Tom Robbins’in bir sözü vardır. Herhangi bir şeye tutkuyla bağlanıp onu benimser, tüm derinliği ile kendinize katarsanız o şeyin yansımaları hayatın her alanında karşınıza çıkar. Ben bunu yoga için söyleyebilirim. Yogayı hem somut tecrübe hem de soyut bilgi olarak öğrenip kavradıkça bu disiplinin unsurlarının ilgi duyduğum bütün diğer alanlarda da varolduğunu görüyorum.
Yoga felsefesi öncelikle insanlık haline ve ilişkilere dair sorular ürettiğinden yaratıcılık, psikoloji, edebiyat, ruh sağlığı ve yazarlığa kadar uzana geniş bir yelpazeyi içeren cevapları da verebiliyor.
Neredeyse on yıl önce bu bloğa yazmaya başladığımda aklımdaki fikir de yoga ile yaşam arasındaki organik bağı hikayelerle anlatmaktı. Bloğun onuncu yıl dönümünde eski öğrencim, şimdiki meslektaşım Çelen Arıman bu yoga-yaşam sentezini sohbetlere dökmemizi önerdi. Ben de kabul ettim. 13 Kasım ile 5 Mart arası beş defa, Pazar öğleden sonraları Çelen’in yeni stüdyosu Yol Yaşam’da (Gayrettepe, İstanbul) bir araya gelip, kendi yoga tecrübemizden yola çıkarak dönüşümün hayatta ve ilişkilerdeki izdüşümüne bakacağız. Konularımızdan bazıları Patanjali’nin yoga sutraları, Bhagavad Gita, Hatha Yoga Pradipika, Ha-Tha yani ay ve güneş yogası, çakralar, nadiler ve vayular olacak.
Ve işte nihayet üzüntü hakkında bir şeyler yazmak üzere karşınıza geçtim.
Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilince çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedendeki hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve keder bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten dolayı onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar, şiirler düzmüyoruz. Daha basit bir şey üzüntü, daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alanı da pek bir dar zaten, diyoruz. Sanki.
Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Üzüntü belirir belirmez onu geçirmeye, yok etmeye “iyi”leştirmeye öyle odaklıyız ki kendisiyle doğru dürüst tanışamıyoruz bile. Daha çok aşina olduğumuz duygularımız var. Mesela endişe ve öfke. Bunlar üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz body-guard duygular bence.
Bir örnek vereyim:
İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzelerim ve oldum olası hazmedemediğim (sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun, demişti bir kez Zhander Hoca) beyaz pilavdan oluşan akşam yemeğim sonrasında mide kramplarıyla iki büklüm kıvranıyorum. Ağzımdan nefesler alıyorum, karnımı gevşetiyorum, ovalıyorum, yok hiç bir şey işe yaramıyor. Kramplar canımı alıyor. Öyle fenayım. Tek istediğim sırt üstü yatıp karnıma Digest Zen (sindirimi sağlayan mucizevi bir yağ karışımı) masajı yapmak. Ama gelin görün ki dışarıdayız. Sebzeleri, pilavı bir lokantada yemişiz, eve dönmek gerek.
Çoğunuz biliyorsunuzdur bizim Bey’in bacakları tutmuyor. MS hastalığı yüzünden tekerlekli sandalye ile hareket ediyor. O kramp arası onu arabaya, tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirdim. İnleye inleye eve sürdüm. Sonra yine tekerlekli sandalyeyi, arkasından bizim Bey’i arabadan çıkardım. Beraber bizim daireden içeri girdik. Kendimi hemen yatağa atacağım. Olmadı. Bey’in bir kaç başka şey için de bana ihtiyacı oldu. Tuvalete gitmesi, ayakkabılarını çıkarması filan gerekiyor ve normalde bütün bu işlerini benim yardımımla yapabiliyor. Her akşam yaptığım bu işler, o kramp anında birden gözümde müthiş büyüdü ve birden hiç beklemediğim bir üzüntü dalgasıyla sarsıldım. Gözlerim doldu. Onu orada bırakıp yatak odasına geçtim, yatağa uzandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Ben çocukluğumdan beri çok ağlarım. Severim de ağlamayı. Rahatlatır, hatta güçlendirir beni akıttığım göz yaşları. Sırt üstü yattığım yerde birazcık ağladım, sonra baktım yavaş yavaş tanıdık bir duygu beni sarmalamaya başlıyor. Kim o? Öfke tabii ki. “Niye buradayız Allah aşkına» diye soruyor tıslaya tıslaya «Dünyanın bu ücra köşesinde bize yardım edecek kimimiz kimsemiz yok? Ne işimiz var bizim burada?» İç ses değil kocakarı mübarek. Öyle söyleniyor!
O söylendikçe benim gözyaşlarım kuruyor ve hedef bulmuş öfkem (bizim Bey) oklarını bilemeye başlıyor. Tuvaletten kalkıp yanıma geldiği an başlayacağım fırlatmaya. Sırf o rahat ediyor diye dünyann bu uzak köşesinde, ailelerimizin desteğinden mahrum yaşıyoruz. (yanlış ama o anda takan kim?) Hep onun yüzünden. Tuvaletten gelmesini bile beklemeyeceğim. Şimdi hemen odadan banyoya bağırabilirim. Dilimi iyice sivriltmiş suçlamayı odadan banyoya yollamak üzereyken, içimden bir ses, ses de diyemeyeceğim, bir el beni durdurdu.
«Bir dakika durur musun?” dedi yumuşak el/ses. «Sen biraz önce ağlıyordun hani. »
«Evet, ne olmuş?»
«Ne hissediyordun ağlarken?»
«Ağlıyordum çünkü burada herşeyi ben tek başıma yapmak zorundayım! Oysa… »
«Yok, yok, neden ağlıyordun demedim. Ne hissediyordun, diye sordum. Sebepleri düşünmeden önce, hangi duygu ile kendini yatağa atmıştın?»
«Üzüntüyü yaşamana, öfkeye, endişeye kaçmadan, üzüntüyü iyileştirmeye çalışmadan orada durmaya. Bir denemek ister misin?»
Bu benim için çok zor bir şey. Üzüntüye izin vermek. Bradshaw’ın Aile Kurallarını bir kısmınız duymuşsunuzdur belki. İleride bu konuda daha çok yazmak istiyorum. Şimdi kısaca ne olduğunu anlatayım: Hepimizin bilinçaltına ve davranışlarına sızmış bir takım aile kurallarımız var. Bir uzman tarafından mercek altına alınmadığımız takdirde kolay kolay kendi başımıza keşfedebileceğimiz kurallar değil bunlar. Bilincimizin altına, üstüne ince ince yerleşmiş kurallar. Kuşaklar boyunca ailemiz bu kuralları, değerleri ve inançları içselleştirmiş, dünyayı o kuralları merceğinden algılamaya şartlanmış ve kuralları farketmeden sonraki kuşaklara geçirmiş.
Bradshaw’a göre en güçlü aile kuralları insan olmak ve hayatın anlamı ile ilgili olarak ailemizden öğrendiğimiz değer yargıları.
Anlamlı bir hayat yaşamak için…
Gerisini siz nasıl dolduruyorsanız o sizin en temel aile kuralınızı belirliyor.
Anlamlı bir hayat yaşamak için insanlığa faydan dokunmalı
Anlamlı bir hayat yaşamak için kendi mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın
Anlamlı bir hayat yaşamak için başkalarının mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için bir aile kurmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ülken için canını vermeye hazır olmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için çalışıp, ekmeğini kazanmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ailenin ne pahasına olursa olsun korumalısın.
Bu en temel aile kuralı. Hepiniz kendi inançlarınıza bakarak aile kuralınızı bulabilirsiniz. (Yogada karma kırmak denen şey de işte bu kuşaklardır sorgulanmadan aktarılan aile kuralını keşfedip kendini ve sonraki kuşakları o kuraldan özgürleştirmek anlamına geliyor. Bu konuya da bir sonraki yazıda değinelim.)
Hayatın anlamına dair taşıdığımız temel kuralının yanısıra, o temel kuraldan çıkarak dallanıp budaklanan başka bir dolu aile kuralı var. İşte bazıları:
Aileyi «dışarıya» karşı küçük düşürecek durumları «dışarıdan» gizleyeceğiz. (Ensest, aldatma, iflas, homoseksüellik konularını asla –kendi aralarında bile- konuşmayan ailelerin kuralı)
Ailenin onuru bireyin hayatından daha değerlidir. (Oğullarını kız kardeşlerini öldürmeye kandıran ailelerin kuralı)
Ve daha küçük kurallar:
Öfke sadece babanın hakkıdır. Çocukların ve annenin öfkelenmesi yasaktır.
Çocukların aile kararlarında söz hakkı yoktur.
Çocukların konuşma hakkı yoktur.
Ve bunların yansıra:
Ailemiz sınırları içinde Üzülmek Yasaktır.
Kulağa saçma gelen bu son kural çoğumuzun ailesinde geçerli aslında. Bizim ailede bu kural hala geçerlidir mesela. Bilerek isteyerek yeniden üretmiyoruz kuralı, kendi ana-babamızdan takdir ve sevgi görmek için uyduğumuz, daha sonra da içselleştirip en sonunda kendi çocuklarımıza aktardığımız bir inanç/davranış kalıbı bu. Bunca bolluk ve saadetin içine doğmuş bir çocuğun hayatından şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya ve üzülmeye hakkı yoktur. Allah’ın gücüne gider. (çocukken en çok başıma bu gelecek diye korkardım.) Çocuklar özellikle, ama genelde herkes, aile sofrasında neşeli, konuşkan, «cıvıl cıvıl» olmalı, üzüntülerinden bir hamlede sıyrılmayı bilmelidirler.
Bu tip bir ailede büyüdüyseniz büyük olasılıkla üzüntü denen duygu belirdiği anda bir diğer duyguyu tetikliyordur: Suçluluk duygusu. Suçluluk duygusu, adı üstünde bir suçluyu gerektirir. Kendimizi suçluyorsak buradan endişe doğar. Kendimizi suçlamıyorsak bir başka suçlu bulmamız icab eder. İlk hedefi bulduğumuz anda suçluluk duygusu kendini öfkeye bırakır. (Benim sırt üstü yatarkenki halim. )
Öfke ya da endişe, üzüntüyü kışkışlasın diye salıverdiğimiz nispeten kolay, anlaşılır, aşina olduğumuz duygulardır. Aile içinde yasaklanmamışsa kolaylıkla sizi yanlış yere yönlendirebilirler. Tuvalette oturan bizim Bey’in halini düşünün. Karın kramplarından mustarip karısı önce hıçkırıklara boğulup mekanı terk ediyor, iki dakika sonra yan odadan saldırıya başlıyor. Ortada fol yok yumurta yokken –bir de yanlış yere- suçlanıyor adam. Niye? Çünkü karısı üzüntüyü tanımadığı gibi orada duramıyor. Kaçması gerek üzüntüden. Çünkü onun kafasında üzülmek yasaktır.
Öfkemi ona yönlendirip (senin yüzünden ben böyle kötü hissediyorum kendimi) saldırınca ben üzüntüyü yaşamaktan kaytarmış olacağım o kesin. Ama bizim ilişkimize ne olacak? Çiftlerin başına çok gelen bir durum bu. Bizim aramızda bir çatlak oluşacak. Onarmazsak ve başka saldırılarla derinleştirirsek günü geldiğinde ilişkimizi çat diye ikiye ayıracak bir çatlağa sebebiyet verecek benim hedefini şaşırmış öfkem.
Ama yok, işte öyle olmadı bu sefer. Ki karma kırmak (bir sonraki yazımızın konusu) böyle bir şey. O ses/el konuşunca (yogayla uyanan bir kaynaktan uzanıyor o el) ben bir durdum. Durdum çünkü biliyorum. Devam ettiğim Transpersonel Psikoloji eğitiminde Bradshaw’un Aile Kuralları konusunu yeni işledik ve her birimiz kendi aile kuralımızı keşfettiğimiz egzersizler yaptık. Benimki «Βu ailede üzülmek yasaktır. Takdir ve sevgi istiyorsanız aile meclislerimize üzüntülerinizden arınarak geliniz. » çıktı.
Bu bilgiyi daha yeni öğrenmiş olduğum için durdum. Kendimi öfkeden çekip üzüntünün merkezine geri taşıdım. Ve orada ne oldu biliyor musunuz? Arka planda çalışan ama çok alıştığınız için artık sizi ne kadar rahatsız ettiğini unuttuğunuz bir makina birden susunca bir sessizlik, bir huzur yayılır, oh be dersiniz ya…Hah, işte aynı öyle oldu. Öfkeden güç alan ses susunca, üzüntünün ortasında yatan ben kendime acımadan, bir bilimkadını sesiyle durumu banyodaki Bey’e rapor ettim:
«Çok üzgünüm.»
***
Bu konu burada kalmaz, haklısınız. Karma kırmak, aile kuralları, üzüntüye izin vermek…Hepsi devam edecek. Yogadan sonraki ilk yazda bunların hepsine yer var. Yarın yine gelirim. Hoşçakalınız.
Bakın bu sabah Middlesex’den önce sizin kapağınızı açtım. Saat sabah 8:02. Yer Albina Press (her daim bir klasik). Middlesex sonuna yaklaştığı için iyice ağırlaştım. Bitince içine düşeceğim bunalımın ölçülerini tahmin ediyorum. Bir sevgiliden ayrılmışım gibi olacak. Taş gibi bir boşluk içime yerleşecek. İçimdeki ses (Elif’im) başka romanlar girecek hayatına, üzme kendini bu da geçer diye beni teselli etmeye çalıştıkça moralim iyice bozulacak. (Son aşkımın tazeliğini sonsuza dek koruyamayacağımı kendim de bildiğimden.) O yüzden son yüzde yirmide işi ağırdan alıyorum, her fırsatta kendisi ile buluşmak için fırsat yaratmıyorum. Önce bir epostalara bakayım, sonra okurum diyorum.
Ama tek sebep romanımla arama koymak istediğim tatlı mesafe değil. Sizlerin yazılarıma göstermiş olduğunuz ilginin parmaklarımın kindle’dan önce klavyeye uzanmasında epey bir etkisi var sevgili okur. Şu taşlama, bok atma sanatının ilişkilerimizi zehirlemesi ve bizleri müthiş yorması konusu mesela, meğerse herkesin ortak derdi imiş. Yakınında bulunmayı pek sevdiğim bilge kadınlar arkadaşlarımdan biri olan Petek Hoca çok yerinde bir yorum yapmış ve demiş ki:
“Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilmiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için herhalde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış İstanbul’da. Acaba İstanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.”
Özellikle de altını çizdiğim o cümleyi pek yerinde buldum. Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor? Bir nevi aşağılık kompleksi mi bu? Birisi hakkında iyi bir şeyler söylemek ancak o kişi öldükten sonra mı mümkün oluyor? (Ben gizli gizli cenazesini hayal ederek kanına tatlı bir zevk zerk edenlerdenim.) Neyse, bu işte bizlerin ortak yarası imiş. Belki Okan Bayülgen’den sonra iyice yaygınlaşmış, meşrulaşmıştır bu dalga geçmek üzerinden kurulan bağlar. Annemler de birbirleri ile dalga geçiyorlar ama iletişimin çok ufacık bir bölümünü oluşturuyor bu taşlamalar. Ve bence bizden en önemli farkları altta kalmamalıyım endişesi yok, gülüp geçiyorlar. Bizim kuşağın (1960-1990 arası doğanları bizi kuşak yaptım. Bir eksik iki fazla.) varlıklı, eğitimli, yüksek hayat kalitesinde büyümüş çocuklarının bir acısı bu galiba.
Şimdi bizim kuşağı böyle yıllara sığdırınca aklıma, 90’lar ucundan bizim kuşağa dahil edebileceğim bir öğrencimin sevgilisi ile yaptığı Skype görüşmesi geldi. Genç öğrencimle ben Avrupa’nın bir şehrinde aynı odada kalıyoruz. Ben bir köşede yazı yazarken, o da sevgilisi ile Skype’da konuşuyor. Sanırsınız ki meydan muharebesi yapıyorlar. Odanın yatak tarafıdan “geri zekâlı, ay hadi bıktım senden, aptal, salak, of yeter be, çok salaksın oğlum/kızım”lar gırla gidiyor. Konuşma bittiğinde, (of tamam hadi bıktım senden kapatıyorum\ salak!) kızımızın sinirleri gergin tabii. Aranız mı kötü, kavga mı ettiniz filan diyorum. Yoo biz hep böyleyiz, diyor. Diyorum, “Bu oğlan senin sevgilin değil mi, birbirinizi sevmek için beraber olmayı seçmediniz mi? Her zamanki haliniz sevgiye dair tek bir söz bile içermiyorsa, bu nasıl sevgililik kurumu?” Ağzımdan çıkan sözler aynen nenemin sözleri (demek ben de bir sevgilimle böyle konuşmuşum bir zamanlar ki nenem bana bu lafları etmiş.) farkındayım, ancak şimdi anlamı yüreğime yerleşmiş. Neneciğim, nur içinde yat, e mi?
***
Bizi içe dönüşe yönlendiren disiplinler (yazı da dahil) sadece içeriyi keşfetmeyi değil, aynı zamanda kaleyi içerinden güçlendirmeyi de amaçlıyor. İçerisi güçlü olduktan sonra kim korkar altta kalmaktan değil mi? Öyle olmuyor işte. Alışkanlığın canı çıksın. Ben hala İstanbul’da eş dost arasında kendimi gardımı almış, şatafatlı bir hamle ile üste çıkmayı planlarken buluyorum ara sıra. Bu ne demek? Kalenin tadilatı henüz bitmemiş mi demek? Büyük olasılıkla. Bitmez, bitemez öyle kolay kolay zaten. Bitti dediğimiz gün biz bitmişiz demek zaten.
Kalenin tadilatı devam ediyor. Kalemiz bir ömür tadilatta kalacak. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Biz tadilat esnasında dahi kalenin içinde rahat edeceğimiz bir ortam yaratıyoruz, sizi de bekleriz bu arada. İçeride size taş atılmayacaktır, gardınızı girişte bırakabilirsiniz.
Bu gard ne demek aslında?
Gardımızı aldığımız her sefer ne düşünüyoruz? Çoğul konuşmamayım şimdi, doğruya doğru, sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben benim istikametime doğru yapılan bir şakaya karşı gardımı alırken şöyle düşünüyorum:
Bu insan(lar) beni sevmiyor. Bu insan (lar) benim arkadaşlarım değiller.
Bu arada bu insanlar benim arkadaşlarım ve beni sevdiklerini biliyorum. Ama işte gardı ve karşı atağı gerektiren (gerektirdiğine inandığım) durumlarda birden perspektifimi çarpıtan bir gözlük takmış gibi oluyorum. O gözlüğün ardından baktığımda gördüğüm şey:
Bu insanlar beni sevmiyor.
Bu bahsettiğim Transpersonal Psikoloji’de kullanılan bir teknik. Karşınıza bir grup yeni tanıştığınız insan koyuyorlar ve hayali bir gözlüğü yüzünüze yerleştirmenizi istiyorlar. İlk gözlükten bakınca karşınızdaki yüzlerin hepsi dost canlısı görünüyor. Arka fonda bir ses, size ne gördüğünüzü söylüyor. Bu insanlar benim dostum, bu insanlar benim iyiliğimi istiyor, beni beğeniyor, beni seviyor vs. Sonra gözlüğü değiştir diyorlar. Yeni bir gözlük takıyoruz. Bu defa arka fondaki ses diyor ki, bu insanlar beni sevmiyor, beni beğenmiyor, beni küçük görüyorlar vs.
Amaç hangi sesin iç sesimize daha fazla benzediği. İnsanların bizi sevdiğine mi inanıyoruz, yoksa bizi baştan beğenmedikleri varsayımı ile ilişkiye başlıyoruz?
Bu durum sadece yeni tanıştığımız veya tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiye özgü değil. İç kalemiz belli bir sağlamlığa erişmediği takdirde ayaklarımız hep kaygan bir zeminde duruyor. Bizi sevdiğine inandığımız bir insanın ufak bir ihmali veya sivri sözü, bir sabah bizi asık suratla karşılaması veya bir ricamızı ret etmesi, bizi derhal “bu insan beni sevmiyor” merceğinin arkasına geçiriveriyor. Belki bir saniye sürüyor ama oluyor. Saniye ardına saniye ekleniyor, sonunda biz yoruluyoruz. Gard almaktan, taarruza geçme ihtiyacımızdan, kendi tepkilerimizden sıkılıyor, yoruluyor ama neden bazı ilişkilerin bizi mutlu etmediğini çıkaramıyor, çoğunlukla kendimizi suçluyoruz. (Sorun sende değil bende honey.)
Sonra da üzülüyoruz. Üzüntü esaslı bir konu. Bugün bundan bahsedecektim değil mi? Üzüntüye yer açmak. Bakın parmaklar kendiliğinden nerelere gittiler. Üzüntüye yer açmak yine yarına kaldı. Bu vesile ile şu soruya da cevap vereyim, çünkü çok sık soruluyor. Nasıl oluyor da tam şu aralar bulunduğunuz içsel evrim noktasına dair şeyler yazmayı başarıyorum? Bu benim değil, sizin başarınız aslında. Benim parmaklarla iletişime geçen sizsiniz. Parmaklar onlardan istenen şey ne ise o konuda yazıyorlar. Ben arada bir tünel oluyorum sadece.
Bir kez daha 1000. Kelimeye yaklaşırken ancak ben parmakları durduruyor ve kindle’a uzanıyorum. Bundan sonraki bir saati Calliope ile kahve içerek geçireceğim.
Müsadenizle…
Defne.
Yarın : (kısmetse) Üzüntüye yer açmak ve Yoga sonrası ilk yaz tatili felaketi…
Eğer yoga hocası iseniz karşınızda iki ayrı cins insan çıkıyordur. Dersinize “öğrenci” olarak katılanlar ve dersinize “müşteri” olarak katılanlar.
Asırlar boyunca yoga bilgisi hakeden öğrenciye ustası tarafından damla damla aktarılmış. Öğrenci sabır, sebat, aşk ve kayıtsız şartsız bir güvenle ustasına teslim etmiş kendini. Alemin sırlarını keşfetmek önce kendini keşfetmek geçermiş. İlk once bunu öğrenmiş. Kendini keşfediş nefsi terbiye etmekle başlarmış. Yoganın ilk yılları nefsin (zihin-ego) kalıplarını izlemek ve bu kalıpların hayatı tam kapasite yaşamayı engellediği noktalarda onları dönüştürmek üzerine kuruluymuş. Öğrenci ustasının sözüne harfiyen uymazsa kendi kalıplarının tuzağına düşeceğini bilirmiş.
Shadow Yoga işte bu geleneksel temeller üzerine kurulu bir yoga sistemi. “Shopper” diye tabir edilen yoga öğrencisi aslında öğrenci değil, müşteri. Baş öğretmenimiz Zhander Remeye ve onun yarattığı bu sisteme baş koymuş biz Shadow Yoga hocalarının mücadelesi yogayı tüketilecek bir mal olmaktan çıkarıp, ona orijinal statüsünü yeniden kazandırmak. Yoga, ruhun özgürlüğüne kavuşması için insanın izlediği tinsel yollardan bir tanesi. Bu kadar. Zhander Hoca’nın deyimiyle, “ Ruh’u ruh olmayan her şeyden arındırma çabası.”
Global kapitalist sistem her şeyi metalaştırdığı gibi yogayı da bir mal halinde paketleyip bize sunuyor. Yoga stüdyosu açmak şimdilerde “çok iyi bir yatırım” olarak görülüyor.
Foto: Özcan Yüksek
İnsanlar yoga hocalığı yapmak üzere büyük şirketlerdeki işlerini bırakıyorlar. Bazı yoga hocalarının bugün menejerleri var. Sınıflar ne kadar büyükse yoga hocası o kadar başarılıymış gibi algılanıyor. Kimse durup da bilginin sahiciliğine bakmıyor bile. Ünlü bir sanatçının konserine gidermiş gibi koşa koşa şehre her gelen yıldız yoga hocasının derslerine koşuyoruz. Ne kadar çok kursa, workshopa, ünlü hocanın dersine katılırsak o kadar iyi yoga öğrencisi/hocası olacağımızı zannediyoruz. Ne kadar çok tüketebilirsek o kadar iyi!
Yoga satın alabileceğimiz bir şeymiş gibi bize sunulunca biz de bilgisayar alırken yaptığımız gibi yoganın da en iyi ve en hesaplısını aramaya girişiyoruz. Beğenmezsek geri verme hakkımız olsun istiyoruz. Dersten çıkıp gitme, ya da kafamıza göre hareket etme özgürlüğümüz olduğunu sanıyoruz. Günümüz dünyasında müşteri olarak varolma biçimi hepimiz gayet iyi biliyoruz çünkü. Müşteri her zaman haklıdır.
Peki hem yetişkin hem de öğrenci olarak varolma biçimini biliyor muyuz? Korktuğumuz için değil, aktarılan bilgiye ve bilgiyi aktaran kanala saygı duyduğumuz için bir dersi pür dikkat dinlemeyi, zorunda olduğumuz için değil, bizi bizden özgürleştirdiği için severek bir derse gitmeyi biliyor muyuz? Yaradan’ın, kainatın, insanın aşkıyla tekkeye koşan dervişler gibi yaşadık mı hiç? Bildik mi böyle bir varoluş biçimini?
Yoga öğrencisi olmak böyle bir varoluşu gerektiriyor çünkü. Müşteri olarak yaşanacak bir şey değil. Ucunda bir belge, bir sertifika, bir rütbe, bir sınıf atlayış durumu var mı yok mu diye araştıran kafaların alacağı bir varoluş biçimi değil bu. Alışveriş yok, aşk var.
“Ben kimim?” sorusu en eski çağlardan beri dinlerin, inanç sistemlerinin ve felsefi akımların merkezinde durmuştur. Kainatın daimi dönüşümünü (tekamül) bilen insanoğlu asırlardır akışa ayak uyduran ama onunla sürüklenip yokolmayan bir özün (ruhun) varlığına inanmıştır. Yoga ilmi de bu özü keşfetmek için izlediğimiz yollardan biri. Ünlü Yoga ustası Godfrey Devereux, Yoga da dahil olmak üzere bütün ruhani çalışmaların bizi esas doğamızın hakikatine taşıyan yollar olduğunu söylüyor. Devereux’ye göre, esas doğamıza kavuşmak, ancak şartlanmaların ve hayallerin ürünü bir varsayımdan ibaret olan kimliğimizin ötesini görmemizle mümkün olabilir”
Sevgili ustam Zhander Remete de Yoga’yı benzer bir şekilde tanımlıyor:
“Yoga aydınlanmaya giden yolu keşfetmeyi amaçlayan tinsel bir sistemdir. Nihai amaç özü (ruhu) öz olmayan her şeyden ayrıştırmaktır. Bu süreç hakikatı perdeleyen veya onu çarpıtan sabit hareket, duygu, düşünce kalıplarının terkedilmesi ile gerçekleşir”.
***
Yoga, sadece anıları saklandıkları yerden çıkararak bizi çocukluğumuzla buluşturmuyor. Şartlanma kalıplarından sıyrılan insan özüne yaklaşırken önce çocukluğunda tanıdığı kendisiyle karşılaşıyor. “Esas sen hiç büyümemiş bir çocuktur aslında” diyor Don Miguel Ruiz. Sorumluluklar, roller ve şartlanmalardan üremiş kimliğimiz kolayca kazınıp gidecek bir katman aslında. Katmanların ardından gün yüzüne çıkan özümüzü biz aslında çok eskiden beri tanıyoruz. Belki bu nedenle Yogaya yeni başlayan öğrencilerin pek çoğu derslerden yuvaya dönüş hissi ile ayrıldıklarını dile getiriyorlar.
Geçenlerde bir yerde okudum. Zen Budistlerinin inancına göre gün gelip de varacağımız bir duraktan bakar dururmuşuz şimdiye. Kendi geleceğimizden bir ses konuşurmuş kulağımıza. Büyüklüğüme mektuplar yazardım çocukken. Mektuplar daha yeni yeni postadan çıkıyorlar. Ve ancak şimdi cevaplıyorum bana mektuplar yazan o çocuğu.
Ve bu arada, gelecekten bir diğer ben, serinkanlı ve espirili içime su serpiyor darda kaldığımda. Zamanın lineer tek bir çizgi değil de çok boyutlu bir döngü olduğuna inanmamak elde mi yoga yolundayken?
Dostum ve meslektaşım yoga hocası David Cornwell bir kaç cümle ile yogayı çok güzel anlatmış.
Diyor ki, “…Yoga kişinin gerçek doğasında bütünlük olduğunun farkına vardığı, çaba harcamadan bu farkındalığın içinde çözüldüğü bir durum. Yogi dünyayı korkusuzca kucaklar. Herkes bir olduğu için hiçbir şeyi kişisel almaz. Bütünlük kişinin yerine geçer. Geriye kalan, utanç, suçluluk ve pişmanlıktan arınmış bir hayattır. Zevk ve acı hâlâ an içinde varolabilir ama ızdırap yok olur”
Tatmin edici bir yoga seansının sonunda içime yayılan hissi düz yazıda anlatmak zor. Şair olsaymışım keşke…Hayranlık… Varoluşa ve evrenin yüceliğine karşı duyduğum. Merak… Bilinmeze karşı içimi yakan. Keşif arzusu. Mükemmel düzende işleyen koca bir kâinatın vazgeçilmez bir parçası olduğumu bilmenin tatmini. Ve huzurlu bir aidiyet hissi…
Bir yerlerden hatırlıyorum ben bu hisleri ama…?
Dalgaların yalayıp geri çekildikleri o yarı ıslak, yarı kuru sert kumlara oturmuşum kıyıda. Kafamdan geçenlerin, içinde sallandığım boşluk anını elimden alacakları yaşta değilim daha. Mavi renge bayılıyorum. Denizin, göklerin ve kova–küreğimin mavisi kalbimin hızlı hızlı çarpmasına neden oluyor. Annem yaklaşıp önce beni koca bir havluya sarıyor, sonra kollarını bana sarıyor, ağzıma bir kremalı bisküvi atıyor. Bisküvinin tatlısı dudaklarımdaki deniz tuzu ile karışıyor, ben annemin kucağına karışıyorum. Huzurlu bir aidiyet… Mükemmel düzende işleyen koca bir kainatın bir parçası olduğumu bilmenin tatmini.
Öyle bir bilme hali ki, akılla anlamaktan, zihinle kavramaktan bambaşka… Mutasavvıfların diliyle söyleyecek olursak, gönül gözünden görmek! Ne bir eksik, ne bir fazla, tastamam. BİR.
Ayaklarımın altında çağlayan ırmakla,
geçerken selamladığı ağacın,
ağaçla dallarının arasına hüzün fısıldayan ney sesinin,
müziği öte diyarlara taşıyan rüzgârla,
onun üfürüp de titrettiği suyun,
yaşamı sana sunan su ile senin,
sevdiğim sen ile benim
hep BİR olduğumuzu
görür gönlümün gözü!
Bir, bütün, tastamam… yani Yoga!
BİTTİ
Hepinize iyi yıllar!
2012 Hayatımızın En Mutlu Yılı Olsun!
Okuduğunuz, desteklediğiniz, mevcudiyeniz için sonsuz teşekkürler!
Kişinin kendisiyle kurduğu samimiyet onu ayrı yönlere götürebilir.
Kendi yaşamını kendi kuralları ve kararları ile kısıtladığını farkeden öğrenci bu durumu kabul eder ve kısıtlamalardan kendini kurtaramak için atılacak adımlara hazır olmadığı gerçeği ile hayatına devam eder. Zaten bu farkediş dönüşüm için ilk tohumu atmıştır, tohumun filizlenmesi için geçen zamanda kişinin karşısına değişim fırsatları çıkacaktır.
Daha radikal davranan öğrenciler de olur. Onların durumunda tohum aslında çoktan atılmıştır, filizlenecek ortam bulduğunda birden fırlar yüzeye. Aniden işinin, eşinin, yaşadığı şehrin kendilerini kısıtladıklarını farkedip, onları değiştime kararını alan öğrenciler bu grupta toplanırlar.
Hangi yöne gidilirse gidilsin, kısıtlamaların farkedilmesi ile parinama (dönüşüm) süreci başlamıştır.
Parinama, kısıtlı bir şekilde işlev gösteren bedensel ve zihinsel potansiyelin serbest kalması, tam kapasite çalışmaya başlaması sürecidir.
Yoga çalışması derinleştikçe bedensel ve zihinsel kapasitenin esnek sınırları belirginleşir, kalıpların yarattığı kısıtlamalardan sıyrılmak kolaylaşır. Bazı kalıpların hayatımızı nasıl kısıtladığını görmek kolaydır. Diğerleri ise ince ayrıntılara saklanmış olabilir. İyi bir Yoga ustası, öğrencisinin bedeni ile kurduğu ilişkiye bakarak ondaki fiziksel, psikolojik ve düşünsel şartlanmaları görebilir. Bu noktada ustaya düşen, hareket becerisini kısıtlayan –bedensel, zihinsel ve tepkisel– kalıpları işaret etmek ve onlara yargısız bir gözle, kınamadan, savaşmadan bakmayı önermektir. Öğrenci kendini kısıtlayan kalıplara dışarıdan bakmayı öğrendikten sonra çocukluğundan beri vermeye alıştığı o şartlı tepki geldiğinde hareketsiz kalmayı başarabilirse, şartlanma geriye doğru bir adım atarak zayıflar. Bu süreç Patanjali’nin yoga sutralarında pratiprasava olarak adlandırılır.
***
Sağlam bir zeminde rahatça oturan bedende belli bir süre boyunca sabit kalmayı araştıran meditasyon biçimleri pratiprasava’nın serpilebileceği bir alan yarattıklarından, ızdırap (kleşa) ve zihinsel dalgalanmaların (klişta vritti) azaltılıp, yok edilmesinde etkili rol oynayabilir. Patanjali, yoga çalışmasının kişisel zaafları ve şartlanmaları büyük ölçüde zayıflatabildiğini yazar.
Pratiprasava’nın alıştırması davranışsal alışkanlıkların gözlendiği yoga dersinde de yapılır. Bazı öğrenciler zorlandıkları durumlarda kendilerini daha da zorlarlar. Bazıları ise tam tersine, zorlanacaklarını anladıkları anda pes ederler. Bazıları kendilerini etraflarındaki öğrencilerle kıyaslayıp dururlar. Bazılarının gözleri etraflarındakini görmez, kendi bildiklerini okurlar. Bazıları bir bütünün parçası olduklarının bilinci ile matlarını salona yerleştirirler, bazıları diğer insanlar daire mi olmuş, sıraya mı girmişler bakmada, denk gelen yere çöküverirler.
Öğrencinin ders öncesi, esnası ve sonrasındaki davranışları hocaya öğrencisi hakkında pek çok bilgi verir. Yoga sırasında ortaya çıkan davranışların günlük hayattaki davranışların bir yansıması olduğunu tecrübeli hocalar iyi bilir.
Örneğin öğrenci zorlandığı bir pozda öfkelenip bir suçlu aramaya girişirse, bu onun zorlu durumlarda karşısına çıkan duygusal/davranışsal kalıbını gözler önüne serer. Gözler pozun gerektirdiği drişti noktasında kopup çevreye bakmaya başlar, nefes doğal ritmini yitirir, alt çene ve iki kaşın arası kasılır, sağlam ve rahat durması gereken beden titrek ve ajite bir görünüm alır.
Suçlu herhangi birisi olabilir: Hoca veya Yoga’ya gitmesi için ısrar eden sevgili veya aynı harekete zerafet içinde giren diğer öğrenci ya da kişinin kendisi. Öfkeyi üreten “zorlanıyorum, o halde bir suçlu olmalı” şartlanması, “zorlanıyorsun, ama bakalım alıştığın tepkiyi vermezsen o zorlanma nasıl bir hisse dönüşecek” sorusu ve sakin bir bekleyiş ile çözülmeye başlayabilir.
Bu soruyu başlangıç aşamasında soran kişi dışarıdaki hocadır (açarya). İleriki aşamalarda içerideki hoca (işvara pranidhana) doğru soruları sorarak çalışmayı sürdürür. Bu aşamaya gelindiğinde artık dışarıdaki hocaya ihtiyaç kalmamıştır.
***
Kendimizi dikkatle gözlemlediğimizde, Yoga matı üzerinde verdiğimiz bedensel, duygusal ve zihinsel tepkilerin günlük hayatta karşımıza çıkan insan ve durumlara verdiğimiz tepkilerle birebir eş olduğunu keşfedebiliriz. Özellikle de zorlandığımız durumlarda.
Yoga asana sonrasında hareketsiz oturmak ilk yıllarda benim için çok zordu. Ne yapacağımı bilmiyordum bir kere. “Nefesini izle” diyorlardı, nefes nasıl izlenir aklım almıyordu. Ve dizlerim acıyordu, kalçalarıma kramplar giriyor, uyuşmuş bacaklarım onları uzatmam için kimi zaman yalvarıyor kimi zaman küfrediyordu.
Ve kafamda tek bir plak çalıyordu durmadan, tekrar tekrar: “Yanlış yapıyorsun. Bir şeyleri yanlış yapıyorsun, doğrusunu yapmayı bilmiyorsun ve bunu hocaya belli etmemen gerek, çünkü o zaman seni beğenmez ve seni beğenmesi gerek, onları hayal kırıklığına uğratamazsın, sevdiklerinin seni takdir edeceği biçimde davranman gerek yoksa üzülürler, onları hayal kırıklığına uğratmaman gerek, çünkü üzülürlerse seni sevmezler. O yüzden yanlış da yapıyor olsan bunu belli etmemen gerek ve aslında yanlış yapmaman gerek ve yanlış yapıyorsun….” Ve hop sar baştan… Bir saat boyunca bir daha bir daha bir daha! Ama zaten o kadar tanıdıkdı ki bu plak yadırgamıyorum. Çocukluğumdan beri hayatımın fon müziği olarak dönüp durmuş… Matematik derslerinde, kalbim kırıldığında, arabayı park edemediğimde, kafamın dikine gidip annemin istemediği bir şey yaptığımda, bir dostum bana asık suratla baktığında, sevmediğim bir tabak yemeği redetmek zorunda kaldığımda, meditasyona oturduğumda, sıra içine sıkıştığım bir yoga pozuna geldiğinde, kısacası sıkıldığım ve zorlandığım her anda hep aynı plak, sar baştan!
Fakat ilk kez plağı serinkanlı bir kulakla dinliyorum. Ve ilginçtir dalga geçmeye başlıyorum. Yanlış yapıyorum ha?. Sahiden mi? Kime göre yanlış? Hop, plak atlıyor…Ne oldu? Yanlış yaparsam beni sevmezler öyle mi? Acaba? Hop bir daha atlıyor…Her gün değil tabii… Çoğunlukla atlamadan devam ediyor. Kalıpları kırmak kolay iş değil. Bir ömür sürmüş inşaası, bir haftada yok olacak değiller ya…Olsun! Artık tatlı tatlı dalgamı geçebiliyorum.
Kendimde çok da ciddiye alınacak bir taraf yokmuş.
Zen Budistlerine göre aydınlanmanın ölçütlerinden biri de kişinin kendisine espri ile yaklaşabilmesi ve hayatı bir oyun olarak görebilmesi…
Korkularımızla yaşama o kadar alışıyoruz ki, bedenin merkezinde fokurdayıp duran endişe kabarcıkları gün içinde sık sık bilinç yüzeyine çıktıkları halde canımızı yakmadan patlayıp gidiyorlar.
Belki bir sigara yakıyoruz o zaman…
Ya da uzaktan kumandaya el atıyoruz.
İnternete dalıyor da olabiliriz dalgın dalgın.
Ya da buzdolabının önünde buluyoruz kendimizi.
Böyle böyle hayatımızın büyük kısmı bilinç yüzeyine sızan endişe akışından kaçınmanın yollarını araştırarak geçiyor. Yoga sırasındaki kişisel gözlem, zihnin hangi durumda hangi maskeyi taktığı ve merkezin derinliklerindeki endişe ile yüzleşmemek için ne tip oyunlara başvurduğunu izleme fırsatını bize sunar.
Çağımızın yoga ustalarından Richard Freeman ünlü eseri Yoga Matrix’de “yogamız hayatımızın mikro düzlemde bir yansımasıdır” der. Yoga matı üzerinde hareket ederken kaçındığımız pozlar ile bağımlısı olduğumuz pozlar hayattaki kaçınma/bağlanma kalıplarımıza ayna tutar. İnsanlarla, yemekle, işimizle, para ve toplumla kurduğumuz ilişkiler ve hatta siyasi ve felsefi bakış açımız ile estetik zevklerimiz bile hep bu kaçınma/bağlanma kalıbının etkisinde şekillenir.
***
Yoga pozları ve nefes çalışması bedenin merkezinde saklı gizemleri bilincin beyaz perdesine yansıttığından, izlerken tüm varoluşumuzu şekillendiren bu ana kalıbı keşfedebiliriz. Bu yüzden iyi bir Yoga dersi bizi derhal ahamkara’nın yapısı ve zihnin derinliklerinin işleyiş prensipleri, korkularımız ve çocukluğumuzla yüzleşmeye götürür. Bu durum, ahamkara’nın kişi üzerindeki egemenliğini teslim etmesini gerektirdiğinden, ego merkezli hareket etmeye alışmış kişide Yogaya karşı bir direnç oluşturabilir. Yaygın kanının aksine her Yoga dersinin sonunda kendimiz huzurlu hissetmeyiz. Kimi seanslarda, su yüzüne çıkan bastırılmış duygular mide bulantısı, ağlama hissi, öfke patlaması, ateş basması, bunalma ya da Yoga ateşi gibi hallere yol açabilir. Çoğunlukla ilk tepki kaçıp gitme isteğidir. İlk bir kaç dersten sonra ortadan kaybolma sendromu Yoga hocaları tarafından gayet iyi bilinir.
Bu tipik tepki ahamkara’nın Yoga’ya ve ruh’a (atman–öz) duyduğu güvensizlikten kaynaklanır. Yoga felsefesine göre her insan, kişisel geçmişinin, öfke ve kederlerinin, başarı ve hayal kırıklıklarının, düşünce ve inanç katmanlarının altında, derinlerde bir ruha (öz) sahip olduğu bilgisiyle doğar. Yoga, insanı kısıtlı (nefsi) varoluşundan (ruhsal) özgürlüğe taşımayı hedefler (mokşa).
Kimi Yoga metinlerinde hrdayam (gönül) olarak da geçen yürek sesini duymaya başlayan öğrenci, o güne kadar sorgulamadan kabullendiği duygusal tepki, düşünce ve inanç kalıplarınının hayatına getirdiği kısıtlamaları fark edebilir. Bir sonraki adımda, alışkanlık bazlı tepkiyi vermeden önce durup tepkinin ardında yatan esas motivasyonu anlama çabası gelir. Tepki bir takım şartlanmaların sonucunda mı oluşmaktadır? Kaynağında endişe ve korku mu yatmaktadır?
***
İnsanı kendisiyle çok samimi bir noktaya çeken bu sorgulama başlangıçta beni epey zorladı. O güne kadar haklı bulduğum duygusal tepkilerimin özünde çocukluğumdan kalma korku ve ihtiyaçlarımın yattığını görmek önce beni korkuttu. Yepyeni bir “ben” keşfediyordum. Yüreğimin sesi egonun kalıplarının ardından her geçen ders biraz daha net duyulmaya başlıyordu. Özgür iradem doğrultusunda yaptım sandığım mesleki, medeni, hayati seçimlerimin birilerini memnun etme ve/veya sevdiklerim tarafından kabul edilme ihtiyacı e/veya yalnız kalacağım korkusu ile verilmiş kararlar olduğunu keşfettim. Kendi hayatımı kendi kararlarım ile nasıl da kısıtlamışım! Peki ben şimdi ne yapacağım?
arkası yarın, bizden ayrılmayın
önceki bölümler blogun arka odalarında saklı.
Anılar yağmayı sürdürdü. Ben dikkatimi derslere yönlendirdim. Madem Yoga varoluşa doğru bir keşif süreci idi, ben de ben sandığım yüzey katmanlarımın ardında ne var, ne yok, açıp bir baksam iyi olacaktı. Kısa zamanda anladım ki beden hareketleri olan asana’lar Yoganın önemli, fakat ufak bir parçasıydılar. Patanjali’nin Yoga-sutra’sındaki 195 özdeyişin sadece iki tanesinde asana’dan bahsedildiğini duyunca hayretimi gizleyemedim. Ünlü Yoga ustası Richard Freeman “Yoga’yı beden hareketlerine indirgeyenlerin kulağında küpe olsun bu oran” sözleriyle hayretimi hafifletti.
Patanjali Yoga’yı bizi hayatın içinde taşıyan sekiz ayaklı bir araç olarak tarif ediyor:
(1) Diğerleri ve kendimizle kurduğumuz ilişkiler (yama),
(2) Hayatımıza getirdiğimiz düzen (niyama),
(3) beden hareketleri (asana),
(4) nefes çalışmaları (pranayama),
(5) duyu organlarından soyutlanma (pratyahara),
(6) zihni tek bir nesneye odaklanma (dharana),
(7) zihin ve nesnenin bütünleşmesi (dhyana) ve
(8) özle (ruhla) bütünleşme (samadhi)
Nefes, beden hareketleri ve meditasyon bu sekiz ayaklı disiplinin parçaları. Kişinin kendini gözlemlemesi, duygu ve düşünce kalıplarına dışarıdan bakabilmesi, değişime açık, bilinmeyenden korkmadan yaşamayı denemesi de öyle. Gerçek yüzümüzü görmek için temiz bir aynaya ihtiyacımız var. O yüzden ilk iş temizlik! Hem fiziksel, hem duygusal. Biriktirdiğimiz çöpleri, sırtımızda taşıdığımız yükleri boşaltmak gerek ki dönüşümün başlayacağı, yeni yaşamların yeşereceği alanlar açılsın.