Sen önce kendine inan (mı)?

Biraz önce bulaşık yıkarken ayrımına vardığım bir gerçek:  “Sen önce kendine inan” bir bakıma içi boş bir slogan. İnsanın kendine inanması için önce ona bir başkasının inanması gerekiyor.

IMG_4274Bu da nereden aklıma geldi?

Geçenlerde Doğan Kitap’ın genel yayın yönetmeni Cem Erciyes ile sohbet ediyorduk. Ben içinde bulunduğumuz tarihsel dönemi (hayalimdeki) gelecekle kıyasladığımda bir özgürlükler çağında yaşadığımızı düşündüğümü söyledim. Gelecek benim için Margaret Atwood’un romanlarında anlattığı ultra muhafazakar, totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü, şu anda sahip olduğumuz internet, email, evdeki nakit para birikimi, pasaport sahiplerinin seyahat izni, aşk evliliği, doğum kontrolü gibi şeylerin hayal bile edilemez özgürlükler olarak algılandığı bir zaman dilimi. (Belki de bu yüzden bir türlü çocuk sahibi olmaya heves edemedim) Cem Erciyes’e bunu söyleyince, “yazsanıza bunu Defne” dedi. Onlar da Doğan Kitap olarak tam da Atwood’un distopik romanlarını basmaya hazırlanıyorlarmış.

O bana öyle söyleyince aklımdan ilk önce ben nasıl yazarım böyle bir yazıyı geçti. Edebiyat eleştirisi gibi ama içinde kişisel görüşlerim de olacak. Eğer aramızda bu diyalog geçmeseydi, eğer o sırada bir başkası benim bunu yapabileceğime inanmasaydı, benim aklımın ucundan bile geçmezdi böyle bir yazı kaleme almak. Oysa şimdi iskeletini çıkarttım bile, etini, budunu doldurmak kaldı.

Burada inanmak derken “hadi koçum ben sana inanıyorum, yapabilirsin” anlamında bir gaz vermeden bahsetmiyorum. İhtimale inanmak. Senin o şeyi (bir şeyi) yapabilme ihtimalini karşındakinin ağzından duymanın yarattığı etki.

Sonra düşündüm. Eğer Saim Koç zamanında bana “sen roman yaz, Defne” demeseydi, ben Saklambaç’ı da, Emanet Zaman’ı da ve çok yakında çıkacak olan yeni romanım Yaz Sıcağı’nı da yazmazdım. Saim Koç bana inandığı için ben kendime inanabildim. Çağlayan Erendağ bloglarımı toplayıp, basıp Kuraldışı Yayınlarına sunmasaydı Mavi Orman doğmazdı. David Cornwell bana “hadi Cihangir Yoga’ya blog yaz, yoga tecrübelerini anlat”demeseydi on yıl önce bu okuduğunuz satırlar da olmazdı.

Tek başına yürümüyor bu kendine inanma işi. Birinin size inanması gerek sizin kendinize inanmanız için. Kişisel gelişim eğitimlerinde öz güven, öz saygı, öz sevgi geliştirmeye çalışırken atladığımız bir nokta olabilir mi bu? Etrafımızdaki insanların teşviki, bize inanmaları, kör noktamıza düşen zaaflar kadar yeteneklerimizi ve potansiyelimizi görmeleri, bize göstermeleri.

Kendini sevmek de  böyle bir şey. “Önce kendini sev” diyorlar ya. Sev tabii kendini. Ama bir başkası sevmezse beni bunu yapamayabilirim. Başta annem ve babam sevdiler beni ki ben sevilesi bir varlık olduğuma inandım. İnanmasaydım, sevemezdim kendimi.

Kendini sevme işi de tek başına yürümüyor. Önce sevilmek gerekiyor…

Evet, işte bulaşık yıkarken aklıma düştü bunlar. Çabucak sizinle paylaştım. Şimdi bulaşıklar da bittiğine göre Margaret Atwood, aklımdaki gelecek ve özgür bugünler yazıma geri dönüyorum.

Etrafınızı size inanan ve sizi seven insanlarla kuşatmayı unutmayınız.

Defne. img_0542

 

 

 

Bir İçe Dönüş Hikayesi- 6

Foto: Rebekka Hass
Foto: Rebekka Hass

Bakın bu sabah Middlesex’den önce sizin kapağınızı açtım. Saat sabah 8:02. Yer Albina Press (her daim bir klasik). Middlesex sonuna yaklaştığı için iyice ağırlaştım. Bitince içine düşeceğim bunalımın ölçülerini tahmin ediyorum. Bir sevgiliden ayrılmışım gibi olacak. Taş gibi bir boşluk içime yerleşecek. İçimdeki ses (Elif’im) başka romanlar girecek hayatına, üzme kendini bu da geçer diye beni teselli etmeye çalıştıkça moralim iyice bozulacak. (Son aşkımın tazeliğini sonsuza dek koruyamayacağımı kendim de bildiğimden.) O yüzden son yüzde yirmide işi ağırdan alıyorum, her fırsatta kendisi ile buluşmak için fırsat yaratmıyorum. Önce bir epostalara bakayım, sonra okurum diyorum.

Ama tek sebep romanımla arama koymak istediğim tatlı mesafe değil.  Sizlerin yazılarıma göstermiş olduğunuz ilginin parmaklarımın kindle’dan önce klavyeye uzanmasında epey bir etkisi var sevgili okur. Şu taşlama, bok atma sanatının ilişkilerimizi zehirlemesi ve bizleri müthiş yorması konusu mesela, meğerse herkesin ortak derdi imiş. Yakınında bulunmayı pek sevdiğim bilge kadınlar arkadaşlarımdan biri olan Petek Hoca çok yerinde bir yorum yapmış ve demiş ki:

Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilmiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için herhalde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış İstanbul’da. Acaba İstanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.” 

Özellikle de altını çizdiğim o cümleyi pek yerinde buldum. Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor? Bir nevi aşağılık kompleksi mi bu? Birisi hakkında iyi bir şeyler söylemek ancak o kişi öldükten sonra mı mümkün oluyor? (Ben gizli gizli cenazesini hayal ederek kanına tatlı bir zevk zerk edenlerdenim.) Neyse, bu işte bizlerin ortak yarası imiş. Belki Okan Bayülgen’den sonra iyice yaygınlaşmış, meşrulaşmıştır bu dalga geçmek üzerinden kurulan bağlar. Annemler de birbirleri ile dalga geçiyorlar ama iletişimin çok ufacık bir bölümünü oluşturuyor bu taşlamalar. Ve bence bizden en önemli farkları altta kalmamalıyım endişesi yok, gülüp geçiyorlar. Bizim kuşağın (1960-1990 arası doğanları bizi kuşak yaptım. Bir eksik iki fazla.) varlıklı, eğitimli, yüksek hayat kalitesinde büyümüş çocuklarının bir acısı bu galiba.

Şimdi bizim kuşağı böyle yıllara sığdırınca aklıma,  90’lar ucundan bizim kuşağa dahil edebileceğim bir öğrencimin sevgilisi ile yaptığı Skype görüşmesi geldi.  Genç öğrencimle ben Avrupa’nın bir şehrinde aynı odada kalıyoruz. Ben bir köşede yazı yazarken, o da sevgilisi ile Skype’da konuşuyor. Sanırsınız ki meydan muharebesi yapıyorlar. Odanın yatak tarafıdan “geri zekâlı, ay hadi bıktım senden, aptal, salak, of yeter be, çok salaksın oğlum/kızım”lar gırla gidiyor. Konuşma bittiğinde, (of tamam hadi bıktım senden kapatıyorum\ salak!) kızımızın sinirleri gergin tabii. Aranız mı kötü, kavga mı ettiniz filan diyorum. Yoo biz hep böyleyiz, diyor. Diyorum, “Bu oğlan senin sevgilin değil mi, birbirinizi sevmek için beraber olmayı seçmediniz mi? Her zamanki haliniz sevgiye dair tek bir söz bile içermiyorsa, bu nasıl sevgililik kurumu?” Ağzımdan çıkan sözler aynen nenemin sözleri (demek ben de bir sevgilimle böyle konuşmuşum bir zamanlar ki nenem bana bu lafları etmiş.) farkındayım, ancak şimdi anlamı yüreğime yerleşmiş. Neneciğim, nur içinde yat, e mi?

***

Bizi içe dönüşe yönlendiren disiplinler (yazı da dahil) sadece içeriyi keşfetmeyi değil, aynı zamanda kaleyi içerinden güçlendirmeyi de amaçlıyor. İçerisi güçlü olduktan sonra kim korkar altta kalmaktan değil mi? Öyle olmuyor işte.  Alışkanlığın canı çıksın. Ben hala İstanbul’da eş dost arasında kendimi gardımı almış, şatafatlı bir hamle ile üste çıkmayı planlarken buluyorum ara sıra. Bu ne demek? Kalenin tadilatı henüz bitmemiş mi demek? Büyük olasılıkla. Bitmez, bitemez öyle kolay kolay zaten. Bitti dediğimiz gün biz bitmişiz demek zaten.

Kalenin tadilatı devam ediyor. Kalemiz bir ömür tadilatta kalacak. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Biz tadilat esnasında dahi kalenin içinde rahat edeceğimiz bir ortam yaratıyoruz, sizi de bekleriz bu arada. İçeride size taş atılmayacaktır, gardınızı girişte bırakabilirsiniz.

Bu gard ne demek aslında?

Gardımızı aldığımız her sefer ne düşünüyoruz? Çoğul konuşmamayım şimdi, doğruya doğru, sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben benim istikametime doğru yapılan bir şakaya karşı gardımı alırken şöyle düşünüyorum:

Bu insan(lar) beni sevmiyor. Bu insan (lar) benim arkadaşlarım değiller.

Bu arada bu insanlar benim arkadaşlarım ve beni sevdiklerini biliyorum. Ama işte gardı ve karşı atağı gerektiren (gerektirdiğine inandığım) durumlarda birden perspektifimi çarpıtan bir gözlük takmış gibi oluyorum. O gözlüğün ardından baktığımda gördüğüm şey:

Bu insanlar beni sevmiyor.

Bu bahsettiğim Transpersonal Psikoloji’de kullanılan bir teknik. Karşınıza bir grup yeni tanıştığınız insan koyuyorlar ve hayali bir gözlüğü yüzünüze yerleştirmenizi istiyorlar. İlk gözlükten bakınca karşınızdaki yüzlerin hepsi dost canlısı görünüyor. Arka fonda bir ses, size ne gördüğünüzü söylüyor. Bu insanlar benim dostum, bu insanlar benim iyiliğimi istiyor, beni beğeniyor, beni seviyor vs. Sonra gözlüğü değiştir diyorlar. Yeni bir gözlük takıyoruz. Bu defa arka fondaki ses diyor ki, bu insanlar beni sevmiyor, beni beğenmiyor, beni küçük görüyorlar vs.

Amaç hangi sesin iç sesimize daha fazla benzediği. İnsanların bizi sevdiğine mi inanıyoruz, yoksa bizi baştan beğenmedikleri varsayımı ile ilişkiye başlıyoruz?

Bu durum sadece yeni tanıştığımız veya tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiye özgü değil. İç kalemiz belli bir sağlamlığa erişmediği takdirde ayaklarımız hep kaygan bir zeminde duruyor. Bizi sevdiğine inandığımız bir insanın ufak bir ihmali veya sivri sözü, bir sabah bizi asık suratla karşılaması veya bir ricamızı ret etmesi, bizi derhal “bu insan beni sevmiyor” merceğinin arkasına geçiriveriyor. Belki bir saniye sürüyor ama oluyor. Saniye ardına saniye ekleniyor, sonunda biz yoruluyoruz. Gard almaktan, taarruza geçme ihtiyacımızdan, kendi tepkilerimizden sıkılıyor, yoruluyor ama neden bazı ilişkilerin bizi mutlu etmediğini çıkaramıyor, çoğunlukla kendimizi suçluyoruz. (Sorun sende değil bende honey.)

Sonra da üzülüyoruz. Üzüntü esaslı bir konu. Bugün bundan bahsedecektim değil mi? Üzüntüye yer açmak. Bakın parmaklar kendiliğinden nerelere gittiler. Üzüntüye yer açmak yine yarına kaldı.  Bu vesile ile şu soruya da cevap vereyim, çünkü çok sık soruluyor. Nasıl oluyor da tam şu aralar bulunduğunuz içsel evrim noktasına dair şeyler yazmayı başarıyorum? Bu benim değil, sizin başarınız aslında. Benim parmaklarla iletişime geçen sizsiniz. Parmaklar onlardan istenen şey ne ise o konuda yazıyorlar. Ben arada bir tünel oluyorum sadece.

Bir kez daha 1000. Kelimeye yaklaşırken ancak ben parmakları durduruyor ve kindle’a uzanıyorum. Bundan sonraki bir saati Calliope ile kahve içerek geçireceğim.

Müsadenizle…

Defne.

Yarın : (kısmetse) Üzüntüye yer açmak ve Yoga sonrası ilk yaz tatili felaketi…

 

 

Günaydın

Sınır kapısındaki memur, “Uyandın mı peki?” diye sordu pasaportumu geri verirken. Arabanın yarıya kadar indirdiğim penceresinden uzattığım kolumu içeri çektim. Pasaportum ıslanmış. Yağmur, sanki gök delinmiş gibi yağıyor. Günlerdir, bir an bile soluk almadan bastırıyor da bastıyor sağanak!

“Uyandım inşallah” dedim onun asık esmer yüzüne tezat olsun diye kocaman gülümseyerek. “Malum önümde uzun bir yol var, bu yağmurda uyursam işim bitik.”

Hadi toz ol git, gibisinden baktı yüzüme. Paranı harcayacak başka iş bulamadın da mı kendini kurcalıyorsun?

Gaza bastım.

“Amerika Birleşik Devletlerine Hoş Geldiniz” dedi bir tabela.

Karanlık otoyola dalmadan, dönüp arkamda bıraktığım öteki ülkeye, Kanada’ya şöyle bir baktım. Bayrak el sallıyormuş gibi geldi.

“Yine gel Defne, hep misafirimiz ol!”

Gelirim komşu, gelirim. Öyle güzel bağrına bastın ki beni bu hafta sonu muhakkak yine gelirim.

Geçen hafta sonunu komşu Kanada’da, Awakening (Uyanış) adlı bir çalışmaya katılarak geçirdim. O yüzden soruyor işte sınır memuru uyandım mı diye.

Üç gün süren bu çalışmadan sonra uyandım mı sahiden?

Üç gün boyunca ormanlar içinde bir okulda, televizyon, telefon, internet, aile ve arkadaşlarımızdan uzak bir yaşam sürdük. Burnumuzun dibinde deprem olmuş, biz çıplak ayakla yağmur altında koşturuyorduk, fark etmedik. Hiç tanımadığımız koca bir grup insanla beraber uyuduk, yedik, içtik, ağladık, güldük ve evet beraberce uyandık!

Clear Mind adlı bir kişisel gelişim merkezi tarafından uygulanan Uyanış kursu, Kuraldışı Yaşam Okulu’nun yürüttüğü çalışmalara benzeyen bir kurs. İki psikologun rehberliğinde yapılan egzersizler sonucunda insanın kendini kısıtlayan davranış, inanış ve düşünce kalıplarını görmesini amaçlıyor. Egzersizler ilişki bazında yürütülüyor. Göz göze bakışmaktan tutun da, çocukluktan kalma acılı bir anının tiyatro olarak yeniden oynanmasına, oradan hücre bazındaki duygusal hafızanın nefesle uyandırılmasına kadar uzanıyor. Kimi egzersizlerde sizden bir kavga anında eşinize, annenize, babanıza, çocuğunuza söylediğiniz sözleri tekrarlamanızı istiyorlar, kimi egzersizlerde sol elinizi kullanarak hayat hikâyenizi yazmanızı…

Bütün bu çalışma ful kapasite yaşamamızı engelleyen kalıpları keşfetmek için. Çünkü bir maske var yüzümüzde ve bu maskenin ardından kurduğumuz ilişkiler sahici olmadıkları gibi, bize mutluluk da vaat edemiyor. Neden takıyoruz bu maskeyi peki? Istıraptan kaçmak için. Istırabın kaynağı ne? Korku, acı, şüphe… En çok da şüphe. İnsanın kendine dair duyduğu şüphe. Yeterince iyi, akıllı, sevilesi, değerli, önemli değilim şüphesi… Benim varlığım başkaları için bir şey ifade etmiyor korkusu…

Kendimize dair duyduğumuz şüpheler doğar doğmaz biçimlenmeye başlıyor. Ana babamızla kurduğumuz bağ şüphelerin niteliğini ve niceliğini belirliyor. Çoğu zaman yedi kuşak atalarımızın şüpheleri de bize miras olarak geçiyor. Ve bir ömür bir yandan bu şüphelerimizi doğrulayacak kanıtları toplayarak, öte yandan onlarla yüzleşmemek için, sıkıntılarımızın sorumluluğunu hep bir ötekine atarak geçiyor.

Böyle bir şablon.

Bu şablona gözümüzün açıldığı an bence hayatımızın dönüştüğü an. Ben bu şablonu ilk defa yoga yaparken gördüm ve bütün hayatım değişti. Yoga kendi gerçeğimize uyanmak için kullanabileceğimiz araçlardan bir tanesi. Bu uyanışı tetiklemenin geleneksel veya modern pek çok farklı yolu var. Clear Mind’ın düzenlediği Uyanış kursu modern tekniklerle insanı dönüştürmeyi amaçlayan bir çalışma. Yoga geleneksel bir yol. İkisini beraber kullanmanın bir mahsuru yok. Bütün yollar aynı kapıyı açıyor neticede.

Ve o kapının ardında karşımıza çıkan dünya başka bir dünya!

Uyanış anı çok önemli bir an insan hayatında. Ve dünya yüzünde ne kadar çok insanın gözü bu şablona açılırsa, ıstırap o kadar azalacak. Bu son cümlemin kulağa ne kadar iddialı gelebileceğinin farkındayım fakat ben bu hafta sonu bunun bir hayal, bir “niyet” değil, nesnel bir gerçeklik olduğunu anladım. Dünyanın kurtuluşu nehrin öte yanına geçmeyi başarabilen insanların sayısına bağlı.

Nehrin iki ayrı yakasında neler oluyor?

Uyanıştan Önceki Yakada (UÖY) yaşayan insanlar hayatta karşılaştıkları sıkıntılarla baş etmek için saldırı/suçlama yöntemini seçiyorlar. Istırabın sebebini hep kendilerinden dışarıda bir yerde arıyorlar. Onlara birileri hep bir şeyler yapıyor. Onların başına hep (dışarıdan bir yerden) bir şeyler geliyor. Dolayısıyla hayat, UÖY’de yaşayan insanların kendilerine dair duydukları şüphelerini doğrulayacak bir dolu kanıt sunmuş oluyor. UÖY’de yaşayan insanlar için evren dost canlısı bir yer değil.

Uyanıştan Sonraki Yakada (USY) yaşayan insanların da kendilerine dair duydukları şüpheleri var. Onlar da yeterince değerli/sevilesi/önemli/akıllı olduklarına inanmıyorlar. Onlar da çocuk olmuşlar ve aileleri ile kurdukları bağın niteliğine ve niceliğine göre kendi şüphelerini geliştirmişler. Fakat onlar bu şablona gözlerini açmış oldukları için hayatta karşılaştıkları acılı durumların yarattığı ıstırabın kendilerine dair duydukları şüphe ile ilgili olduğunun farkındalar. Dolayısıyla sıkıntı anında dışarıdaki birine saldırmak, birini suçlamak yerine, kendi şüphelerinden sıyrılarak olaya bakmaya çalışıyorlar. USY’de yaşayan insanlar için evren dost canlısı bir yer.

Diyelim ki benim kendime dair duyduğum şöyle bir şüphem var:
Ben yeterince sevilesi/değerli/başarılı/iyi  bir insan değilim. (Kimsenin sevgisine layık değilim.)
Bu şüpheyle yaşarken diyelim işten atıldım, ya da sevgilim beni terk etti, karım beni aldattı ya da daha acılı örneklerde babam tarafından dövüle dövüle büyüdüm ya da amcam bütün çocukluğum boyunca bana tecavüz etti.

Bütün bu acıları kendime dair duyduğum şüpheyi beslemek için kullanmış olabilirim. Yani derim ki yeterince sevilesi/değerli/başarılı/iyi bir insan değilim. Bu yüzden:

Patron beni kovdu.
Sevgilim terk etti.
Karım aldattı.
Babam dövdü.
Amcam tecavüz etti.

Ya da bütün bu acıların benim kendi öz şüphemden bağımsız olduğunu görebilirim. Bu da ancak kendime dair şüphelerimde yanıldığımı fark edebilirsem olabilir. Bütün bu acılar ben değersizim diye değil, yüzlerce başka faktörün bir araya gelmesiyle hayat buluyor. Amcasının tecavüzüne uğrayan çocuk, başına gelenlerden kendini sorumlu tutuyor. Ben daha iyi/başarılı/akıllı bir çocuk olsaydım, amcam bana böyle yapmazdı diyor. Oysa biz yetişkinler bakınca net bir şekilde görüyoruz ki çocuğun kendine dair şüphesinin olayla ilgisi yok. Amcanın tecavüzünün arkasında kim bilir neler yatıyor? Katman katman öz-şüphenin ıstırabıyla yüzleşmemek için başvurulan saldırı ve suçlama var orada da. Masum bir çocuğun hayatını sonuna kadar karatmış olsa da, bu bakış açısına göre aslında amca da masum. (Bizler için hazmetmesi en zor olan bölüm bu. Ama şimdi bu yazıda oraya girmeyeceğim.)

Tecavüze uğrayan çocuğun öz-şüphesinden yola çıkarak yürüttüğü aklın, gerçekten ne kadar uzak olduğunu ve esas olayla hiçbir bağlantısı bulunmadığını görüyoruz değil mi? İşte bu durum bizim başımıza gelen bütün ıstıraplı, sıkıntılı durumlar için geçerli. Bir erkek beni değil de bir başka kadını tercih ediyorsa, bunun sebebi benim değersizliğim, sevimsizliğim değil, onun ihtiyaçları, zevkleri, kendi hayatında gelmiş olduğu nokta. Ama ben bunu ancak ve ancak kendimin sevilesi ve değerli bir insan olduğuna inanırsam görebilirim.

Einstein’a sormuşlar.

“Sizce hayattaki en önemli soru nedir?”

“Evren dost canlısı bir sistem mi, yoksa değil mi? Her şeyin açıklaması bu sorunun cevabında gizli işte!” demiş.

Evrenin dost canlısı bir yer olduğuna inanman gerek öncelikle. Bütün mesele burada!

Başka türlüsü mümkün değil.

Böyle bir şey işte sayın memur uyanmak. Bana toz ol gibisinden bakan asık yüzünüzün benimle ilgili bir durum olmadığının farkındayım. Ben sadece sevilesi bir insan olduğum gerçeğine değil, sevginin ta kendisi olduğum bilincine uyandım.

Umarım siz de kendinizi benim sizi sevdiğim kadar seversiniz.

Günaydın hepinize!

 

KD © 2012 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.

Çocukluğa dair bir Yoga Macerası-7

BÖLÜM 7
Yuvaya Dönüş

“Ben kimim?” sorusu en eski çağlardan beri dinlerin, inanç sistemlerinin ve felsefi akımların merkezinde durmuştur. Kainatın daimi dönüşümünü (tekamül) bilen insanoğlu asırlardır akışa ayak uyduran ama onunla sürüklenip yokolmayan bir özün (ruhun) varlığına inanmıştır. Yoga ilmi de bu özü keşfetmek için izlediğimiz yollardan biri. Ünlü Yoga ustası Godfrey Devereux, Yoga da dahil olmak üzere bütün ruhani çalışmaların bizi esas doğamızın hakikatine taşıyan yollar olduğunu söylüyor. Devereux’ye göre, esas doğamıza kavuşmak, ancak şartlanmaların ve hayallerin ürünü bir varsayımdan ibaret olan kimliğimizin ötesini görmemizle mümkün olabilir”

Sevgili ustam Zhander  Remete de Yoga’yı benzer bir şekilde tanımlıyor:

“Yoga aydınlanmaya giden yolu keşfetmeyi amaçlayan tinsel bir sistemdir. Nihai amaç özü (ruhu) öz olmayan her şeyden ayrıştırmaktır. Bu süreç hakikatı perdeleyen veya onu çarpıtan sabit hareket, duygu, düşünce kalıplarının terkedilmesi ile gerçekleşir”.

***

Yoga, sadece anıları saklandıkları yerden çıkararak bizi çocukluğumuzla buluşturmuyor. Şartlanma kalıplarından sıyrılan insan özüne yaklaşırken önce çocukluğunda tanıdığı kendisiyle karşılaşıyor. “Esas sen hiç büyümemiş bir çocuktur aslında” diyor Don Miguel Ruiz. Sorumluluklar, roller ve şartlanmalardan üremiş kimliğimiz kolayca kazınıp gidecek bir katman aslında. Katmanların ardından gün yüzüne çıkan özümüzü biz aslında çok eskiden beri tanıyoruz. Belki bu nedenle Yogaya yeni başlayan öğrencilerin pek çoğu derslerden yuvaya dönüş hissi ile ayrıldıklarını dile getiriyorlar.

Geçenlerde bir yerde okudum. Zen Budistlerinin inancına göre gün gelip de varacağımız bir duraktan bakar dururmuşuz şimdiye. Kendi geleceğimizden bir ses konuşurmuş kulağımıza. Büyüklüğüme mektuplar yazardım çocukken. Mektuplar daha yeni yeni postadan çıkıyorlar. Ve ancak şimdi cevaplıyorum bana mektuplar yazan o çocuğu.

Ve bu arada, gelecekten bir diğer ben, serinkanlı ve espirili içime su serpiyor darda kaldığımda. Zamanın lineer tek bir çizgi değil de çok boyutlu bir döngü olduğuna inanmamak elde mi yoga yolundayken?

Dostum ve meslektaşım yoga hocası David Cornwell bir kaç cümle ile yogayı çok güzel anlatmış.

Diyor ki, “…Yoga kişinin gerçek doğasında bütünlük olduğunun farkına vardığı, çaba harcamadan bu farkındalığın içinde çözüldüğü bir durum. Yogi dünyayı korkusuzca kucaklar. Herkes bir olduğu için hiçbir şeyi kişisel almaz. Bütünlük kişinin yerine geçer. Geriye kalan, utanç, suçluluk ve pişmanlıktan arınmış bir hayattır. Zevk ve acı hâlâ an içinde varolabilir ama ızdırap yok olur”

Tatmin edici bir yoga seansının sonunda içime yayılan hissi düz yazıda anlatmak zor. Şair olsaymışım keşke…Hayranlık… Varoluşa ve evrenin yüceliğine karşı duyduğum. Merak… Bilinmeze karşı içimi yakan. Keşif arzusu. Mükemmel düzende işleyen koca bir kâinatın vazgeçilmez bir parçası olduğumu bilmenin tatmini. Ve huzurlu bir aidiyet hissi…

Bir yerlerden hatırlıyorum ben bu hisleri ama…?

Dalgaların yalayıp geri çekildikleri o yarı ıslak, yarı kuru sert kumlara oturmuşum kıyıda. Kafamdan geçenlerin, içinde sallandığım boşluk anını elimden alacakları yaşta değilim daha. Mavi renge bayılıyorum. Denizin, göklerin ve kova–küreğimin mavisi kalbimin hızlı hızlı çarpmasına neden oluyor. Annem yaklaşıp önce beni koca bir havluya sarıyor, sonra kollarını bana sarıyor, ağzıma bir kremalı bisküvi atıyor. Bisküvinin tatlısı dudaklarımdaki deniz tuzu ile karışıyor, ben annemin kucağına karışıyorum. Huzurlu bir aidiyet… Mükemmel düzende işleyen koca bir kainatın bir parçası olduğumu bilmenin tatmini.

Öyle bir bilme hali ki, akılla anlamaktan, zihinle kavramaktan bambaşka… Mutasavvıfların diliyle söyleyecek olursak, gönül gözünden görmek! Ne bir eksik, ne bir fazla, tastamam. BİR.

Ayaklarımın altında çağlayan ırmakla,
geçerken selamladığı ağacın,
ağaçla dallarının arasına hüzün fısıldayan ney sesinin,
müziği öte diyarlara taşıyan rüzgârla,
onun üfürüp de titrettiği suyun,
yaşamı sana sunan su ile senin,
sevdiğim sen ile benim
hep BİR olduğumuzu
görür gönlümün gözü!
Bir, bütün, tastamam… yani Yoga!

BİTTİ

Hepinize iyi yıllar!

2012 Hayatımızın En Mutlu Yılı Olsun!

Okuduğunuz, desteklediğiniz, mevcudiyeniz için sonsuz teşekkürler!

 

Şüküler olsun size Anne-Baba

Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası-6

BÖLÜM 6
Parinama–Dönüşüm


Kişinin kendisiyle kurduğu samimiyet onu ayrı yönlere götürebilir.

Kendi yaşamını kendi kuralları ve kararları ile kısıtladığını farkeden öğrenci bu durumu kabul eder ve kısıtlamalardan kendini kurtaramak için atılacak adımlara hazır olmadığı gerçeği ile hayatına devam eder. Zaten bu farkediş dönüşüm için ilk tohumu atmıştır, tohumun filizlenmesi için geçen zamanda kişinin karşısına değişim fırsatları çıkacaktır.

Daha radikal davranan öğrenciler de olur. Onların durumunda tohum aslında çoktan atılmıştır, filizlenecek ortam bulduğunda birden fırlar yüzeye. Aniden işinin, eşinin, yaşadığı şehrin kendilerini kısıtladıklarını farkedip, onları değiştime kararını alan öğrenciler bu grupta toplanırlar.

Hangi yöne gidilirse gidilsin, kısıtlamaların farkedilmesi ile parinama (dönüşüm) süreci başlamıştır.

Parinama, kısıtlı bir şekilde işlev gösteren bedensel ve zihinsel potansiyelin serbest kalması, tam kapasite çalışmaya başlaması sürecidir.

Yoga çalışması derinleştikçe bedensel ve zihinsel kapasitenin esnek sınırları belirginleşir, kalıpların yarattığı kısıtlamalardan sıyrılmak kolaylaşır. Bazı kalıpların hayatımızı nasıl kısıtladığını görmek kolaydır. Diğerleri ise ince ayrıntılara saklanmış olabilir. İyi bir Yoga ustası, öğrencisinin bedeni ile kurduğu ilişkiye bakarak ondaki fiziksel, psikolojik ve düşünsel şartlanmaları görebilir. Bu noktada ustaya düşen, hareket becerisini kısıtlayan –bedensel, zihinsel ve tepkisel– kalıpları işaret etmek ve onlara yargısız bir gözle, kınamadan, savaşmadan bakmayı önermektir. Öğrenci kendini kısıtlayan kalıplara dışarıdan bakmayı öğrendikten sonra çocukluğundan beri vermeye alıştığı o şartlı tepki geldiğinde hareketsiz kalmayı başarabilirse, şartlanma geriye doğru bir adım atarak zayıflar. Bu süreç  Patanjali’nin yoga sutralarında pratiprasava olarak adlandırılır.

***

Sağlam bir zeminde rahatça oturan bedende belli bir süre boyunca sabit kalmayı araştıran meditasyon biçimleri pratiprasava’nın serpilebileceği bir alan yarattıklarından, ızdırap (kleşa) ve zihinsel dalgalanmaların (klişta vritti) azaltılıp, yok edilmesinde etkili rol oynayabilir. Patanjali, yoga çalışmasının kişisel zaafları ve şartlanmaları büyük ölçüde zayıflatabildiğini yazar.

Pratiprasava’nın alıştırması davranışsal alışkanlıkların gözlendiği yoga dersinde de yapılır. Bazı öğrenciler zorlandıkları durumlarda kendilerini daha da zorlarlar. Bazıları ise tam tersine, zorlanacaklarını anladıkları anda  pes ederler. Bazıları kendilerini etraflarındaki öğrencilerle kıyaslayıp dururlar. Bazılarının gözleri etraflarındakini görmez, kendi bildiklerini okurlar. Bazıları bir bütünün parçası olduklarının bilinci ile matlarını salona yerleştirirler, bazıları diğer insanlar daire mi olmuş, sıraya mı girmişler bakmada, denk gelen  yere çöküverirler.

Öğrencinin ders öncesi, esnası ve sonrasındaki davranışları hocaya öğrencisi hakkında pek çok bilgi verir. Yoga sırasında ortaya çıkan davranışların günlük hayattaki davranışların bir yansıması olduğunu tecrübeli  hocalar iyi bilir.

Örneğin öğrenci zorlandığı bir pozda öfkelenip bir suçlu aramaya girişirse, bu onun zorlu durumlarda karşısına çıkan duygusal/davranışsal kalıbını gözler önüne serer. Gözler pozun gerektirdiği drişti noktasında kopup çevreye bakmaya başlar, nefes doğal ritmini yitirir, alt çene ve iki kaşın arası kasılır, sağlam ve rahat durması gereken beden titrek ve ajite bir görünüm alır.

Suçlu herhangi birisi olabilir: Hoca veya Yoga’ya gitmesi için ısrar eden sevgili veya aynı harekete zerafet içinde giren diğer öğrenci ya da kişinin kendisi. Öfkeyi üreten “zorlanıyorum, o halde bir suçlu olmalı” şartlanması, “zorlanıyorsun, ama bakalım alıştığın tepkiyi vermezsen o zorlanma nasıl bir hisse dönüşecek” sorusu ve sakin bir bekleyiş ile çözülmeye başlayabilir.

Bu soruyu başlangıç aşamasında soran kişi dışarıdaki hocadır (açarya). İleriki aşamalarda içerideki hoca (işvara pranidhana) doğru soruları sorarak çalışmayı sürdürür. Bu aşamaya gelindiğinde artık dışarıdaki hocaya ihtiyaç kalmamıştır.

***

Kendimizi dikkatle gözlemlediğimizde, Yoga matı üzerinde verdiğimiz bedensel, duygusal ve zihinsel tepkilerin günlük hayatta karşımıza çıkan insan ve durumlara verdiğimiz tepkilerle birebir eş olduğunu keşfedebiliriz. Özellikle de zorlandığımız durumlarda.

Yoga asana sonrasında hareketsiz oturmak ilk yıllarda benim için çok zordu. Ne yapacağımı bilmiyordum bir kere. “Nefesini izle” diyorlardı, nefes nasıl izlenir aklım almıyordu. Ve dizlerim acıyordu, kalçalarıma kramplar giriyor, uyuşmuş bacaklarım onları uzatmam için kimi zaman yalvarıyor kimi zaman küfrediyordu.

Ve kafamda tek bir plak çalıyordu durmadan, tekrar tekrar: “Yanlış yapıyorsun. Bir şeyleri yanlış yapıyorsun, doğrusunu yapmayı bilmiyorsun ve bunu hocaya belli etmemen gerek, çünkü o zaman seni beğenmez ve seni beğenmesi gerek, onları hayal kırıklığına uğratamazsın, sevdiklerinin seni takdir edeceği biçimde davranman gerek yoksa üzülürler, onları hayal kırıklığına uğratmaman gerek, çünkü üzülürlerse seni sevmezler. O yüzden yanlış da yapıyor olsan bunu belli etmemen gerek ve aslında yanlış yapmaman gerek ve yanlış yapıyorsun….” Ve hop sar baştan… Bir saat boyunca bir daha bir daha bir daha! Ama zaten o kadar tanıdıkdı ki bu plak yadırgamıyorum. Çocukluğumdan beri hayatımın fon müziği olarak dönüp durmuş… Matematik derslerinde, kalbim kırıldığında, arabayı park edemediğimde, kafamın dikine gidip annemin istemediği bir şey yaptığımda, bir dostum bana asık suratla baktığında, sevmediğim bir tabak yemeği redetmek zorunda kaldığımda, meditasyona oturduğumda, sıra içine sıkıştığım bir yoga pozuna geldiğinde, kısacası sıkıldığım ve zorlandığım her anda hep aynı plak, sar baştan!

Fakat ilk kez plağı serinkanlı bir kulakla dinliyorum. Ve ilginçtir dalga geçmeye başlıyorum. Yanlış yapıyorum ha?. Sahiden mi? Kime göre yanlış? Hop, plak atlıyor…Ne oldu? Yanlış yaparsam beni sevmezler öyle mi? Acaba? Hop bir daha atlıyor…Her gün değil tabii… Çoğunlukla atlamadan devam ediyor. Kalıpları kırmak kolay iş değil. Bir ömür sürmüş inşaası, bir haftada yok olacak değiller ya…Olsun! Artık tatlı tatlı dalgamı geçebiliyorum.

Kendimde çok da ciddiye alınacak bir taraf yokmuş.

Zen Budistlerine göre aydınlanmanın ölçütlerinden biri de kişinin kendisine espri ile yaklaşabilmesi ve hayatı bir oyun olarak görebilmesi…

SON Bölüm BU AKŞAM EVİNİZDE!

Sonra da yeni yıl zaten!!!