, ne kader. Hem kader, hem irade. Ne çaba, ne teslimiyet. Hem çaba hem teslimiyet.

Öğrencilerin en büyük karın ağrısı çaba ile teslimiyet arasında çizilecek sınırı bir türlü kestiremeyişleridir. Çaba genelde istenmeyen bir şeye kendini zorlamak, teslimiyet ise tembellikle karıştırılır. Karın ağrısı da bundan gelir. Kör noktalarına düşen tembelliklerini işaret ettiğimde öğrencilerin büyük çoğunluğu göz yaşları içinde itiraz ederler. Ülkemizde tembellik çok feci bir kabahattir. Tembel olanın sevilmesi söz konusu bile değildir. Tembelliğini işaret eden bir hoca seni kesin olarak sevmemektedir. Hemencecik bir zincir kurulur. Bir gün bunun da yazısını isterim ama hocanın durduğu podyumdan görünen gerçek şudur: tüm öğrenciler sevilesi varlıklardır. Gayretkeş ya da ürkek, girişken ya da çekingen, obsesif veya tembel olmaları bir hocanın yüreğinde uyanan sevgiden son derece bağımsızdır. O kadar bağımsızdır ki hoca bu bağlantıların kurulduğu cümleleri okuduğunda güler.  (Alper)

Öte yandan obsesiflik de tembellik de işaret edilmesi gereken özelliklerdir. Biz kendi başımıza bu özelliklerimizi göremiyor olabiliriz. Güvenilir bir hocanın, yargılamadan işaret ettiği yerlere itiraz etmeye gerek yoktur. Çok az kimse tembel olduğunu kabul eder. Neden? Çünkü sevmediği şeylerin peşinde koşarak zaman geçirmeyi çalışkanlık zanneder. Yıllar önce bir kaç öğrencimle beraber Leros kursu sonrasında hep beraber tatil yapıyorduk. Bir tanesinin günlerce günlerce, belki bir hafta boyunca bir defa bile kendi yogasını yapmadığını fark ettim. Şu kalçam ne zaman açılacak sizce, diye sorduğu anda da tembellik etmekten vazgeçerse çok kısa sürede açılacağını söyledim. Ne tembeli, kim tembel, siz biliyor musunuz ben iş hayatında ne kadar yoruluyorum, şimdi tatildeyken… diye başlayan itiraz konuşmasını itirazsız dinledim.

Yogada çaba (abhyasa) kendimizi sevmediğimiz şeyleri yapmaya zorlarken harcadığımız enerji değil. Teslimiyet (vairagyam) ise o zorunlulukların sonucunda yorgun düşen bünyeyi uyuşturmak, uyutmak değil.  Abhyasa sevdiğimiz şeylere vakit ve kaynak ayırmak için gösterdiğimiz gayret. Sabah yogasına şevkle (Beste’nin hocasının dediği gibi: düşünmeden kalk, düşünmeden kalk) kalkabilmek için akşamdan yapılacak düzenlemeler (erken yatmak, az yemek, uyanınca oyalanmadan, enerji tüken sosyal medya vs ile kaynak yitirmeden “mat”ın üzerine çıkmak). Bu sabah yoga için odamın kapısını, perdesini kapatırken bizim Bey dedi ki, “sanırsın ki her sabah yogaya giderken bir aylık seyahate çıkıyorsun!” Haklı. O bir saat rahatsız edilmemek için ardımda tıkır tıkır işleyen bir ev bırakıyorum ki yokluğum kimsenin dikkatini çekmesin. Abhyasa böyle bir gayret. Teslimiyet, yani vairagyam ise elinden gelen her şeyi yaptığın halde o günkü yoganın önüne çekilen setler karşısında beyaz bayrak açmak. Niyet tamdır ama hastasındır, ateşin çıkmıştır, çocuğun hastadır, çocuğunun sana ihtiyacı vardır, eşinin, dostlarının sana ihtiyacı büyüktür, bürokratik bir mecburiyet çıkmıştır, uçağın sabah erken kalkacaktır. Böyle durumlarda “Durdurun dünyayı ben yogamı yapmadan şuradan şuraya gitmem!” demeden olay örgüsünün icap ettirdiği adımları atmak vairagyamdır(Gülçin, 2 Şubat yazısı doğuyor!)

Bu sabah yogamı bitirdikten sonra boş gözlerle kitaplığıma bakıyordum. Hâlâ alfa dalgalarındaydım. Mutlu bir yogaydı yaptığım. Tanrının (hikayemin yazarının) beni sevdiğine “E, herıld yani!” kuvvetinde inanarak bitirdiğim bir yoga seansını tamamlamıştım. Elim bir kitaba gitti. Emanet Zaman’ı yazarken aldığım ve sonradan sık sık Emanet Zaman ile ismi karıştırılan Emanet Çeyiz adlı kitabı. Emanet Çeyiz’i ben Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan almıştım. Kahvaltı sofrasına otururken ortadan bir yeri açtım. Tak, tam da şu aralar yazdığım romanımın kilit sırrına ilişkin bir anı çıktı karşıma. Şaşkınlıkla okudum. Sonra kitabı şöyle bir karıştırdım. Hayır, kitabın başka hiçbir yerinde benim yeni romanın düğümünü çözecek olan o bölge ve o bölgedeki katliamdan bahsedilmiyordu. Sadece benim açtığım bölümde… Bu sahneyi şimdi bir romana koysanız, editörünüz gerçekçi değil diye itiraz edebilir. Ama kahramanı olduğumuz şu hayat denen hikaye, edebiyatı daima sollamamış mıdır?

Okuduğum bölümün izini sürerek ilerledim ve yeni bir solucan deliğine girdim. Ucunun nereden çıkacağını siz yeni roman çıkınca öğreneceksiniz.

Şimdi, günlük programımı sürdürmek adına aranızdan ayrılıyorum. Bu yazıyı baştan okumayacağım. Aranızdan bir hayırsever editör bulduğu yazım yanlışlarını, telaşlı parmaklarımın unuttuğu sözcükleri, anlam kaymaları ile düşük cümleleri toparlarsa çok sevinirim. (Ayça?)

Hepinizi öptüm.

Dolunaya beş var.

Defne.

 

Bu yazı 28günyoga için yazılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*Murat Gülsoy’un bir kitabının ismi

 

Pozitif Dergisindeki Röportaj

Yaprak Çetinkaya ile Pozitif dergisi için yaptığımız röportajı buradan okuyabilirsiniz.

014_019_defne_suman_POZ

Bir kendine kavuşma hikayesi

Yoga eğitmeni Defne Suman, yazın bu sıcak günleriyle aynı adı taşıyan kitabında aile sırlarının ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın ağırlığından özgürleşen kahramanı Melike ile birlikte okuyucusunu da hafifletiyor.

YAZI: YAPRAK ÇETİNKAYA

Defne Suman ile birkaç yıl önce röportaj için bir araya geldiğimizde konumuz yoga idi. O akademik kariyerini bırakıp kendini gönüllü işler yaparak yollara vurmuş ve sonra yoga ile buluşmuş, yıllar sonra da yoga hocası olmuştu. Blog yazıyordu, yazılarını Mavi Orman adlı kitapta derlemişti. Ardından ilk romanı Saklambaç gelmişti. Su içer gibi okuduğum, kendimden hissedişler bulduğum bu roman, 2000’li yıllarda bir ailenin hikayesi aracılığı ile bize ülkedeki inanç çatışmalarını anlatıyordu. Ardından Emanet Zaman geldi. Çıkar çıkmaz Defne’nin değerli imzası ile masamdaydı. Yine su içer gibi okudum, uzun yıllarımı geçirdiğim İzmir’in 1905-1926 yılları arasındaki yaşamlarına farklı perspektiflerden bakmak besleyiciydi. Ve şimdi raflarda Yaz Sıcağı var. Önümde okunmak için sırasını bekleyen kitaplardan kibarca izin aldı ve en öne geçiverdi, yine bir solukta okundu. 40 yaşındaki Melike, hiç hesapta yokken geçmişle, aile sırları ile yüzleşiyor, yol onu Kıbrıs’a götürüyor. Katman katman açılan hikayede Melike geçmişi affederek kendine kavuşuyor.

Sana göre “Yaz Sıcağı” bir kadının mı, bir ailenin mi yoksa bir ülkenin mi hikayesi? Yoksa hiçbiri mi?

Hem hepsi, hem hiçbiri… Yaz Sıcağı, bir kavuşma hikayesi. En basitinden, bir baba ile kızın kavuşması olarak okuyabilirsin. Kıbrıs düzeyinden okursan, ayrılan toprakların ve ayrılan halkların birbirine kavuşması ya da kavuşma hayalinin hikayesi. Daha ince katmanlarına indiğin zaman kadınla erkeğin kavuşması çünkü karakterimiz Melike aslında babası yüzünden hiçbir erkeğe kavuşmayı seçmiyor, erkeklere kavuşamıyor. O yüzden aslında onun babasını affetmesi sonucunda erkeğe kavuşmasının hikayesi. En derin katmanına inersen de kişinin kendine kavuşması… O da aile sırları çözüldüğü zaman oluyor. Yani ailesinin sırlarının kendisi tarafından çözüleceğini, sonraki kuşaklara kendisi tarafından aktarılacağını düşündüğü anda kendine de kavuşmuş oluyor.

Aile geçmişleri, aile sırları kişisel gelişim uygulamalarında çok konuşuluyor. “Aile geçmişinizi sorun, araştırın, gelecek nesillere aktarmayın” deniyor. Senin ailen de sırlarla dolu mu?

Bilmiyorum. Yeni bir romana başladım şimdi. Onu yazarken geldi birden aklıma. Benim hiç tanımadığım dedemin, yani babamın babasının hakkında çok az konuşulur. Onunla ilgili, “Hamamda ölmüş” gibi bir söylenti vardı. Konuyu biraz sıkıştırdığımız zaman “Hayır canım önce hamama gitmiş, sonra evde kalp krizi geçirmiş. Hayır, hamamda onu birisi öldürmüş” gibi birtakım şeyler söyleniyordu. İnsan bilmez mi babasının nasıl öldüğünü ama bilinmiyordu. Orada büyük bir sır olmasa da belli ki esrarengiz bir durum var. Bence her ailede bu tip konuşulmayan, konuşulması tabu haline getirilmiş şeyler var. Ama niye konuşulmadığını da bilmiyoruz. Bu sorunun cevabını neden bilmiyoruz? Neden bilmediğimi bilmiyorum ama bilmemem gerektiğini biliyorum. Bu olağan bir şey, içimizde kayıtlı olan bir his aslında.

Bunlar aslında insanın hayatını etkileyen şeyler değil mi?

Kesinlikle. Bu içerde kendini tekrarlayan bir kayıt gibi aslında: “O konuda konuşma! Bu konu konuşulmaması gereken bir konudur.” Buna benzer başka konular çıktığı zaman ortaya –mesela kendi babamın ölümü- ben yine konuşmamam gerektiğine inanmış oluyorum. Nereden geliyor bu inanç? Çünkü babam ve halalarım kendi babaları hakkında konuşmamayı seçtiler ve bana şunu öğrettiler: “Bir baba öldüyse onun ölümü hakkında konuşmayalım.” Bunu bir kural olarak söylemiyorlar tabii ki ama çocuk onu kapıyor bir şekilde.

Melike karakteri 40 yaşında…. Bir gün bir anda artık genç olmadığını içi sızlayarak fark ediyor. 40 yaş senin için ne ifade ediyor?

Bir yandan çok güzel bir yaş. Bence bir kadın olmak için en güzel yaşlar 40’lar. Annem de söylemişti bunu bana; “40’lı yaşların en güzel yaşların olacak” diye. Buna kesinlikle katılıyorum. Hem olgunluğun hem de güzelliğinin doruğuna eriyorsun. Artık o gençliğin şüpheleri, özgüven sorunları, tereddütleri geçmiş oluyor. O açıdan çok güzel ve keyifli bir yaş. Bir taraftan da “Ya bundan sonrası?” diye düşünüyorsun. Bundan sonra gelecek olan yaşlarda şu anda sahip olduğun o zirvedeki güzellik olsun, gücünü güzellikten almak olsun yavaş yavaş düşüşe geçecek. İster istemez bunu biliyorsun. Bunun da bir sarsıntısı, şüphesi sarıyor ufak ufak. Senin de az önce anlattığın, o dikkatini çeken sahne benim için de çok değerliydi. Oradaki his, benim birebir yaşadığım bir histir. Diyor ki “Hayatımın yarısı o kadar hızlı geçti ki, bir bu kadar daha kaldığına inanamıyorum. Topu topu elimde şu kadar mu kaldı?” Sıfırdan 40’a kadar geçen süre çok kısa, çocukluk gibi bir şeymiş aslında. Bu beni çok yoklayan bir histir.

Geçenlerde gittiğim seminerde rakamların bizi kodladığına değinildi. Yaştan biraz bağımsızlaşmak gerek belki…

Tabii. Ben de fark ettim. 40 diye kodladığım şeye geldiğim zaman aslında onun öyle olmadığını fark ettim. Yine kendimi çok genç hissediyorum. Dünya kadar yapacak işim var. Şunu hatırladım; Joan Baez’i ilk kez sahnede gördüğümde 1988 yılıydı. O zaman 47 yaşındaymış ve ben ununu elemiş, eleğini asmış bir kadın gibi düşünüyordum onu. Oysa aradan 30 yıl daha geçti. Ve o yıllar boyunca aktif bir şekilde çalıştı ve hala da çalışıyor.

Kitaplarında iyi ailelerden gelen iyi eğitimli kadınlar var. Ama bir türlü potansiyellerini tam olarak kullanamamışlar. Mesele sadece kadın olmak mı? Bu konuda neler düşünüyorsun?

Evet benzer hikaye üç romanda da var. Benim içimde de var. Yogadan önceki zamanlarımı hatırlıyorum ve yogaya başladıktan sonraki o tatmin, huzur, kendine kavuşma hissini biliyorum. Bu kendiyle kavuşma gerçekleşmediği zaman insan ne olursa olsun bir tatminsizliğin kucağına düşüyor. Birçok kadın kendini oyalayabiliyor. Kendini işine, çocuğuna, eşine, ev işlerine, para kazanmaya veriyor. Şanslıysa o boşluk fark edilmeden ömür geçiyor. Veya bir yaşta çat diye vurabiliyor ancak o yaşta da çok geç kalınmış olabiliyor. Ben karakterleri hala bir şeyler yapabilecekleri yaşlardayken tutup, o dönüşümü yaşamaları için bir alan yaratmaya çalışıyorum. Mesela biri hep başkalarını suçlamış tatminsizliği için. “Benim tatminsizliğimin nedeni sensin” ya da “Hayatımda şu gelişmeseydi daha mutlu bir kadın olabilirdim” den birdenbire uyanıp “Hayır, aslında hepsi benim seçimim ve şu anda mutlu ve tatminkar olmayı ben seçebilirim”e dönüşümünü anlatmaya çalışıyorum. Bu da yogayla çok iyi gidiyor. Derslerimde de bunu söylemeye çalışıyorum: “Bırakın hayatınızı suçlamayı, dönün içinize bakın. Orada bulacaksınız.”

Kitapta çocuk doğurmamakla ilgili bir bölüm vardı. “Çocuk istemiyorum” fikrinin aslında özünden gelmediğini fark ediyor Melike…

Orada müthiş bir öfke çıkıyor. Aslında istemiş. İlk defa birisi “Benden bir çocuğun olmasını ister misin Melike?” diyor. Önce hep alıştığı olumsuz tepkiyi veriyor. Ondan sonra “Aslında bu dünyaya bir çocuk daha getirmenin ne gereği var?” diyor. Demek ki kafasına işlemiş. Ama ondan sonra esas his olarak o kayıp öyle bir çöküyor ki içine, öfkeyle yastıkları tekmeliyor. Yastıklardan çıkan kuş tüyleri kafasından aşağı dökülürken o sırada regl oluyor o sahnede!

Sen bu dünyaya çocuk getirmekle ilgili ne düşünüyorsun?

Ben bir süre uğraştım ama olmadı. Bence 35 yaşından sonra çocuk sahibi olma çabalarımızda tabii olmayan bir taraf var. Yani ona göre tasarlanmış değil kadın vücudu. Ama bazılarımızda oluyor, bazılarımızda olmuyor. Eğer olmuyorsa, bunu çok zorlamamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü bir sebebi vardır. Bunu sadece fizyolojik olarak söylemiyorum. Yaş olarak da baktığında sen 50’li yaşların sonuna yaklaşırken, o çocuğun ergenliğe girmesi zor bir şey. Psikolojik olarak kuşakların birbirine biraz yakın olması gerektiğini düşünüyorum. O kadar fazla kuşak farkının uzun vadede sağlıklı bir aile modeli olmadığına inanıyorum.

Aslında sormak istediğim şu: Bu dünya çok kötü ve ben buraya bir can getirmek istemiyorum yaklaşımına katılmıyorum. Sen öyle görüyor musun dünyayı?

Hayır, çocuk için değil ama kendim için olabilir. Bana öyle bir stres kaynağı olacak ki bu dünyada bir çocuk büyütmek. Bu egoist sebepten dolayı yapamam gibi geliyor. Dünya korkutucu bir yer ve ben o çocuğu nasıl koruyabilirim diye düşünüyorum.

Az önce gücünü güzellikten almaktan bahsettin. Sen şu anda gücünü nereden alıyorsun? Yogadan mı, yazarlıktan mı, güzellikten mi?

Hepsinden aslında; bireyselliğimden bence. Bir birey olarak sağlam durduğum yerden alıyorum. Oraya da çalışarak, çabalayarak, etimle tırnağımla geldiğime inanıyorum. Allah vergisi bir şekilde sağlam durmuyorum. Çoğumuz gibi özgüveni son derece düşük bir genç kızlıktan gelip, yazdıklarını saklayan 20’li yaşlarda bir genç kadına dönüşüp sonra yavaş yavaş, kendimi çalışa çalışa birey olarak sağlam durmamdan ve cesaretten geliyor bence. O da neyin cesareti? Beni yanlış anlarlar korkusunun gitmesi, beni ayıplarlar korkusunun gitmesi, bir de beni böyle de sevecekler inancının güçlenmesi. O korkuların hepsi aslında sevilmeme korkusu. Yanlış anlayacaklar, ne olur? Sevilmeyeceğim. Ayıplayacaklar, ne olur? Sevilmeyeceğim… Aslına beni sevecekler inancı güçlendiği an varlığımla sağlam bir şekilde duruyorum. Gerçekten de o zaman insanlar seni seviyorlar. Belki sevgi çok büyük bir laf oldu ama beğeniyorlar, takdir ediyorlar ve etrafında olmak istiyorlar. Onlara sunduğun kitapsa, dersse, ne sunmak istiyorsan onu almaya daha açık hale geliyorlar.

Melike karakterini yazmak bile “Aman kimse bir şey der mi?”yi önemsemediğini gösteriyor. Çünkü kocasını aldatan, hem de günübirlik ilişkilerle aldatan kaç kadın karakter okuduk bugüne kadar?

Onu düşündüm ben de. Böyle bir karakteri ben Türk edebiyatında görmedim. Ama bu kadın yok mu? Bir Melike karakteri yok mu? Çok var. Bana o kadar çok okur mektubu geldi ki, “Tam da düşündüğüm şeyleri yazmışsın ama ben dile getiremedim”,“Tam da yaşadığım hayatı yazmışsın ama ben bunları kağıda dökmeye cesaret edemem…” gibi. Aslında böyle çok kadın var; ya fantezi boyutunda ya da gerçeklik boyutunda.

Üç hikayede ayrılık, ayrışma, toprağından, adından, kimliğinden koparılma hikayeleri var. Yazmadan önce bunlar hep bir sızı mıydı içinde?

Evet, ben 14 yaşındayken Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabını okuyup hüngür hüngür ağlamıştım. Gece uyumadan önce okuyordum, annem ağlama seslerini duyunca ne oluyor diye geliyordu. Belki o belki daha öncesi, bilemiyorum ama şunu bir düşün, hangimiz topraklarından kopmadı? En azından ailede birisi, en iyi ihtimalle söylüyorum, çok sevdiği evinden koparılıp başka bir toprağa zorla, mecburen çok büyük bir korku hikayesini arkasında barındırarak getirilmiş. İkincisi, merakım biraz da sosyoloji okuduğum için. Sosyoloji de toplumun psikolojisini öğrenmek ya da toplumun bilinçaltını anlamak için iyi oldu. Toplumun bilinçaltı bu kayıplardan çok etkileniyor. Bunun mutlaka etkisi olmuştur.

Gelen yorumlar nasıl peki? Farklı bakış açılarına kızan oldu mu?

Hayır, hiç olmadı.

Bakış açısını değiştirdiğini söyleyen oldu mu?

Aslında “Emanet Zaman” için çok geldi bu yorum. “Ben hiç İzmir’i, 9 Eylül’ü, İzmir’in Türkleşmesini böyle düşünmemiştim” gibi yorumlar çok geldi. “Yaz Sıcağı”nda Melike, kadının özgürleşmesi, özgürleşememesi, bizim sözde özgür kadınlar olarak aslında ne çok baskılar yaşadığımız gibi konularda yorumlar geliyor. Bu gece Kıbrıs’a gidiyorum, bakalım nasıl yorumlar gelecek. Kuzeye gidiyorum, güneye de gideceğim. Ekim-Kasım gibi Yunancası da çıkıyor kitabın. İki taraftan da insanların girebildiği Birleşmiş Milletler bölgesinde bir etkinlik düzenliyoruz. Kıbrıs bir taraftan bize çok yakın bir yer, bir yandan da üstü kapatılmış bir aile sırrı aslında. Eğer “devlet baba” diye biri varsa, onun bizden sakladığı bir sır var orada. Ve biz hem biliyoruz hem de bilmiyoruz. Tam da az önce bahsettiğimiz gibi aslında; hakkında konuşmamamız gerektiğini biliyoruz. Ama ne olduğunu da bilmiyoruz ve geçiştiriyoruz.

014_019_defne_suman_POZ

Baba ve anne figürlerine gelelim. Baba figürüyle bir derdin var mı?

Her kızın herhalde vardır. Babam hayatımda yoktu, onu özleyerek büyüdüm. Hatırlayacağım kadar geç ama iz bırakacak kadar erken yaşta, 7-8 yaşlarımda evde yoktu babam. Sır olarak saklanıyordu, “İş gezisinde, Amerika’da, gelecek” deniyordu. Ama hep de fısır fısır bir şeyler konuşuluyordu. Sonradan anlaşıldı ki babam aslında başka birisiyle birlikte; onunla yaşıyor ya da onunla gidiyor nereye gidiyorsa… Sonra tüm bunlar açıldı tabii. Annem ve babam boşandılar. Sonra ikisi de çok sevdikleri insanlarla evlendiler. Fakat o iki yaş bende çok derin izler bıraktı. Bir eksiklik, güvensizlik, evde babanın olmayışı, bir apartman dairesinde, gerçekten fiziksel anlamda beni etkiledi. “Eve birisi girecek ve annemle beni öldürecek” korkusuyla geçen geceler oldu. Babayı özlemek ve bunu hiçbir zaman kendime itiraf etmemek, bu da var. “Defneciim iyi misin?” dediklerinde “Ben iyiyim, zaten daha mutluyum, annemin yanında yatıyorum” gibi söylemlerle kendimi güçlü gösterip ve o hasretin, o özlemin üzerini örtmüşüm.

Ne zaman çıktı ortaya?

Bence bu kitapla ortaya çıkıyor. Benim babam intihar etti. Ben o zaman da hiçbir şey hissetmedim. “Ne yapalım canım, kendi seçimi” diyerek yine aynı mertlik içinde durdum. Ta ki bu kitabı yazana kadar. Babamın eşi kitabı okurken bana, “Babanı ne kadar çok özleşmişsin Defne” dedi. Ben o zaman da “Yok canım” diyecektim ama şunu fark ettim. Evet ne çok özlemişim! Şimdi biz kitabı Yunanca’ya çeviriyoruz. Tercüme ediliyor ve ben de satır satır okuyorum tercüme doğru mu diye. O zaman görüyorum ne çok babam var, detaylarda ne çok onu hatırlamışım.

Kitaplardaki karakterler nereden geliyor? Bana sanki birilerinin yaşanmışlıklarının enerjisi yazarların kalemine sızıyor gibi geliyor. Var mıdır bu deneyimlerin gerçeğini yaşayan?

Hem var, hem yok. Dünya kadar okur mektubu geliyor. “Melike benim ruh ikizim” diyorlar mesela. Bir sürü insan kendini Melike ile özdeşleştiriyor. Yani diyebiliriz ki hepimizin bir Melike tarafı var. Diğer taraftan düşündüm, acaba bunlar ruhlar mı hakikaten? Ben medyum gibi onları mı yazıyorum? Ama hayır, sonuçta hepsi benden geliyor. Her şeyi parça parça ayırdığın zaman, Orhan’ı da al, Petro’yu da al, Melike’yi de al, Sinan’ı da al, hepsi benim. Dışarıdan bir karakter hayal edeyim ve onun özelliklerini Sinan’a vereyim demiyorum. “Ben Sinan olsam şimdi ne yapardım acaba?” diye düşünüyorum. Gustave Flaubert, Madame Bovary için “Nereden ilham aldınız, tanıdığınız birinden mi?” sorusuna, “Hayır. Madame Bovary benim” demiş.

Her birimiz bu kadar zenginiz aslında…

Bence yazının en güzel tarafı insanın içini büyütmesi, bütün bu karakterlere yer açması. Yüreğin büyüyor. Bu da sevmek demek.

Bloğunda şu başlığı gördüm: Yoga mı yazıdan yazı mı yogadan? Hangisi?

Benim için yazı hep vardı. Annem ilkokul 1’deyken günlük almıştı. O zamandan beri yazıyorum. Ama edebiyat yogadan diyebilirim. Evet, siyah-beyaz sınırları içinde yazarsın ama dünyamı dönüştürecek şekilde bakabilmek yoga sayesinde oldu. Edebiyat da o, yani bildiğin şeyi tersinden okuyabilmek, ters yüz edebilmek, detaylarına bakabilmek, olayı başka bir perspektiften bir daha yazabilmek. Bunlar edebiyatın büyülü tarafları. O, ancak yogadan sonra geldi bana. Şöyle bir yazı tipi var: Olması gerektiği gibi yazmak. Lisede yazdığımız kompozisyonlar mesela. Ben çok iyi yazardım çünkü olması gerekeni anlamıştım. Bir de olanı yazmak var. Olanı yazmak çok daha cesaret isteyen bir şey ve bazen olması gerekeni hiç tutmuyor.

Yaratım sürecini merak ediyorum. Hızlı yazıyorsun değil mi? Yazma şartların nedir?

Evet çok hızlı yazıyorum. Yazarken bir düzen olması gerekiyor. Eğer metin bilgisayardaysa, her gün onu mutlaka açıp bir paragraf eklemem gerekiyor. Bu kesintiye uğrarsa metin ölüyor. Bir sürü ölü metin var benim bilgisayarımda. Başlanmış ve ölmüş çünkü ben onu ziyarete gitmemişim. O yüzden günde bir kere onu ziyarete gitmem gerekiyor. İkincisi, sürekli okumak. Sürekli iş edinip iyi edebiyat okuman lazım. Ne okursan onu yazarsın. Nasıl dikkatli besleniyorsak, beyne girecek edebiyatın da saf olması gerekiyor. Muhakkak okuyorum dilim açılsın diye. Ayrıca beni kimsenin rahatsız etmemesi çok önemli. En azından üç saat. Evde yazıyorsam, eşime de söylüyorum “Bir ihtiyacın varsa şimdi söyle, yoksa üç saat yokum” diye. İnterneti ve telefonu kapatıyorum. Mutlaka büyük kulaklıklarımı takıp müzik dinliyorum. Bu demek değil ki hep yazıyorum; arada tıkanıyorum, kalkıp kendime kahve yapıyorum. Ama kimseyle konuşmamam lazım. Eğer konuşursam kaçıyor çünkü. Bazen kahve yaparken aklıma bir şey geldiğinde kahveyi bırakıp hemen aklımdakini kağıda döküyorum.

Dışarıda da yazıyor musun?

Evet, çok da severim dışarıda yazmayı. Bir kafeye gittiğimde de yine kahveyi söylüyorum, kulaklıklarımı takıyorum ve yine kimseyle konuşmadan, konsantre olarak yazıyorum. Daha bile rahat yazdığımı söyleyebilirim. Yerdeki toza takılmıyorum, bir çamaşır koyayım demiyorum. Bir de sabahları yoga yapmam gerekiyor. Çünkü hayal gücü bir şekilde hikaye üretmiyor. Sabah yoga yapmamın buna çok etkisi oluyor. Yoga yaptıktan sonra avare zaman geçirmem gerekiyor. Boğaz kıyısında bir yürüyüş, bisikletle parkta bir tur gibi. Yine tek başına olması gerek avare zamanın.

Hangi yogayı yapıyorsun sabahları?

Ben Shadow yoganın öğrencisi ve hocasıyım. Serilerimiz var, her sene hocamız ihtiyacımıza göre değiştiriyor. Onu çalışıyorum. Aynı seviyeye gelmiş bütün öğrenciler aynısını yapıyoruz. Sonuna da senin vücuduna uygun bir şeyler veriyor, onları uyguluyoruz. Bir saat yapılıyor o seri. Yoga dediğim hem hareket, hem meditasyon, hem nefes. Set bittiği zaman hepsi yapılmış oluyor.

 

014_019_defne_suman_poz_2.jpgAİLENİN HİKAYESİNİ KADIN AKTARIR

Yaz Sıcağı’nda hikayenin kadınlar tarafından anlatıldığında dair, yani “Söz kadınındır” diye bir iddia var aslında. Bu aslında bence içimizde kayıtlı bir bilgi. Melike diyor ki: “Babamın neden Cem’i (ağabeyi) değil de beni çağırdığını anlıyorum.” Çünkü bir hikayeyi ancak bir kadın anlatabilir. Ve o aileyi özgürleştirecek olan kişi de o kadın. Cem’in kızı Sofia da hikayeyi devam ettirecek. Artık erkeksi alanlarda güç kazanmak yerine kadınsı alanlarda güç araştırıyoruz ya, bu hikaye anlatıcılığının da hatırlanmasında fayda var. Ailenin hikayesini kadın taşır ve aktarır.

KİTAPLAR İNSANLARI BİRLEŞTİRİYOR

Romanlar da yoga gibi birleştirir mi?

Bence birleştirir. Dün İzmir’de kaldığım otelin lobisine bir okur imza almaya geldi. Küçük çocuğu varmış, onu bırakmış ve imza almaya gelmiş. Birleştirdi bizi yani. O kadar çok okurla buluştum ki. 2007’de ilk bloğumu yayınladığımdan beri etrafımı saran insanlar, benim yeni çevrem ve dostlarım yazı sayesinde hayatıma girdi. Kitaplar insanlar arasında köprü kuruyor. Şu anda yatay düzlemde biz buluşuyoruz, romanlar sayesinde. Ama dikey düzlemde Oğuz Atay’la da Tanpınar’la da kitap sayesinde buluştum. Bir açıdan da benden sonraki kuşaklara da bu kitap sayesinde kavuşacağım.

Atölye Yeşil hakkında duyurularını gördüm. Bir hayalin gerçek oluyor galiba. Nasıl bir oluşum?

Benim hayalimdeki yoga, kişisel gelişim, hareket sanatları okulu. Türkiye’de yoga hocası olarak mücadele ettiğim bir durum var. O da hocayla öğrencinin kopukluğu. Yoga, spor salonuna gittiğinde o anda ders varsa girilecek bir şey değil. Hocayla öğrenci arasındaki ilişki en önemli bağ. Ondan sonra da öğrenci-öğrenci ilişkisi çok önemli. Onların da bir topluluk oluşturmaları ve birbirlerine destek olmaları gerek. Benim derslerimi verdiğim model zaten bu. Örneğin ben bir grup açıyorum ve bir sene aynı kişilerle devam ediyorum. Bunu hocalara da aşılamak istiyorum. Burada onlara fiziksel alan yaratmak istedim. Benim gibi düşünen hocalar bir çember oluştursunlar ve Atölye Yeşil’e gelip ders versinler. Hayalim şu: 7-8 hoca olalım ve öğrenci topluluklarımız oluşsun. Mesela orada bir resepsiyon yok. Anahtarı gizli bir yere koyuyoruz, hoca gelip buluyor. O mekanı hoca ve öğrencileri istedikleri gibi kullanıyor. O iki saat onların, diledikleri gibi kullanabiliyorlar. Kütüphane var, mutfak var yemek yapmak isteyeler için. Sense Writing, travma üzerine çalışmalar, aile dizimi, Chi gong, Thai masajı gibi etkinlikler var.

 

MEKANLAR DA BİRER  KARAKTER 

Mekanları da çok güzel anlatıyorsun. Yazmadan önce mekanları görüyor musun? Ya da gördüğün yerleri mi yazıyorsun?

İkisi de oluyor. Çoğunlukla, başlarken bildiğim yerden başlıyorum. Mesela Fener ve Balat, o tepe beni nedense çok etkiler. 16-17 yaşlarındayken dönem ödevi yapmak için Kadın Eserleri Kütüphanesi’ni arıyordum. Ama yerini bilmediğim için yanlış yere gitmişim. Yukarıda o kırmızı okulu gördüm ve inanılmaz etkilendim. O zamandan beri benim için gizli bir mabet gibi oldu orası. Nasıl Melike’nin EğriKapı’sı var, benim de Fener’im oldu. Fener Rum Lisesi, St. Maria Kilisesi (Kanlı Kilise), orası benim küçük mabedim oldu. Ne zaman sıkılsam oraya koştum. Saklambaç’ta da var orası, kırılma noktası yaşanır. Kızlar oraya çıkarlar. Hoca Efendi’yi ararken orada kar yağar… Mekan benim için karakter kadar önemli. Mekanı karakter olarak sokuyorum hikayeye.

Şehri biz yaratıyoruz dedin röportajdan önceki sohbetimizde. İstanbul’dan şikayet edenlere ne demek istersin?

Atinalılar da Atina’dan şikayet ediyor. Bu bir seçim aslında. Şehir, mekan algısı bir hayaldir. Nereye bakacağımızı biz seçiyoruz. Hepimiz şehrimizi kendimiz yaratıyoruz. Nereye dikkatini verirsen o senin gerçeğin olur. Ben o yüzden çok dikkatli bir şekilde şehrimi yaratıyorum. Fener, Balat, seviyorum ve mutlaka her İstanbul’a geldiğimde gezerim. Boğaz’a mutlaka bir kez inerim, Boğaziçi Üniversitesi’ne giderim. Böylece ben İstanbul’umu yaratmış oluyorum.

Görüş alanındaki şey senin şehrindir. Geri kalan kısımları zor mu, bir sürü engebeden mi geçmemiz gerekiyor, fark etmez. Ben o hayalim olan şehir parçalarına varmak için onları küçük bir engebe gibi görüyorum. Yani üzerinden atlıyorum ve oraya gittiğim zaman şehrin hazzını o noktada yaşıyorum. Bu yüzden sahip olduğum, hayalini kurduğum parçaların kaybolduğunu görürsem o zaman yıkılıyorum.

 

 

014_019_defne_suman_poz_3.jpg

Sabah aç Karnına bir Doz

IMG_0148
Foto: Ben (Pre-selfie dönemi. Kur-koş karelerinden) 

Dünyanın arka tarafında bir Cuma akşamı saat 17:34. Ben ofisim sayılan kahveye henüz geldim. Sokaktaki işler, sonra yemek, sonra kısa bir uyku derken şu saate dek günün yazı kompartımanına adım atamadım.

Ben gecelerin yogisi değil ama gecelerin yazarı olmak isterdim. Çocukluğumdan beri de istedim. Gecenin sessizliği ve büyülü karanlığında yazmak. Ayfer Tunç geceleri yazarmış mesela. Onu karanlık basınca, akşam yemeğini yemiş, kahvesini içmiş tek başına yaşadığı evinin çalışma odasına kapanmış hayal ediyorum. İmrenerek tabii. Şiir okuyor önce. Belki müzik de dinliyor. Sonra geçiyor bilgisayarın başına, tıkır tıkır çıkıveriyor o muhteşem satırlar. Kalkıyor, bir kahve daha yapıyor kendine. Rahatsız edeni yok. Bir yere yetişme kaygısı yok. Sokakta kazı yok. “Güneş doğana kadar yazarım,” demiş bir yerde. “Hatta kaptırdıysam güneş doğdu diye sinirlerim.”

Gece işte ya, gece. Bir başkadır insan gece. Bir başkadır gece insanı. Ben gece insanı hiç olamadım. Hayatım boyunca. Gece hayatının renki bir siması olduğum yıllarımda bile  gece insanı olamadım, erken kalktım yine. Çocukken de sabah 7 dedin mi ayaklanırdım. Yaz tatillerinde özellikle. Lisedeyken, okula ilk olarak bir erkenden basket oynamak isteyen oğlanlar bir de ben gelirdik. İlk zile bir saat kala filan okula gelip, tost kokulu kantinde, pinpon masalarının arkasındaki banklarda kitap okumuşluğum vardır. Okulun o boş, o sakin, benim gibi sabah meraklısı tek tük öğrencisiyle dolu halini hep sevmişimdir.

“Sabah insanı” olmam uykuyu sevmediğim anlamına gelmesin. Aksine uykuyu bu kadar sevmesem ben de gecelerin yazarı olabilirdim. (kahpe yapı!) Ama uykuya çok düşkünüm. Çok uyurum. Çok derin uyurum. Yanımda uyuyanların öldüğümü zannederek beni sarstıkları olmuştur. Uykuya ne pozisyonda dalarsam, o pozisyonda kalkarım. Yine yanımda uyuyanlardan aldığımı geribildirime göre uyuduğumda ruhumun vücudumdan tamamen çıktığı zannediliyormuş. (Benden daha derin uyuyan bir tek Yasemin’i tanırım. O da anne oldu, değişti. Artık ben ondan da derin uyuyorum.)

İşte bu yüzden saat dokuz (21:00) oldu mu benim başlar başım düşmeye. Bence en tatlı uyku 10 ila sabaha karşı 2 arasında uyunan uyku. Beni o uykumdan uyandıranları hiç afettmem, canlarına okurum. (Mesela sabah 5te ararım onları, “dün gece geç bir saatte aramışsınız, bir şey mi vardı” diye sorarım şeker gibi sesle.) Başlıca hayallerimden biri dört saat uyku ile yetinen bir yogiye evirildikten sonra sabaha karşı 2de kalkıp yogamı yapmak ve sonra sabaha kadar yazmak. Belki bir sonraki #28günyoga döngüsünde buna niyet ederim! (HOP, dedi zihnim bu noktada. “Sabah derslerimin 6:15de başladığını unuttun galiba!” Peki bu niyetimi dersim olmayan sabahlarda 2de kalkarım olarak tashih edelim. Haftanın dört saati dersim varsa, üçünde de yok değil mi?)  

Bunca lafı ben şimdi neden ettim? Şunun için: Yoganın her gün yapılanının makbul olduğu bilgisi benden öğrencilerime, okurlarıma geçmiş. İyi. Yazılarınızda bunu görüyorum. Zaten buradaki öncelikli niyetimiz de 28 günün dolunaysız ve kansız geçen günlerinin tümünde yoga yaparak şeytan çatlatmak. (Bu arada neye niyet neye kısmet. Hareketimizin lideri Pınar’ın kısmeti bu ay oturmak oldu. Niyet bizdense kısmet Allah’tan. Teslim olmayalım da taşa mı dönelim? Biraz abhyasa, biraz vayragram. Pınar’ın durumunda yapılacak yoga hakkında da bir sonraki yazıda yazacağım. Çünkü gerçekten nefes alıp veren -ve zihni kendi iradesinde bulunan- her insan yoga yapabilir.)

Evet, ne mutlu bana ki yogayı her gün yapmanın önemini size geçirebilmişim. Derslerde antibiyotik örneğini de veriyorum ya. Hatırlayalım: Antibiyotiğin işlemesi için düzenli aralıklarla sürekli alınması gerekiyor. Çünkü ilacın bakteri ile muharebesi sırasında helak olan bir tabur askerin yerine yeni birlikler göndermek gerekiyor. Zincirin halkası eriyip gitmeden yeni zinciri ona takmalıyız. Yoga da böyle. Nefs ile girdiğimiz muharebede (bkz Bhagavad Gita) vritti (bakteri gibi düşünün – faydalısı da var, zararlısı da) dalgası yükselip de bizim gerçeklik algımızı  yüzde yüz ele geçirmeden önce, ona Prana (antibiyotik oluyor o da bu durumda) birliklerini göndermek gerekiyor ki vrittilerden ibaret gerçeklik algısının haricinde, onun uzağında, daha başka, çoğunlukla daha kapsayıcı, huzur veren, kabul eden, gülümseyen, gülümseten bir gerçeklik daha varolduğunu görelim.

Yükselen vritti‘ye karşı her gün en az bir doz prana yazıyorum size. (Doktor Kemal, orada mısınız?) Sabırsızlandığınızı görür gibiyim. Evet, hocam bunu biliyoruz. Siz de dediniz. Bu bilgi bize geçti. Bunca cümleyi kurduğunuza göre bize geçmeyen bilgiye geçelim artık.

Geçiyoruz.

Her gün en az bir doz alınan prana’nın sabah ilk iş, kimseyle konuşmadan, insanlar arasına karışmadan, telefonu açmadan, aç karnına alınması gerektiği bilgisi ve bunun önemi… Tamam, sabah ilk iş yapın, vaktiniz yoksa akşam gün batarken yapın, o da olmazsa ne zaman yapabilirseniz o zaman yapın diyen bendim size. Kabul. Ama sabah vaktiniz olduğu halde sırf üşendiğiniz, hazır hissetmediğiniz veya şu ya da bu vrittisel sebepten yapmıyorsanız, buna bir bakın. Sabahın erken saatlerinde uykuyla yatışmış vrittilere karşı prananın avantajlı poziyonda bulunduğunu unutmayın.  Güne o daha büyük, daha kapsayıcı gerçeklik algısı ile başlamak, günlük ilişkilere o kafayla girmek kişisel bir dönüşümün de kapısını tutuyor.

İlk yoga öğretmenim Panço bizi 7 günlük Yogaya Başlangıç kursumuzdan mezun ederken ve biz şimdi ne olacak, nasıl ilerleyeceğiz bu yolda diye sorarken “her gün kalkıp bu seriyi yapacaksınız, o kadar” demişti. O sırada kursta benden başka aynı coğrafi noktada sabitlenmiş öğrenci yoktu. Herkes sırt çantalı gezgindi. Tayland’dan Laos’a geçmek üzere bizim sınır kentimize varmış, yoga kursuna da denk geldiklerini görünce kalışlarını bir hafta uzatmışlardı. Hemen itiraz ettiler. Canım yolda, pansiyonda, kampta, yataklı trende geçen gecelerin sabahında nasıl kalkıp yoga yapsınlardı?

Panço’nun muhteşem parlak mavi gözleri vardır. Yoga dersi verdikten sonra iyice parlar. Işıl ışıl, yüzlerimize bakıp, tek bir şey söylemişti:

“Otel odalarınızı ona göre seçeceksiniz. Bir battaniye olsun mesela. ”

Benim o gün anladığım sabah kalkıp da yoga yapmamak gibi bir seçenek yoktu.

Yoga bana bir sürü şey verecekti. Ben de karşılığında ona öncelik verecektim.

Yani büyüsünü daima içimde taşımak istiyorsam yogayla her sabah randevulaşacaktım.  İlk öğretmenim sözleriyle, gözleriyle, sesiyle (deep, even, relaxed breath) her gün hep aynısını yaptırdığı stana-asana serisiyle zaten bildiğim ama unuttuğum kuyuların kapağını kaldırmış, beni yuvama geri getirmişti. (Bana yuvamı getirmişti .) Ne derse sualsiz yapardım ben artık.

Yaptım da. Hâlâ da yapıyorum. Artık Panço dedi diye değil . Antibiyotik zincirini kırdığımda başımı ele geçiren vrittisel gerçeklik (Eski Ben) bana artık dar geldiği için.  Prananın ahenkli akışı neticesinde açılan yeni gerçeklik algısında ben daha mutlu, daha verimli, daha güvenli bir insanım. İnsanları daha çok seviyorum. O yüzden.

Sabah meselesine geri dönecek olursak… Günlük yaşam vritti besler. İşi budur zaten. Sabahtan ikindiye, ikindiden akşama geçene kadar vritti hızlanır, bölünerek çoğalır, zihni ele geçirir. Gece Ayfer Tunç’un ise gün vrittiye aittir. Sabahın körü ise prananın saatidir. Tüm dünya sessiz bir bekleyiş içindedir o sırada. Vritti de sabahın büyüsüne kapılır susar. Onun suskunluğunu boşa harcamamak lazım fikrimce.

Ey ahali (sanga yani) sabah yapabiliyorsanız, yoganızı sabah yapın. Gün doğumunu yakalayabildiğiniz mevsimlerde gün doğumuna denk getirin. Ben diyorum diye değil.  Prana’nın hatırına.

Not: Ben bu sabah büyük bir hata yapıp yogadan önce telefonumu açtım. Sakın, sakın, sakın! Telefonun yogaca ismi vritti coşturan olmalı. Tutun kendinizi. Benim tüm yogam tek bir meselenin çözümü üzerine odaklandı, rüsva oldu.

Reçeteyi tahsis ve tekrar ediyorum: Bir doz Prana, sabahları aç karnına ve boş kafaya!

Bir deneyin, farkı farkedeceksiniz.