Ayurveda Haberleri

Sevgili sadık okurlarım,

Size bu mektubu Hindistan’ın Coimbatore kenti eteklerine kurulmuş Vaidyagrâma Ayurveda Merkezi’nden yazıyorum. Buraya varalı tastamam iki hafta oldu. İki haftadır ağaçlar, çiçekler, kuş, horoz, tavuskuşu sesleri, kuzu melemeleri arasında yaşıyorum. Sütlü mamül bile yutuyorum.

Buraya yoga hocalarımızın daveti sayesinde geldik. On gün Ayurveda terapisi ve bir hafta da yoga dersi göreceğimiz şekilde tasarlanmış bir tedavi-eğitim programına katılıyorum. İlk hafta hocalarımız burada değillerdi. Dünyanın farklı köşelerinden yaşayan ve büyük çoğunluğu Shadow Yoga hocalığı yapan sınıf arkadaşlarımdan -ben de dahil onsekiz kişi- bir araya geldik.

Doğrusu ben buraya beklentisiz gelmiştim. Beklentisizlikten de öte burada geçireceğimiz zamanının nasıl olacağını tahayyül bile etmemişim. O yüzden de ilk akşam dört kişilik bir doktorlar ekibi ellerinde formlar, stereoskop ve bir baskül (eyvah eyvah!) odama geldiklerinde epey şaşırdım. Sonradan anladım ki bizim burada yoga öğrencisi sıfatıyla bulunmamız doktorlarımız için bir şey değiştirmiyor, sanatoryuma yatan hastalarız biz de ve tedavimiz için ne gerekirse yapılacak.

Sanatoryum kelimesini boşuna kullanmadım. İstanbul-Mumbai arası yolculuk sırasında Kelebeğin Rüyası filmini seyretmiştim. Heybeliada sanatoryumu oradan aklımda kalmış olmalı. Sanatoryum yaşamı, doğa içinde, iyileşmeye adanmış bir zaman dilimi, doktorlarla hastaların beraber kaldığı bir tesis vs. Burası da tam öyle. İnsanlar buraya bizim gibi yoga kursumuz başlamadan iki dirhem şifa alalım diye gelmiyorlar. Ciddi hastalıkların pençesinden kurtulmak veya geçmişte tabii kaldıkları farklı durumlar sırasında aldıkları toksinlerden arınmak için geliyorlar.

Doktorlar bilgili ve ciddiler. Sadece Ayurveda tıbbı konusunda değil, Batı ve Çin tıbbını da çalışmış, bilen kimseler. Onların benim sağlığımı ciddiye almaları benim içimde de saygı ve ciddiyet uyandırdı. Ne zamandır beni rahatsız eden dizimi iyileştirmek istediğimi söyledim. Dizim 1996 yılında, tutkulu bir yaz aşkının terkisinde, Bodrum’da kiralanmış bir Vespa’nın arka koltuğundan uçarak sol kalçamın üzerine indiğimden beri sızlar. Padmâsana’da sol diz havada kalan dizdir. Ağır yük kaldırdığım günlük hayat, yogayla dengelendikçe ben dizimi idare ediyordum ama bu yaz benden iki kat ağır bir mermer kurnayı bahçenin bir ucundan diğer ucuna taşımaya kalkışınca dizim iflas etti ve o günden beri ne zaman büksem kilitleniyor ve düzleşmesi için epey uğraşmam gerekiyor.

Bu denli yapısal bir sorunun kandaki toksinleri temizlemek, enerji kanallarındaki tıkanıklarını açmak, vücudun element dengesini düzenlemek üzerine kurulu Ayurveda tıbbı tarafından, hem de bu kadar kısa sürede tedavi edileceğinden emin değildim ama doktorlara bıraktım kendimi. Tedavimi belirlediler, ertesi sabah başlayacağını bildirip beni kendi halime bıraktılar.

Odamda tek başıma kalıyorum. Yemekler sefertasında günde üç defa odama geliyor. Balkonumdaki döşekte bağdaş kurarak yiyorum. Yemekler hafif, doyurucu sebze yemekleri, pilav, çorba ve çutneyden oluşuyor. Miktarı benim normalde yediğimden fazla. Ama ağırlık yapmıyor. Burada güneşe çıkmamız önerilmiyor. Tüm açık hava alanlarının tepesi örtülü. İnternete günde bir saat giriyoruz. Girmesek daha da iyi olacağı söyleniyor. Odalarda internet yok. İnternete girebilmek için sohbetlerin ve diğer etkinlilerin yapıldığı Mandapam’a gidiyoruz. Aslında anladım ki insanın internette işi günde bir saatte çok rahat bitiyor. E-mailliermi topladıktan sonra yanıtları odamda yazıp, ertesi günkü internet saatinde gönderiyorum. Mesajların tamamı aynı saatte telefona düşünce onlara da beş dakika içinde yanıt verebiliyorum. Bu sistemi eve gidince de sürdürmek istiyorum. Sabah yarım saat ve sonra akşam yarım saat internet. Acil bir işi olan bana telefon edebilir.

Tedavim ilk sabahımızda başladı. Burası dört odadan oluşan kısımlara ayrılmış. Ben 7. kısımdayım. Her kısmın bir doktor ekibi ve bir de terapist ekibi var. Terapistler genç kadın ve erkekler. Kadınlara kadınlar, erkeklere erkekler bakıyor. Bana Tayland’daki öğrencilerimi hatırlatan, güler yüzlü, saygılı ve kendi aralarında bol bol konuşup gülen insanlar. Benim terapistim Vidya ilk sabah beni alıp terapi odasına götürdü. Her kısmın iki tane terapi odası var. Odanızdan çıktıktan sonra iki adımda oraya varıyorsunuz. Terapi masası, ahşap, büyük, yüksek bir yatak. Buraya belinize bağladıkları bir patiska donu saymazsak çıplak yatıyorsunuz. Doktorların size uygun gördükleri terapiyi genç terapist kızlar uyguluyor. Bir saat kadar sürüyor. Masaj olabilir, lavman olabilir, tepeden tırnağa vücudun üzerinde su gezdirmek, içi şifalı ot dolu sıcak torbalarla vücudu dövmek olabilir… Herkesi dengesizliğine ve olası tıkanıklıklarına göre doktorlar tedaviyi belirliyor, terapistler uyguluyor. Doktorlar arada kontrole geliyor.

Terapiden sonra terapist kızlardan biri sizi terapi odasına bağlı bulunan hamama götürüyor ve oradan maşrapalar dolusu sıcak suyu başınızdan aşağı dökmek suretiyle bir güzel yıkıyor. Sonunda saç da yıkanıyor. Sabun yok. Sabun yerine yeşil gram adı verilen ve maş fasülyesinden yapılan bir karışım kullanılıyor. Terapistim Vidya beni yeşil gramla yıkadıktan sonra bir defa bile nemlendirici sürme ihtiyacı duymadım. Tenim yumuşacık oldu. Yüzüm de dahil. Saçları da şampuanla değil, Karruka adı verdikleri kara bir tıbbi su ile yıkıyorlar. İki haftadır saçlarıma şampuan değmedi ve saçlarım hiç bu kadar parlak ve sağlıklı görünmemişti.

Yıkanıp paklandıktan sonra tansiyon ölçülüyor, ıslak baştan nem kapmayalım diye bındıldak bölgesine bir pudra, iki kaşın arası ve boğaza da başka pudralar sürülüyor, terapist eşliğinde odanıza götürülüyorsunuz. Günün geri kalanında dinlenme öneriliyor. Veya doktorların konuşmalarına katılabilirsiniz. Her öğleden sonra doktorlar Ayurveda hakkındaki sorularımızı yanıtlamak üzere Mandapam’da bizi bekliyorlar. Bu sohbetlerde ben çok şey öğrendim.

Ayuverda vücudun iyileşmesinin, zihnin temizliğinden ve ruhun sükunetinden bağımsız olmadığını öne süren bir tıp sistemi. Gün doğumuna ve batımına denk gelen dua seanslarında, gözlerimi salonun ortasındaki ateşten ayırmadan oturdum ve yaşamı sürdüren agniye dua eden doktorlarımızın sesine kendimi bıraktım. Yıllar önce Tayland’ın kuzeyinde bir Budist manastırda kalmıştım. Orada da gün ilk ve son ışıkları toplu dua ile selamlanırdı. Aklıma tüm zamanların en sevdiğim filmi Contact (Jody Foster’ın uzaya gittiği)’tan bir cümle geldi. Dünya üzerinde yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu ulu bir gücün varlığına inanır. Gezegenimizi uzayda temsil edecek kişinin insanlığın bu ortak özelliğini yüreğinde taşıyor olması önemlidir.

Hocalarımız geldikten kısa bir süre sonra yoga derslerimiz başladı. Yoga ve terapi aynı anda gitmiyor. Terapinin bitip yoganın başlaması lazım. Bunu hem doktorlar hem de hocalar bize defalara söylediler. Yoga ile Ayurveda ortak ilkeler üzerine kurulu da olsa aynı anda çalıştığında birbirine ters düşen iki sistem. Tedavilerimizi de ona göre ayarlamıştı doktorlar. Yoga başlarken biz de artık iyileşiyorduk.

Dizim gözle görülür bir şekilde iyileşti. Bu kadar yapısal bir incinmenin enerji kanallarını düzene sokarak (hem de sadece on günde) iyileşmesi bana yine vücudun kendini onaracak güce sahip olduğunu hatırlattı. Yeter ki biz önündeki engelleri kaldıralım.

Bu arada bonus olarak da adet kanamam geldi. Dört aydır gelmiyordu. Çok sevindim. Kanama başlar başlamaz yogaya ara verdiğimiz gibi Ayurveda tedavileri de duruyor. Doktorlar, adet kendisi bir temizlik süreci. Biz müdahale etmeden kendisi aksın gitsin diyorlar, gözüme sürme bile çekmiyorlar!

İki haftadır kahve içmediğimi ve kahvenin yerine günde 2 litreye yakın sıcak su içtiğimi de buradan siz sevgili okurlara bildirmek isterim. Akşamlarım sessiz. Odamda kitap okuyorum. Mektup yazıyorum. Bir tane öykü bile çıkarttım. Tayland yıllarımın huzurlu akşamlarını hatırlıyorum. Yanık hindistancevizi kokusu da eklenince, on beş yıl önceki Nong Khai yaşamım burnumda tütmeye başladı.Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Haberlerim şimdilik bu kadar… Aklınızda Ayurveda tıbbı ile tedavi görmek varsa, hiç üşenmeyin atlayın gelin. Basit ilkeler üzerine kurulu bu tıp sistemi 3000 yıldır insanları iyileştirmeyi sürüyor. Daha doğrusu vücudun kendini iyileştirme kabiliyetini ortaya çıkarmak için yoldaki kayaları, taşları temizliyor, gerisini organizmanın mühendislik harikası tasarımı getiriyor.

Hepinize sevgiler, selamlar…

Mektubuma bir kaç tane de fotoğraf ekliyorum. Umarım beğenirsiniz.

Defne.

Vaidyagrama 1
Vaidyagrama
Vaidyagrama 2
Sabah kahvaltısı
Vaidyagrama 8
Şenbagam’ı kutsarken
IMG_1114
Odamın bulunduğu avlu
IMG_1117
Avlumuzun girişi
fullsizeoutput_41c1
Japonya’nın Shadow Yoga hocası Akiko ile sabah çayı
IMG_1202
Elimi sıcak sudan soğuk suya sokmayan terapist kızlarım
fullsizeoutput_4180
Doktorum ve cin kızıyla
IMG_1212
Sütlerimizin kaynağı
IMG_1214
Gheeler hazırlanıyor.
IMG_1215
Ghee yapan teyzenin torunları
IMG_1222
Doktorumla sandalağacı dikiyoruz
IMG_1230
Vidya ile birbirimize pek bağlandık.
fullsizeoutput_41eb.jpeg

Tayland’daki evim de böyle bir manzaraya bakardı. Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!

Shadow Yoga Türkiye 💕

Çocukluğun Haritası

Çocukluğun haritası dünyanın haritasını belirleyebilir mi? Sadece iç dünyanın değil, ülkelerin, tarihin, siyasetin gidişatını bile çocukluk belirliyor olabilir mi?

Ve sevgi yasaları…Kimin sevilebileceği…? Kimin ne miktarda sevilebileceği?

Dünya yüzeyindeki her bir insanın sevgiye, yemeğe, güvene doyduğu bir çocukluktan yetişkinliğe geçtiğini düşünün…

Imagine All the People durum evet.

Dış dünyadan içeriye geçelim şimdilik en iyisi.

Buyrun…

***

İç dünyamız, korku ve değer yargılarımız, zevklerimiz, eş ve iş seçimlerimiz çocukluğumuzda şekillenen kalıpların doğrudan veya dolaylı sonucu. Bunu klasik, modern, postmodern bütün psikoloji ekolleri doğruluyor.

Çocuklukta algılama beynin duygusal bölümününde gerçekleşiyor. Biz yetişkinlerin hayatlarımızı ikame ettirirken kullandığımız mantık, tümden gelim, tümevarım, genelleme gibi akıl yürütme biçimleri hayatlarımızın ilk altı-yedi yılında işe yaramıyor. Çocukların etraflarında olup biteni algılama için kullandıkları şey duygusal mantıkları.

Duygusal mantık şöyle çalışıyor:

A davranışında bulunursam annem/babam/öğretmenin/ablam-abim beni daha ÇOK sever.

B davranışında bulunursam annem/babam/öğretmenin/ablam-abim daha AZ sever.

Sevilme ihtiyacı özellikle çocuklukta çok önemli bir yerde duruyor. Yemek, barınak, güvenlik kadar sağlıklı büyümek için sevgiye ihtiyamız var. Ve bu ihtiyaç o kadar büyük, giderilmezse yarattığı acı öyle keskin ki çocuk sevgiyi alabilmek için A’dan Z’ye bütün davranışları denemeye hazır.

Yeter ki bir tanesi çalışsın.

***

Küçük Şeylerin Tanrısı çocukluğun duygusal mantık haritasını mükemmel bir şekilde çiziyor. Çift yumurta ikizleri Rachel ile Estha yedi yaşındalar. Zaman 1960’lar. Bir sonraki bölüm çeyrek yüzyıl sonraya atlıyor.  İkizler 31 yaşında ilk kez yeniden bir araya geliyorlar. Hikaye iki dönem arasında gidip geliyor. Yetişkin Rahel ile Estha’nın iç dünyalarının haritasını ilelebet belirleyen olaylar yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor.

Anneannelerinin evinde sevgiye aç kurtlar gibi büyüyen çocuklar bunlar. Anneleri Ammu yüz karası kız evlat damgasını yemiş bir kere. Bu damganın ağırlığı altında ezildiği kendi ana-baba evinden başka yaşayacak bir yeri de yok. On sekizinde iken kocaya kaçmış. Üstelik ailesinin onun için seçtiği birine değil, kendi seçtiği bir adama. Üstelik aynı dinden bile değilmiş kocası. Üstelik alkolik olduğu ortaya çıkmış. Üstelik bir değil iki çocukları olmuş. Üstelik işsiz kalmış koca. Ve karısını patronuna pazarlamak istemiş işsiz kalınca. Patron da onay vermiş alkolik işçisinin bu teklifine. Bir itiraz eden genç Ammu imiş bu anlaşmaya. Kafasına yediği vazo darbesinin sersemliği geçer geçmez ikizlerini almış kolunun altına, gerisin geri baba evine…İstenmediği, sevilmediği, ayıplandığı o yerde hayatın onun için bittiğini bilmiş.

Kendi annesinin, babasının, halasının ve hatta ağabeyinin sevgisizliği Ammu’ya çok da dokunmazken –ne de olsa o bir yetişkin- ikizleri evdeki bütün yetişkinlerden sevgi dilenir olmuşlar. Yüz karası kız evladın neredeyse gayrı-meşru çocukları olarak aradıkları sevginin kırıntıları ile yetinmek zorundaymışlar.

Ve hep akıllarında aynı soru, gözlerinde hep aynı korku:

Ya Ammu bizi daha az severse?

***

Duygusal mantık ile hayatını sürdüren çocuk, analitik mantık ile hayatını sürdüren yetişkin annesi karşı karşıya geldiğinde olan şey herşeyden önce iletişim kopukluğu. Annesi kendine kızdığı zaman çocuk otomatik olarak daha az sevildiğini düşünüyor. Ve ayaklarının altından toprak çekiliyormuş gibi hissediyor kendini. İşte bu yüzden uzmanlar çocuğunuzu eğitirken “sen beni çok kızdırdın’’ gibi bir söz söylemektense,  ‘’Ben bu davranışına kızdım’’ı tercih edin diyorlar.

Anne-babalar çocukları ile uğraşmaktan, işten güçten yorgun ve çoğunlukla tahammülsüz oluyorlar. Ve çocukları vızıldanır, ağlar, ilgi çekmek için numaralar yaparken bunalıp, sıkılıp kestirme yola sapıyorlar. Ammu da ikizlerini eğitmek için aynı kestirme yola giriyor:

“İnsanların kalbini kırarsan ne olur biliyor musun Rahel?” diye soruyor inatçı kızına. ”kalbini kırdığın insanlar seni daha AZ severler. Bu davranışınla sen benim kalbimi kırdın şimdi”.

Annenin öfkesi geçiveriyor. Gerekli ders, ceza verildi. Dikkat çocuklardan başka yere yönelebilir. Yetişkinlerin kafasında çocuklarının haricinde binbir tane mesele yok mu zaten? Oysa Rahel için bir ölüm kalım meselesi bu duydukları. Özür diliyor. Başka cezalar teklif ediyor annesine. Akşam yemeğimi yemesem? (ama sen beni yine aynı sevsen?) Annesi bağlantıyı anlamıyor, zaten artık ilgilenmiyor da. Rahel bütün gece düşünüyor. Annesi artık onu daha az seviyor, kötü bir laf etti çünkü.

Kendisine dair ilk şüphesi kafasında şekillenmeye başlıyor. Ben sevilmeye değer bir çocuk değilim. Bundan sonra etrafındaki insanların davranışlarını gözlemleyecek ve bu şüphesini doğrulayan bütün kayıtları sünger gibi hafızasına çekecek. Duygusal beynin hakimiyeti analitik beyne devrettiği on bir-on iki yaşlarında da şüpheler haritasını benliğinde mühürleyip yetişkinliğe büyüyecek.

Ben sevilmeye değer bir insan değilim derinlerde bir yerlerde kaynayıp duracak.

***

Kendimize Dair Şüpheler hayatımızın ilk altı-yedi yılında oluşuyor ve onları farkedip, onlardan bağımsızlaşmak üzere bir adım atmadığımız takdirde bir ömür boyu bizimle kalıyorlar. Üstelik bizler mezara giderken bile onlar kalıyor, bu sefer kendi çocuklarımızın hayatında can bulmaya başlıyor.

Kendi çocukluğumuzda duyduğumuz sözler, cezalar, tehtitler bugünki iç dünyamızın haritasını çiziyor.

İç dünyamızın haritası Kendimize Dair Duyduğumuz Şüphe ülkeleri ile dolu.

Komşular ne der? Baban ne der? Mahalleli ne der? Temizlikçi hanım ne der?

En temel şüphe:

Ben olduğum halimle iyi değilim. Değişmeliyim. Sevilmek için başka bir insana dönüşmeliyim.

Bu şüphenin tohumları nerede atılıyor?

Anne diyor: Bak filanca çocuğa, nasıl uslu, nasıl da söz dinliyor, sen niye onun gibi olamıyorsun?

Çocuk anlıyor: Ben kendim değil de filanca olsaydım annem beni daha çok severdi. O halde ben kendim olarak daha az sevilesi bir insanım.

***

Küçük Şeylerin Tanrısı  Sophie Mol’un Hindistan ziyareti ile başlıyor. (Ama hikayenin başı kitabın ortasına denk geliyor. Kitap Sophie Mol’un cenazesi ile başlıyor ki cenaze aslında hikayenin sonuna doğru geliyor. Kitabın kurgusu başlı başına bir şaheser zaten ) Sophie Mol, Rahel ile  Estha’nın dayıları Chako’nun ingiliz (eski) karısından olan kızı. Sophie Mol ve İngiliz Annesi’nin bu ilk Hindistan ziyaretleri Rahel ile Estha’nın (ve Sophie Mol’un) dede evinde büyük bir tantanaya neden oluyor. Ev halkı Sophie Mol hakkımızda ne düşünecek telaşı ile evi, bahçeyi, giysilerini, aksanlarını, telaffuzlarını ve tabii ki çocukları (Siz Hindistan’ temsil edeceksiniz kuzeninize karşı!) düzenleme harekatına başlıyorlar.

Bu tantana içinde Rahel ile Estha’nın kafalarında tek bir düşünce ve tek bir korku var:

Sophie Mol bizden daha fazla sevilesi bir çocuk. Orası kesin.  (çünkü İngiliz, beyaz, temiz).  Peki acaba annemiz Sophie Mol’u bizi sevdiğinden daha çok sevecek olabilir mi?

***

Bütün kitap sadece çocukların değil, hepimizin iç dünyasındaki sevgi yasalarını sorguluyor.

Kim(ler) sevilebilir?

Ve o kişi ne miktarda sevilebilir?

Bu yasayı kim belirler?

Ve yasaya uymayanlara ne olur?

***

Hindistan gibi, Türkiye gibi geleneği, inancı, düzeni, kültürü boş vaadler karşılığında elinden alınmış insanların ülkesinde, sevgiye aç geçen çocuklukların iç dünyası yıkık dökük yetişkinliğinde, bir insanın diğerini o, bu, şu ya da oncu, buncu, şuncu ya da onun -, bunun, şunu bir şeysi değil de kendi gibi kanlı canlı bir insan olarak algılayabilmesi o kadar zor ki…

Sadece insan olarak algılamak diğerini. Sevmek, kabul etmek, bağrına basmak değil…Yaşama hakkına sahip bir diğer canlı olarak görebilmek…

Öyle zor ki.

Özellikle de insanı insandan koparan korkusu ve sevgi açlığı, dünya düzenini böyle iyi beslerken…(Ama bu da başka bir yazının konusu olsun değil mi ya?)

Dünyanın hali bu iken neden kendimizi özgürleştirmekle işe başlamalı olduğumuzu biraz anlatabildim mi?

Dünyayı güzellik kurtaracak,

Bir insanı sevmekle başlayacak herşey…

Tanıyor musunuz o insanı?

Peki seviyor musunuz onu?

Ne kadar?

Küçük Şeylerin Tanrısı

Oh! Yoga hakkında söyleyeceklerimi döktüm. Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz.

Foto: Aisha Harley

Aramıza yeni katılanlara hatırlatalım:

Bir kitaptan bahsediyorduk. Ne olmuş yani, diyorduk. Ne olmuş biz kendimizi zincirlerimizden kurtardı isek?  Dünyada haksızlık, işkence, ızdırap bitecek mi? Beni bir kara bulut sarmıştı ki o kitabı hatırladım.

Hani nasıl zannederdik sanki dünya bizim etrafımızda dönüyor. Sanırdık ki biz sorumluyuz olan bitenden. Büyüklerin karışık kafalarının, o çok dolu hayatlarının kurbanı idik aslında.  Ağır çekim zamanlarda yaşanan o korku dolu, duygu dolu, şüphe dolu büyülü dönem:  Çocukluk.

İşte o kitap küçük şeylerden sorumlu bir tanrının umursamazlığında varlıkları örselenen çocukların hikayesi…

Ya da tarihin kendisinin.

Küçük Şeylerin Tanrısı. (evet doğru bilen dikkatli okuyucularımızı buradan kutluyorum. YYA: Kitabın kindle versiyonu kazandınız. )

Arundhati Roy’un yegane romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’nda hayata dair herşey var. Ve romanın malzemelerinin bir araya gelişinde benim sorduğum soruların kendisi de, onların cevabı da var. Büyük acıların sahne aldığı bir dünyada şahısların özgürlüğü ne kadar önemli? Hayatları ne kadar değerli? Peki ya aşkları?

***

Toplum veya sistem  (History diye tanımlıyor o gücü Roy) ne pahasına olursa olsun düzeni sürdürmeye programlı. Sistem (Tarih) makina değil elbet.  İnsanlar var onu yürüten. Düzenin pastasından iyi bir pay alan insanlar. Ve başkaları…  Kişisel eksikliklerini ancak başkalarının ızdırapları ile yamayabilen. Küçük Şeylerin Tanrısı’nda bu güçlerin hepsine denk gelen karakterler var. Onların iç dünyalarının aynasında sistemin tıkır tıkır işleme mekanizmasını hayret ve nefret ile seyrediyoruz.

Tarih’i.

***

Bence Arundhati Roy bir dahi. Çünkü hayata, dünyaya, bugüne dair söylenecek her şeyi bir kitapta söylemiş. Bitirmiş. Başka bir kitap yazmamasına şaşmamalı.

Bir kere ustaca bir araya getirilmiş bir hikaye. Merak ediyoruz, korkuyoruz, sonunu tahmin ediyoruz ama öyle bitmemesini diliyoruz. Tam o sırada hikaye öyle bir viraj alıyor ki sonunun korkusunu unutuyor, aşı kuyruğunda dikkati palyaçoya çekilen çocuklar gibi dalıp gidiyoruz.

On üç günü hikayesi, oluyor on üç yılın, oluyor on üç yüzyılın hikayesi. Her birimiz iç dünyamızın  Tarih’le bağını ilmek ilmek görüyoruz. Tarih’in gücü, ızdırabın ve haksızlığın kaçınılmazlığı, sonun korkusu yeniden beliriyor.  (Buna Terror diyor Roy ve cümle içinde bile olsa hep büyük harfle başlıyor)

Sanki bir filmmiş gibi mekanları seyrediyoruz kitabı okurken. Hindistan’ın güneyinde bir nehir, kıyısında bir köy, köyün ötesinde bir ev,  manikürlü şık bir bahçe, biraz ileride bir turşu ve pekmez fabrikası.  Fabrikanın içinde bir kazanda  ağır ağır kaynayıp koyulaşan muz pekmezi, az sevilmekten başka korkusu olmayan bir çocuğun ağır ağır koyulaşan düşünceleri… Tarih’in tıkır tıkır işleyen düzeni tarafından öğütülen  bir isyankar kafatası, Tarih’in işleyişine birebir tanıklık eden çocukların bir daha bir araya gelemeyecek şekilde parçalanan hayatları.

Yok, anlatmak ile oluyor. Okumanız gerek. Ama okurken dişinizi sıkmanız gerek. Çünkü hikaye lineer bir düzlemde anlatılmıyor. Kitap hikayenin sonunda başlıyor mesela ve ortasında bitiyor. Başlangıcı ortasında bir yerlerde. Roy, okuyucudan yüzde yüzde bir dikkat bekliyor. Müzik dinleyerek, örgü örerek, beyin sulandıran güneş altında yatarken, aklınız başka bir yerlerde iken okuyacağınız bir kitap değil bu. Okursunuz da… ziyan olur.

Türkçe çevirisi maalesef berbat idi. O kadar kötü idi ki ben ilk okuduğumda beğenmemiştim kitabı. Yarıda bırakmıştım. O yüzden mümkünse ingilizce orjinalinden okuyun.

***

God of the Small Things’i kindle’a indirip bir haftada yeniden okudum. Dördüncü defa. Yarıda bıraktığım o ilk seferden bir kaç yıl sonra yeniden karşıma çıkmıştı.  Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde bir hamakta yatıp  günü geceye karıştırdığım bir cennet mekan ve zamanda.

Yemek yemek için hamaktan kalktığım kısa zaman dilimlerinin birinde kaldığım cennet mekanın kütüphanesinde bulmuştum onu. Bu sefer ingilizcesi. Orjinali. God of The Small Things. Beraber hamağa gitmiş,  güneş batıp da zebra desenli sivrisinekler uyanana kadar bir daha kalkmamıştık. O cennet adaya henüz elektrik gelmemişti. Gece vakti kafa fenerimin pili bitene okumuş, yarılamıştım.

İNANAMIYORDUM! Kitap nefisti.

Ertesi gün bitti.

Adadan ayrılırken çantamdaydı. Okunup bitmiş olmasına rağmen!

Tüyden hafif gezme tutkuma bile galip gelmişti.

***

Yıllar sonra eğitimlerin bir tanesinde, bir arkadaşım okuyordu, onun omzu üzerinden bir kez daha okudum.  (Cennet adadan aldığım kopyayı bir arkadaşıma kaptırmış, onca hatırlatma ve ısrara rağmen geri alamamıştım.)

Bu da işte dördüncü sefer. Dün akşam bitiridiğimde ıssız bir adaya düşecek olsam yanımda olsun isteyeceğim şeylerden birinin Küçük Şeylerin Tanrısı olduğuna karar verdim.

***

Ve dünyada haksızlık, işkence, ızdırap almış başını giderken neden hala ruhsal özgürlükten bahsetmemiz, diğer insanların ruhsal özgürlüğü  için yazmamız, ders vermemiz, çalışmamız gerektiğini de anladım:

Çünkü sistem (Tarih)  ruhları kilit altında kurumuş, yaşama, varoluşa dair merakını çoktan yitirmiş ve ancak başkalarının ızdırabında tatmin olabilen eksik esir insanlar tarafından devam ettiriliyor. 1 Artı özgür ruh= 1 Eksi esir ruh.

Küçük Şeylerin Tanrısı çift yumurta ikizleri Rahel ile Esta’nın çocukluğunda başlıyor.

Herşey gibi.

O halde zamanın kazanda kaynayan bir pekmez gibi ağır ağır döndüğü çocukluğa dönelim biz de…

Bir sonraki yazıda…