Ayurveda Haberleri

Sevgili sadık okurlarım,

Size bu mektubu Hindistan’ın Coimbatore kenti eteklerine kurulmuş Vaidyagrâma Ayurveda Merkezi’nden yazıyorum. Buraya varalı tastamam iki hafta oldu. İki haftadır ağaçlar, çiçekler, kuş, horoz, tavuskuşu sesleri, kuzu melemeleri arasında yaşıyorum. Sütlü mamül bile yutuyorum.

Buraya yoga hocalarımızın daveti sayesinde geldik. On gün Ayurveda terapisi ve bir hafta da yoga dersi göreceğimiz şekilde tasarlanmış bir tedavi-eğitim programına katılıyorum. İlk hafta hocalarımız burada değillerdi. Dünyanın farklı köşelerinden yaşayan ve büyük çoğunluğu Shadow Yoga hocalığı yapan sınıf arkadaşlarımdan -ben de dahil onsekiz kişi- bir araya geldik.

Doğrusu ben buraya beklentisiz gelmiştim. Beklentisizlikten de öte burada geçireceğimiz zamanının nasıl olacağını tahayyül bile etmemişim. O yüzden de ilk akşam dört kişilik bir doktorlar ekibi ellerinde formlar, stereoskop ve bir baskül (eyvah eyvah!) odama geldiklerinde epey şaşırdım. Sonradan anladım ki bizim burada yoga öğrencisi sıfatıyla bulunmamız doktorlarımız için bir şey değiştirmiyor, sanatoryuma yatan hastalarız biz de ve tedavimiz için ne gerekirse yapılacak.

Sanatoryum kelimesini boşuna kullanmadım. İstanbul-Mumbai arası yolculuk sırasında Kelebeğin Rüyası filmini seyretmiştim. Heybeliada sanatoryumu oradan aklımda kalmış olmalı. Sanatoryum yaşamı, doğa içinde, iyileşmeye adanmış bir zaman dilimi, doktorlarla hastaların beraber kaldığı bir tesis vs. Burası da tam öyle. İnsanlar buraya bizim gibi yoga kursumuz başlamadan iki dirhem şifa alalım diye gelmiyorlar. Ciddi hastalıkların pençesinden kurtulmak veya geçmişte tabii kaldıkları farklı durumlar sırasında aldıkları toksinlerden arınmak için geliyorlar.

Doktorlar bilgili ve ciddiler. Sadece Ayurveda tıbbı konusunda değil, Batı ve Çin tıbbını da çalışmış, bilen kimseler. Onların benim sağlığımı ciddiye almaları benim içimde de saygı ve ciddiyet uyandırdı. Ne zamandır beni rahatsız eden dizimi iyileştirmek istediğimi söyledim. Dizim 1996 yılında, tutkulu bir yaz aşkının terkisinde, Bodrum’da kiralanmış bir Vespa’nın arka koltuğundan uçarak sol kalçamın üzerine indiğimden beri sızlar. Padmâsana’da sol diz havada kalan dizdir. Ağır yük kaldırdığım günlük hayat, yogayla dengelendikçe ben dizimi idare ediyordum ama bu yaz benden iki kat ağır bir mermer kurnayı bahçenin bir ucundan diğer ucuna taşımaya kalkışınca dizim iflas etti ve o günden beri ne zaman büksem kilitleniyor ve düzleşmesi için epey uğraşmam gerekiyor.

Bu denli yapısal bir sorunun kandaki toksinleri temizlemek, enerji kanallarındaki tıkanıklarını açmak, vücudun element dengesini düzenlemek üzerine kurulu Ayurveda tıbbı tarafından, hem de bu kadar kısa sürede tedavi edileceğinden emin değildim ama doktorlara bıraktım kendimi. Tedavimi belirlediler, ertesi sabah başlayacağını bildirip beni kendi halime bıraktılar.

Odamda tek başıma kalıyorum. Yemekler sefertasında günde üç defa odama geliyor. Balkonumdaki döşekte bağdaş kurarak yiyorum. Yemekler hafif, doyurucu sebze yemekleri, pilav, çorba ve çutneyden oluşuyor. Miktarı benim normalde yediğimden fazla. Ama ağırlık yapmıyor. Burada güneşe çıkmamız önerilmiyor. Tüm açık hava alanlarının tepesi örtülü. İnternete günde bir saat giriyoruz. Girmesek daha da iyi olacağı söyleniyor. Odalarda internet yok. İnternete girebilmek için sohbetlerin ve diğer etkinlilerin yapıldığı Mandapam’a gidiyoruz. Aslında anladım ki insanın internette işi günde bir saatte çok rahat bitiyor. E-mailliermi topladıktan sonra yanıtları odamda yazıp, ertesi günkü internet saatinde gönderiyorum. Mesajların tamamı aynı saatte telefona düşünce onlara da beş dakika içinde yanıt verebiliyorum. Bu sistemi eve gidince de sürdürmek istiyorum. Sabah yarım saat ve sonra akşam yarım saat internet. Acil bir işi olan bana telefon edebilir.

Tedavim ilk sabahımızda başladı. Burası dört odadan oluşan kısımlara ayrılmış. Ben 7. kısımdayım. Her kısmın bir doktor ekibi ve bir de terapist ekibi var. Terapistler genç kadın ve erkekler. Kadınlara kadınlar, erkeklere erkekler bakıyor. Bana Tayland’daki öğrencilerimi hatırlatan, güler yüzlü, saygılı ve kendi aralarında bol bol konuşup gülen insanlar. Benim terapistim Vidya ilk sabah beni alıp terapi odasına götürdü. Her kısmın iki tane terapi odası var. Odanızdan çıktıktan sonra iki adımda oraya varıyorsunuz. Terapi masası, ahşap, büyük, yüksek bir yatak. Buraya belinize bağladıkları bir patiska donu saymazsak çıplak yatıyorsunuz. Doktorların size uygun gördükleri terapiyi genç terapist kızlar uyguluyor. Bir saat kadar sürüyor. Masaj olabilir, lavman olabilir, tepeden tırnağa vücudun üzerinde su gezdirmek, içi şifalı ot dolu sıcak torbalarla vücudu dövmek olabilir… Herkesi dengesizliğine ve olası tıkanıklıklarına göre doktorlar tedaviyi belirliyor, terapistler uyguluyor. Doktorlar arada kontrole geliyor.

Terapiden sonra terapist kızlardan biri sizi terapi odasına bağlı bulunan hamama götürüyor ve oradan maşrapalar dolusu sıcak suyu başınızdan aşağı dökmek suretiyle bir güzel yıkıyor. Sonunda saç da yıkanıyor. Sabun yok. Sabun yerine yeşil gram adı verilen ve maş fasülyesinden yapılan bir karışım kullanılıyor. Terapistim Vidya beni yeşil gramla yıkadıktan sonra bir defa bile nemlendirici sürme ihtiyacı duymadım. Tenim yumuşacık oldu. Yüzüm de dahil. Saçları da şampuanla değil, Karruka adı verdikleri kara bir tıbbi su ile yıkıyorlar. İki haftadır saçlarıma şampuan değmedi ve saçlarım hiç bu kadar parlak ve sağlıklı görünmemişti.

Yıkanıp paklandıktan sonra tansiyon ölçülüyor, ıslak baştan nem kapmayalım diye bındıldak bölgesine bir pudra, iki kaşın arası ve boğaza da başka pudralar sürülüyor, terapist eşliğinde odanıza götürülüyorsunuz. Günün geri kalanında dinlenme öneriliyor. Veya doktorların konuşmalarına katılabilirsiniz. Her öğleden sonra doktorlar Ayurveda hakkındaki sorularımızı yanıtlamak üzere Mandapam’da bizi bekliyorlar. Bu sohbetlerde ben çok şey öğrendim.

Ayuverda vücudun iyileşmesinin, zihnin temizliğinden ve ruhun sükunetinden bağımsız olmadığını öne süren bir tıp sistemi. Gün doğumuna ve batımına denk gelen dua seanslarında, gözlerimi salonun ortasındaki ateşten ayırmadan oturdum ve yaşamı sürdüren agniye dua eden doktorlarımızın sesine kendimi bıraktım. Yıllar önce Tayland’ın kuzeyinde bir Budist manastırda kalmıştım. Orada da gün ilk ve son ışıkları toplu dua ile selamlanırdı. Aklıma tüm zamanların en sevdiğim filmi Contact (Jody Foster’ın uzaya gittiği)’tan bir cümle geldi. Dünya üzerinde yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu ulu bir gücün varlığına inanır. Gezegenimizi uzayda temsil edecek kişinin insanlığın bu ortak özelliğini yüreğinde taşıyor olması önemlidir.

Hocalarımız geldikten kısa bir süre sonra yoga derslerimiz başladı. Yoga ve terapi aynı anda gitmiyor. Terapinin bitip yoganın başlaması lazım. Bunu hem doktorlar hem de hocalar bize defalara söylediler. Yoga ile Ayurveda ortak ilkeler üzerine kurulu da olsa aynı anda çalıştığında birbirine ters düşen iki sistem. Tedavilerimizi de ona göre ayarlamıştı doktorlar. Yoga başlarken biz de artık iyileşiyorduk.

Dizim gözle görülür bir şekilde iyileşti. Bu kadar yapısal bir incinmenin enerji kanallarını düzene sokarak (hem de sadece on günde) iyileşmesi bana yine vücudun kendini onaracak güce sahip olduğunu hatırlattı. Yeter ki biz önündeki engelleri kaldıralım.

Bu arada bonus olarak da adet kanamam geldi. Dört aydır gelmiyordu. Çok sevindim. Kanama başlar başlamaz yogaya ara verdiğimiz gibi Ayurveda tedavileri de duruyor. Doktorlar, adet kendisi bir temizlik süreci. Biz müdahale etmeden kendisi aksın gitsin diyorlar, gözüme sürme bile çekmiyorlar!

İki haftadır kahve içmediğimi ve kahvenin yerine günde 2 litreye yakın sıcak su içtiğimi de buradan siz sevgili okurlara bildirmek isterim. Akşamlarım sessiz. Odamda kitap okuyorum. Mektup yazıyorum. Bir tane öykü bile çıkarttım. Tayland yıllarımın huzurlu akşamlarını hatırlıyorum. Yanık hindistancevizi kokusu da eklenince, on beş yıl önceki Nong Khai yaşamım burnumda tütmeye başladı.Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Haberlerim şimdilik bu kadar… Aklınızda Ayurveda tıbbı ile tedavi görmek varsa, hiç üşenmeyin atlayın gelin. Basit ilkeler üzerine kurulu bu tıp sistemi 3000 yıldır insanları iyileştirmeyi sürüyor. Daha doğrusu vücudun kendini iyileştirme kabiliyetini ortaya çıkarmak için yoldaki kayaları, taşları temizliyor, gerisini organizmanın mühendislik harikası tasarımı getiriyor.

Hepinize sevgiler, selamlar…

Mektubuma bir kaç tane de fotoğraf ekliyorum. Umarım beğenirsiniz.

Defne.

Vaidyagrama 1
Vaidyagrama
Vaidyagrama 2
Sabah kahvaltısı
Vaidyagrama 8
Şenbagam’ı kutsarken
IMG_1114
Odamın bulunduğu avlu
IMG_1117
Avlumuzun girişi
fullsizeoutput_41c1
Japonya’nın Shadow Yoga hocası Akiko ile sabah çayı
IMG_1202
Elimi sıcak sudan soğuk suya sokmayan terapist kızlarım
fullsizeoutput_4180
Doktorum ve cin kızıyla
IMG_1212
Sütlerimizin kaynağı
IMG_1214
Gheeler hazırlanıyor.
IMG_1215
Ghee yapan teyzenin torunları
IMG_1222
Doktorumla sandalağacı dikiyoruz
IMG_1230
Vidya ile birbirimize pek bağlandık.
fullsizeoutput_41eb.jpeg

Tayland’daki evim de böyle bir manzaraya bakardı. Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Shadow Yoga Türkiye 💕

Şeker Olayı

Kufeta
Foto:Aisha Harley

#glütensizşekersizkırkgün

Gün 3

Bugün şekerden bahsedecektim ama sonra baktım zaten okurların çoğu bu konuda epeyce bilgili. Üstelik şekersiz beslenme  bir çoğunuz tarafından uygulanan bir şey anladığım kadarıyla. Yani bu kulvarda acemi olan benim.

Yine de bildiğim azıcık şeyi buraya aktarayım. Siz de lütfen yorum olarak kendi bildiklerinizi ekleyin.

Şeker (beyaz şeker, esmer şeker, fruktoz, meyve şekeri, kuru meyve, meyve suyu, şurup, stevia, agave ve aklıma gelmeyen diğer organik ve sentetik tatlandırıcılar) metabolizma bozukluklarından, madde bağımlılığına, diş çürüğünden kansere, bkinlikten depresyona, kadar pek çok rahatsızlığın sebebi olarak gösterilebiliyor. Modern insanın şeker bağımlılığı başlı başına bir araştırma konusu  -ki bu konuda yapılmış pek çok araştırma var- ve son iki yüzyılın artan hastalıklarının arkasında (auto-immune hastalıkları, kanser, şeker, kalp ve damar rahatsızlıkları) ihtiyacın çok ama çok (çooook) üzerinde şeker tüketmemizin yattığı söyleniyor.

Bazı doktorlar şekeri nikotin ayarında bir zehir olarak tanımlıyorlar. Hatta ABD’nin çeşitli eyaletlerinde şekerli gıdaların paketine “şeker sağlığa zararlıdır” yazılması konusunda mücadele veren çocuk doktoları bile var. Kimi araştırmalar da kanserin özellikle çocuklukta tüketilen şekerle bağlantılı olarak gelişebildiğini gösteriyor.

Benim ilgimi çeken bir başka araştırmada da şeker bağımlılığı için modern insanın bir numaralı bağımlılığı söyleniyordu. Yani insanın en zor bırakabildiği şey -sigara, alkol, uyuşturucu madde değil- şekermiş! Aynı araştırma hayatlarının ilk dört yılında şekeri tadan çocukların ileriki yaşlarında sigara, alkol ve madde bağımlılığına daha yatkın olduğunu göstermişti.

Yani hani derler ya, sigara içiyorsanız ne yaparsanız yapın sağlılklı yaşayamazsanız, bu verilere bakarak aynı şeyi şeker için de söyleyebiliriz. Spor da yapsak, kilomuzu da muhaza etsek, organik ve temiz gıdalar almaya da özen göstersek şekeri kesmiyorsak sağlıklı bir sisteme kavuşamıyoruz.

Ama bütün bunların ötesinde benim merak ettiğim ve bu kırk günlük şekersiz hayata heves etmemi sağlayan nokta şekersiz yaşayan insanların rapot ettikleri dengeli duygusal haller. Şekerin ruh halimiz üzerinde acayip bir etkisi var. Kendimizi neşeli ya da öfkeli hissetmemizi bile düzenliyor. Ve sizin de bildiğiniz gibi öfkenin egemenliği altına giren zihin dünyayı bir başka görüyor, neşenin egemenliği altındaki zihin bir başka. Aslında dünya değişmiyor. Hep aynı. Kötüyle iyinin karışımı bir yer.

Ben de son zamanlarda çok sık  öfkeleniyorum. Memleket meselelerine bağlamak kolay tabii bu öfkeyi ama yeterli değil. Daha başka bir şey var ve tek tabi ki tek başına şeker bırakmakla çözülecek bir şey değil öfke ama sabahları efkarlı, öğlen öfkeli, öğleden sonra isteksiz ama akşama pür neşe  dolaşmam sadece memleketle ilgili de değil. Başka bir dengesizlik de mevcut.

Şekersizlik mi çözecek bunu? Bilmiyorum. Denemeden bilemem. Bir de yorgunum. Fazla bir şey yapmadığım halde yorgunum. Ona da çare olur mu acaba? Deneyelim görelim.

Bir de kilo meselesi var…!

Buna da yarın geçelim.

Siz nasılsınız? Nasıl gidiyor?

 

Ben meğer “Health Freak” imişim!

“Yoga ve Ben”e geçmeden önce çok kısa bir şey yazmak istedim size. Portland’da saat sabahın 8’i. İstanbuGörsell’da 18:00. Ben uyurken ülkede adaletsizliğin ve zülmun had safhaya varmış olduğuna dair haberleri, öğrencilerimle her Pazartesi sabahı yaptığımız hal hatır sorma (bir Duygu bir Sayı) seansından anladım. O yüzdensözlerimi şuraya acele döküp haberlere gideceğim.

Bir kaç yıl önce annemle çıktığımız bir Büyükada seferinde, iskelede çay içerken onun bir arkadaşına raslamıştık. Neşeli, konuşkan tatlı bir kadındı. İsmini şimdi hatırlamıyorum. Yasemin’i de tanıyordu. Bana demişti ki, “duyduğum kadarı ile Yasemin tam bir health freak olmuş ama sen ondan da health freak imişsin.” Ben bu yoruma şaşıp kalmıştım. Yasemin’in “Institute for Integral Nutrition“ı bitirip beslenme uzmanı olarak yeni yeni çalışmaya başladığı zamanlardı. Muhteşem bir beslenme danışmanı olmuş, üç seansta beni akşam 7lerde uyumaya zorlayan kronik yorgunluğuma çözüm bulmuş, hayatıma ekstradan dört saat  eklemişti.

Neyse kadıncağız böyle deyice ben bir durdum. Bir kere ne demek health freak? Sağlıklı yaşam ile kafayı bozmuş kişi mi? Durmadan hastalanacağından endişe eden kişi mi? Bilmiyorum. Annemin arkadaşının da bildiğini sanmıyorum. Sahiden merak ettiğim halde sıkıştırıp da, “health freak derken tam olarak ne kasdediyorsunuz” diye de sormadım.

“Biz sadece kendimi zehirlemeden yaşamaya çalışıyoruz” diye mırıldandım sadece. Büyükler gözlerini devirdiler. Konu kapandı.

Dün akşam bir doktorun konuşmasına gittik. Konuşma MS, kanser, şeker, kalp ve böbrek yetmezliği , kolesterol gibi çağımızın baş rol oyuncusu hastalıkları ile ilgiliydi.   New York’dan gelen doktor, aynı zamanda mikrobiologmuş. Mikrobiyoloji, hücrede oluşan gelişmeleri, tepkileri inceleyen bir bilim dalı. Kanser başta olmak üzere pek çok hastalık hücre deformasyonu ya da hücrenin virüs tarafıdan işgal edilmesi ile başlıyor.

Hücre, yaşamamızı sağlayan ana mekanizma. Hücre yenilenmesi durduğunda ölüyoruz. , Hücre mutasyon geçirerek ürediğinde de kanser başlıyor. Hücrenin kendini sorunsuz bir şekilde yenileyebilme yeteneği genel sağlığımızın özünü oluşturuyor.

Peki hücrenin kendini sorunsuz bir şekilde yenilemesine neler engel oluyor?

Evet, hepimizin bildiği radyoaktif atıklar var. Çernobil’in torunları bile hala kanserli doğuyor. İki yıl önceki Japonya depreminde patlayan nükleer santralın atıklarından dolayı bugün Japonya’da dünyanın en acayip domatesleri yetişiyor. Ama hücreyi anormalleştiren sadece radyoaktif atık değil. Çok daha sözde masum suçlular var. Bir kere şunu açığa kavuşturalım: Kendi hücresi anormalleşmiş bir gıdayı biz yediğimizde, onun hücreleri bizim hücrelerimizi etkilliyor. Hücre hücreden besleniyor. Japonya’da yetişen anormal domateslerden yerseniz sizin hücrelerinizin de aynı  anormalliği gösterecektir elbet. Ne demiş Amerikalılar:  “you are what you eat”. (ne yersen o’sun)

Gıdanın hücresi maalesef sadece nükleer santral kazası geçiren bölgelerde anormalleşmiyor. Çabuk büyüsünler diye tavuklara, domateslere, zerzevata verilen hormonların tamamı gıdanın hücresini anormalleştiriyor. Hormon, genetiği ile oynanmış tohumların yanında yine de masum bir suçlu gibi duruyor. Genetiği ile oynanmış tohumdan büyüyen sebze ve meyve (ki hiç de sandığımız gibi bizden uzak ülkelerde yetişmiyor) tam kapasite anormal hücreden oluşuyor. Genetiği ile oynanmış meyve, sebze demek hücresi gıda mühendisleri tarafından yeniden inşa edilmiş, doğal gelişimine müdahele edilmiş gıda demek oluyor. Bugün dünyadaki mısır ve soya ürünlerinin (organik tarım hariç) neredeyse tamamı genetiği oynanmış ürünler. Mısır derken, sadece köşe başındaki mısırcı amcanın kazanındaki süt mısırdan bahsetmiyorum (onu da dışlamıyorum ama). Mısır nişastasından elde edilen  yüksek fruktozlu  mısır şurubu (high fructos  corn syrup)  şekere göre çok daha hesaplı olduğu için şeker gerektiren her türlü ambalajlı ürünün içinde giriyor. Gidin bir gofretin üzerinde yazanları okuyun, siz de göreceksiniz.  Çocuğunuz gofret yiyorsa, genetiği ile oynanmış gıdayı kendi hücrelerine katıyor demek oluyor bu.Görsel

Genetiği ile oynanmış diğer ürün soya da sadece soya sütünde, tofuda değil, “soya proteni” adı altında hamburgerden, keklere, pudinglere kadar heryerde karşınıza çıkabiliyor. Aynı mısırda olduğu gibi organik olarak üretildiğinde hücre yenilenmesine etkili olan soya, genetiği değişince dehşetli bir zehire dönüşebiliyor. (Hepimizin evine muhtemelen giren diğer iki GDO’lu ürün ise pamuk ve kanola. Internet bu konuda bilgi ile dolu, isteyen araştırabilir.)

Uzun lafın kısası, evet ne yersen o’sun. Yediğimiz gıdanın hücresi bizimki haline geliyor. Günümüz koşullarında hücrelerimizi anormal hücreli gıdalardan korumak istiyorsak, yapabileceğimiz en akıllıca şey sadece ve sadece organik gıda tüketmek. Evet zahmetli, evet pahalı ama imkansız değil. Sağlık sigortası masrafı gibi düşünmek lazım organik beslenmeyi.

Hücrenin gelişimini alt üst eden bir diğer şey de kimyasallar. Yeryüzündeki hiç bir canlının hücresi kimyasal yöntemlerle üretilmiş sentetik maddeleri sindirmek üzere tasarlanmamış. Canlı hücresi kendi gib tabiat (ya da Allah) tarafından yaratılmış diğer canlının hücresi ile can buluyor. Hücreye giren her tür sentetik madde onda bir anormallik yaratıyor. Bu olay tekrar tekrar tekrarlandığında, bir yerden sonra hücrenin kendini yenileyecek gücü kalmıyor, deformasyon başlıyor. Bu arada, kimyasal derken sadece gıdalardaki katkı maddelerinden bahsetmiyorum. Hücrelerimize belki de hiç düşünmeden kattığımız sentetik kimyasalların başını eczaneden aldığımız ilaçlar çekiyor. Antibiyotikler zararlı bakterileri öldürmede mucizeler yaratsalar da, zararlı bakteri ile birlikte hücrenin sağlıklı gelişimini sağlayan bir çok başka canlıyı da öldürüyorlar. Bazı insanların şeker gibi her fırsatta yuttukları ağrı kesiciler de hücre tarafından tanınmadıkları için sistemde bir şaşkınlık, bir aksama yaratıyor.

Kısaca, canlı hücresi tanımadığı maddeyi kendi büyümesi için kullanamıyor. Hücre organik, ilaç ise sentetik bir madde. Bunlar bir araya geldiklerinde birbirlerine uyumlu bir şekilde karışamıyorlar, muhakkak bir yerde bir aksaklık oluyur. Aynı şey kimyasal madde içeren kozmetik ürünleri için de geçerli. Cildimiz bedenin en geniş organı. Cildimize sürdüğümüz her şey, aynen ağzımıza attığımız her lokma gibi hücre tarafından emiliyor, ya da red ediliyor. Geçen yıl Umbria’da bize zeytinyağı üretimi hakkında bir sunum yapan yakışıklı İtalyan abi’nin söylediği gibi, ” ağzınıza atmaya cesaretiniz yoksa teninize de sürmeyin.”

Fakat canlının mekanizması müthiş güçlü bir mekanizma. Gençlik zamanlarında hücreye akıtılan zehrin arıtılması kolay. Ancak aksama yaratan madde tekrar tekrar bir ömür boyunca hücreye zerk edildikçe, hücre bir yerde iflas ediyor. Kanser vakalarının her kuşakta artması ve gittikçe daha erken yaşlarda başlaması da bu yüzden.

Bu arada dünki konuşmayı yapan doktor bahsi geçen bütün hastalıklar ve rahatsızlıkların önlenmesi ve iyileştirilmesi için şart olan iki şeyden bahsedip durdu:  1) Beyaz şekeri kesin 2) Bol bol su için.

Beyaz şeker bazı uzmanlara göre sigaradan bile fazla zarar veriyor bedene. (Bizim Bey bu görüşü ne zaman duysa gülümsüyor ve bana Girit’in dağlarında tamamen doğal -şekersiz- beslenen sigara tiryakisi -saf tütün- kadınların yüz yaşını geçtiklerini hatırlatıyor. ) Beyaz şeker bir canavar. İnsanın en zor vazgeçtiği alışkanlığı. Bazı araştırmalar gösteriyor ki şekerden vazgeçmek sigara bırakmaktan bile daha zor insanlar için. Bunun sebebi olarak da şeker alışkanlığının sisteme çok erken yaşta kaydedildiğini söylüyorlar. Bu görüşe göre çocukları şekere başlatmak, sigaraya başlatmak gibi bir şey. Çocuk, şeker ile ne kadar küçük bir yaşta tanışırsa, alışkanlığın yer etmesi o kadar kolay oluyor. Ve bildiğiniz üzere alışkanlığın başlaması için tek bir şeker yetiyor.

Benim bildiğim bu kadar. İnanın ki bu buz dağının görünen kısmının bile ucunun ucu. Yani ben pek bir şey bilmiyorum aslında gıda ve ilaç endüstrisi bize ne oyunlar oynuyor, kim bilir daha ne yolllarla zehirleniyoruz. Bu kadarcık bilgim ile bedenimi temiz tutmaya çalışıyorum. Öyle kutu kutu vitamin filan aldığım da yok. Meyvenin suyunu da içmem, kendisini yerim. Canımın çektiği temiz gıdaların hepsini iştahla yiyen bir insanım. Dışarıdan empoze edilmiş beslenme yöntemlerine inanmam. Health  freaklik bu ise, tamam health freakim.

Son bir şey daha: Şimdilerde genel bir kanı oluştu. Sağlığına dikkat edenler (kendilerini zehirlememeye gayret edenler) hayattan zevk almazlar. Sanki hayattan zevk almak antibiyotiklerle, hormonlarla beslenmiş bir hayvanın etini yemek, meşrubat içmekmiş gibi bir kanı…Oysa herkes biliyor ki dalından yeni kopartılmış domateslerle, marullarla, temiz sulardan avlanmış küçük balıklarla donanmış bir sofrada yemek yemek kadar keyifli bir şey yoktur.

Sağlıklı yaşam zaten keyifli yaşamdır.

Hadi kaçtım!

Not: Tam bu yazıyı yazdım, Feyzbuk’a girdim. Bir de baktım ki Zeynep Çelen Fethiye Pastoral Vadi’de Ekolojik Yoga kampı düzenliyor! İlgilenenler için müthiş bir fırsat. Zeynep Çelen sadece çok iyi bir yoga hocası değil, aynı zamadan ekoloji, hücre ve sağlık hakkında çok şeyler bilen bir bilim kadını. Buraya link koyuyorum. Kamp ile ilgili ayrıntılara Cihangir Yoga‘dan da ulaşabilirsiniz.

https://www.facebook.com/events/446459392113498/