Ne Heyecanlı Çocuklardık Biz!

 

2011_5_Greece_Turkey_-991
Foto: Aisha Harley

Cumartesi, 15:24, Portland, OR, ABD.

Bunaltmayan ama hangi mevsimde olduğumuza da hatırlatacak kadar sıcak güneş ışınları yaprakların arasından süzülüp yola düşüyordu.Geçtiğim sokaklarda kimsecikler yok. Evler, ağaçlar, çiçekler, yapraklar arasından süzülen ışık. O kadar. Tek hareket ben, bisikletim ve gölgemizden ibaretti. Spotify’dan müzik dinleyerek ilerliyordum. Joan Baez’in yorumu Brothers in Arms çalmaya başladı.

Birden yüreğim sıkıştı.

Zamanında, Joan Baez’e fanatik derecesinde hayranlık duyduğum 14-17 yaş dönemimde bu parça benim için fazla bir önem taşımıyordu. Başka bir grubun bestesi olduğunu biliyordum. 1988 senesinde çıkan Recently albümümün ilk parçasıydı. “Recently”  ise satın aldığım ilk Joan Baez kasediydi. Konserden hemen sonra almıştım. Sonra da elimde kasedimle taş merdivenlerden aşağı uçarak, kulis kapısına dayanmış ve kasedimi imzalatmayı başarmıştım. Çok muhtemel eve dönüp kasedimi teybe koyduğumda duyduğum ilk parça Brothers in Arms idi.

Şimdi dünyanın hâlâ cennet kadar güzel kalmayı bir parçasında, güneş tenimde, kuvvet bacaklarımda, kulaklıklar kulağımda zamanın içinden süzülüp geçerken heyecan ve hüzün arası bir duygu geldi yüreğime oturdu.

Heyecan eskidendi. Hüzün ise şimdiden.

Biz ne heyecanlı çocuklardık! Açık Hava tiyatrosunu ana babalarımızla doldurur, hep bir ağızdan “We Shall Overcome” söylerken nasıl da bütün, nasıl da inançlı, nasıl da umutluyduk. Haydi, bizi bırakalım. Ben heyecanlıydım. Karanlık günler geride kalıyordu. Ben karanlık günlerin karanlığını anlayarak değil sadece sezerek yaşamıştım. Çünkü çocuktum. Çocuklar anlamadıkları şeylerden korkarlar ve korkulacak bir şey varsa onu keskin sezgileriyle de bilirler. (Annemle babam ben yedi yaşaındayken trafik kazası geçirmişlerdi. Arabadaki herkes gibi onlar da hastanelik olmuş, ameliyatlar geçirmiş, günlerce hastanede kalmışlardı ve bana bakan babaanne, nene, hala, dede grubu bunu benden saklamışlardı. Beni korumak için tabii. Ama ben hayatımda o dönemki kadar çok korktuğumu hatırlamıyorum. Bilginin içeriği ne kadar korkunç olursa olsun o bilgiyi çocuktan saklamak kadar korkunç olamaz- çocuğun içinde)

12 Eylül ve ülkenin sonraki yıllarda girdiği dönemin karanlık, işkenceli, sürgünlü, kaçmalı, sıkı yönetimli, gece sokağa çıkma yasaklı, pencereye yaklaşma, o kasetleri sakın sokakta dinleme, bu kitapları yakalım, bunları küvette boğalım, onu da almışlar, bunu da götürmüşler fısıltıları ile bilinçaltıma dolan korku dalgaları 1988’deki Joan Baez konserinden ilk defa çözülüyor, ilk defa korkunun yerini umudun alabileceği fikri yüreğimde açıyordu. Tabii ben bunları anlayacak yaşta değildim. Yüreğimde çok güçlü bir heyecan duyuyordum, o kadar. Dünyaya geliş nedenimi ve insanlık içindeki yerimi bulmuş gibi bir his.

Üstelik yalnız değildim. O yıldızlı güzelim 15 Temmuz gecesi (29 sene önce bugün- Spotify’ınbulutam da bugün çalmak için bana Brothers in Arms’ı seçmesi  bir tesadüf mü yoksa Tanrının göz kırpması mı? ) Açık Hava Tiyatrosu’nu yedi bin kişi doldurmuştu, (Önceki gece ve sonraki gece de. İstanbul konserleri üç gece üst üsteydi.) İki gün sonra Ankara Hipodrom konseri bir gecede elli bin kişiyle açık bize fark atacak ve Ankara’ya gitmediğim için kahrımdan ağlayacaktım.

Biz hepimiz, yedi binler, on binler, elli binler, milyonlar biz hepimiz heyecanlıydık. Joan Baez “Şimdi sesimi duvarların dışında kalanlara ve duvarların içine tıkılanlara yolluyorum” diyordu. Çıt çıkarmadan dinliyorduk ki sesi gitsin o duvarların ardına. Herkesin bir teyzesi, bir uzak amcası, bir sevdiği duvarların ardındaydı hâlâ. Ama biz çocukluğumuza musallat bir karabasandan kurtuluyorduk. Biz, bir araya geliyorduk. Taksim meydanındaki Bulutsuz Özlemi konserinde Acil Demokrasi diye bağırıyorduk mesela. Elden ele “Haziran’da Ölmek Zor Berivan” kasedi dolanıyordu, yasakmış, korsanmış, aman ortalık yerde çalmayın diye diye. Şebnem İşigüzel yaşıtımızdı. Hanene Ay Doğacak kitabının sansürlü satırları siyah bantla kapatılmıştı. İnadına gidip kitabı alıyor, satırları örten siyah bantların ardındaki hikayeyi sınır tanımaz hayal gücümüzle tamamlıyorduk.

Doğduğumuzdan beri ismini duyduğumuz, yazılarını okumasak bile ismini duya duya büyüdüğümüz, bir uzak akrabamız gibi sevip, yakınlık duyduğumuz Uğur Mumcu katledildiğinde hep birden, ülkeyi kucaklayan koca bir ağ gibi sokaklara döküldük, yağmura, kışa, çamura aldırmadan omuz omuza yürüdük. Döktüğümüz gözyaşı içtendi. Bir amcamız ölmüş, öldürülmüştü. Biz karnında korkuyla büyüyen çocuklardık. Onu karnımıza geri koymalarına izin vermeyecektik. Islak saçlarımızla üzgün ama yine de heyecanlıydık.

Zülfü Livaneli yeniden sahneye çıkıyordu ve biz yumruğumuzu yıldızlı gökyüzüne kaldırdıp defalarca, hiç doymamacasına, hiç susmamamcasına “Ey Özgürlük!” diye bağırabiliyorduk çünkü. Bağırdığımızla kalmayıp, üniversitelerde türban yasaklanınca kampüs kapılarında türbanlı arkadaşlarımızla beraber bekliyorduk. Erkek arkadaşlarımız başlarına türban takıp da yasağı protesto edince hep beraber gülüyorduk. Gençtik, umutlu, heyecanlıydık. Hepimiz özgürlüğe inanıyorduk. Her insan dileğidiğince yaşayabilmeliydi. Onurlu, adil, eşit bir düzende…

Elbette, bize gözdağı veriyordu birileri. Koca bir sistem. Koca bir düzen. Aziz Nesin’i gözümüzün önünde yakmak istiyordu mesela. Şairleri, yazarları, dostlarımızın babalarını yakıyordu da. Ekran karşsında donup kalıyorduk. Hayır doğru olmasın, diye dua ediyorduk. Bizim Zeynep’in babası olmasın… Yanlış duymuş olayım. Pınar Selek’in harcanmış hayatı bize verilmiş koca bir gözdağıydı. Sincan’dan tanklar geçiyordu güpegündüz. Türbanların yerine peruk takmak zorunda bırakılıyordu sınıf arkadaşlarımız. Fahişelere tecavüz eden daha az cezalandırılsın diyordu başkaları. Karşı apartmandaki üniversite öğrencisi kızlar saçlarından sürüklenerk evlerinden alınırken kayda geçirelim diye isimlerini bağırıyorlardı. Balkonlarda donup kaldığımızda, en azından öldürülmediler, diye içimizden geçiriyorduk. Yargısız inhaz kulaktan kulağa fısıldanan sözcüklerden biriydi.

Tüm gözdağına rağmen direniyorduk.

Joan Baez her yıl geliyordu. Biz her yıl biraz daha büyüyorduk. Saat 21:00’de ışıkları açıp kapatıyor, komşularla selamlaşıp gülüşüyor, tencere tava vurarak pencerelere çıkıyor, o da kesmezse elektro gitarlarla balkonda konser veriyorduk. Derin devlet, mafya, faşist bağlantılarına tahammül etmeyeceğimizi dünya aleme duyurmak için hep beraberdik. “Bir ülkenin bodrum katında kirli bir savaş varmış,” diye Teoman’la beraber söylerken çocukluğumuzdaki karanlık korkuyu anımsatan bir şeyler kasılıyordu karnımızda. Bize anlatılmayan karanlık bir sır vardı bir yerlerde. Onu da yeneceğimize inanıyorduk. Tünelin ucunda muhakkak ışık vardı.

İşte bir anda, bir tanecik “Brothers in Arms” ile bunların hepsi doluşuverdi aklıma. Birden üzerinde çalışmaya başladığım yeni romanımın gençliğe ve umuda yazılmış bir ağıt olduğunu kavradım. Her ikisini de yitirdik. Biz. Yedi binler, elli binler, milyonlar. Bir zamanlar omuz omuza şarkı söyleyen bizler. Her birimiz ağıdımızı kendi başımıza yakabiliriz şimdi. Ağıdı yakılmayan kayıplar çünkü hayalet gibi hayatlarımızın üzerinde gezinir çünkü, musallat olurlar. Bize. Ve sonraki kuşaklara.

 

Not: Tüm kayıplara ve ağıtlara rağmen yaşama sevincim eskisi kadar güçlü benim. Joan Baez’in bana 29 yıl önce yazdığı mektubunda söylediği gibi “hiç bir şey için çok geç değil ve  hâlâ yapılacak dünya kadar işimiz var.”

Şimdi sizi gidemediğim için çok ağladığım Ankara konseri görüntüleriyle baş başa bırakıyorum.

 

 

 

 

 

 

Mahrumiyet Müzesi

Kaçıracağım için kahrolduğum 2015 Joan Baez Istanbul konserine atfen bu yazıyı yeniden yayımlıyorum.

DS.

Joan Baez Carmel'de
Foto: Ralph Crane, 1962

Şu okuduğunuz satırlar dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Carmel, Kaliforniya’da bir kahvede yazılıyor. Gökyüzü bebek mavisi, havada çam ve okyanus kokusu, yazdan kalma bir gün…Ben burada tek başımayım. Dostlar sağolsun, iki günlük bir serüvene atıldım: Joan Baez konserine gidiyorum.

Sadık okurlar Joan Baez’in benim hayatımdaki anlam ve önemini hatırlayacaklardır. İlk defa sesini ve adını duyduğumda ondört yaşındaydım. Annem kasedini vermişti. “Yarın Açıkhava’da konserine gideceğiz. Dinle bak, seveceksin diye tahmin ediyorum.” Tahmini doğru çıktı. Çok sevdim. Kasedi o akşam defalarca dinledim. O kadar ki ertesi akşam Açık Hava tiyatrosunda söylediği şarkıların bir kısmına uydurma bir ingilizceyle eşlik edebildim. O gece orada yedi bin kişi vardı. Bol yıldızlı, sıcacık bir temmuz gecesiydi. Havada köfte, sucuk ve ekmek kokusu…

Açık hava tiyatrosunun seyirci koltukları o zamanlar plastik ve arkalıklı değildi. Taş sıralara diziliyorduk. Ortalıkta plastik minder kiralayan adamlar dolaşıyordu. (Alaska frigo ve koko satanlardan başka.) Kahverengi kirli kötü plastik minderlerden kiralayabiliyordunuz isterseniz. Joan Baez gecesi iki kişilik yerlere beş minder sıkıştırarak oturmuştuk. Merdivenler, basın bölümü ile orkestra çukuru arasında yere oturarak konser dinlenen genç-hayran bölgesi, hepsi, her yer hınca hınç doluydu. Hepimiz şarkıları –uyduruk ingilizcemiz ile- bir ağızdan söyledik. Anlamadığımız espirilere, Joan gülüyor diye biz de güldük. Oturduğumuz yerden konseri kasetlere çektik.

Joan Baez 1988 yılında İstanbul’da 3 gece konser verdi, her gece böyle geçti.

Ben o yaşıma kadar yedi bin kişiyle birlikte susup, birlikte çoştuğum bir ortama girmemiştim. O gecenin sonunda cin çarpmışa dönmem biraz da o bütünün gücünden kaynaklanıyordu tabii. Ama sahnedeki o kadın, neydi o öyle? Ne yapmıştı bana? Ne biçim bir ses? Nasıl bir kendine güven? Nasıl bir duruştu o sahnede? İnsan insanlığını böyle mi güzel ifade edebilirdi?

Sonraki yıllar, aynı cin tarafından çarpılmış Yasemin’le beraber, bir Joan Baez müzesi kurarak geçti. Dünyaca ünlü bir sanatçı olmasına rağmen hakkında bilgi edinmek öyle kolay değildi. Daha kendi hayatını yazdığı “And A Voice to Sing with” kitabı çıkmamıştı. Berbat Türkçe tercümesi yüzünden, şifreli bir mesajmış gibi okunan Gündoğumu diye bir kitabı vardı ki ben bile pes etmiş, kenara koymuştum. (Çok sonra Portland’da bir kitapçıda Daybreak (Gündoğumu) şansa karşıma çıkınca, açtım bir iki sayfasını okudum. Hiç de şifreli değildi, açık seçik yazılmış bir anı/deneme kitabıydı aslında. Yıllarca kalbimde şifre diye taşıdığım cümleler aslında eğlenceliydi.)

Bilgi o zamanlar kısıtlı bir kaynaktı. Başka bir zamandı o zaman. Joan Baez hakkında bilgi toplamak bile karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya benziyordu. Ki o aralar gazetelerde durmadan röportajları yayınlanıyor, (ve tarafımızdan hemen kesilip albüme özenle yerleştiriliyor), her yerde son iki kasedi satılıyor, annemin bir tanıdığının tanıdığı Joan Baez’i tanıyordu.

Yine de bizim müzeye yetecek kadar bilgi sağlamıyordu bütün bunlar. Önce bütün albümlere ulaşmak lazımdı. Bakırköy’de bir pasajın içinde bir plakçı varmış, Ortaköy’de de varmış başka bir plakçı varmış. Bunlar plaktan karışık kaset çekiyorlarmış. Annem aldı beni Ortaköy’dekine götürdü. Yere oturdum. Önümde belki yirmi tane Joan Baez plağı. Plaklar satılık değil. Her bir karışık kaset bir dünya para. Annemle üç tanede anlaştık. Hangi şarkıları seçmeli ki? İsimlerini beğendiklerimi değil, isimlerini anladıklarımı seçtim. Anlıyorsunuz değil mi, plaktan şarkı işaretliyorum, yirmi tane plaktan belki altmış, belki yetmiş şarkı işaretledim. Dükkan sahibi çocukcağız da bir türlü geçmek bilmeyen on gün içerisinde bana 3 adet doksan dakikalık kaset yaptı. Karışık 1, Karışık 2 ve Karışık 3.

Kasetlerimle eve dönerken yüreğimden ve kuyruk sokumu gibi derin bir yerlerden bütün kanıma heyecan ve sevinç yayılıyordu. Dünyanın en mutlu insanıydım! Eve gelince pastel boyalarla kasetlere kapak yaptım. Şarkı isimlerini nakarat kısımlarını dinleyerek uydurdum. (Kaset çeken çocuk, şarkı isimlerini yazmakla uğraşmamıştı tabii. ) Her birinden Yasemin’e bir kopya yaptım, onlara da kapak boyadım.

Joan Baez müzemiz için bulduğumuz her bilgi kırıntısı bizim için bir zaferdi. Birisi bize “orjinal” bir Joan Baez kasedi getirdi bir gün. Orjinal kaset Türkiye’de bulunan bir şey değildi. Farkı sadece sesinin kalitesinde değil, kağıdının kuşesinde, kapak fotoğrafının renginde ve tabii ki kasedin içinden çıkan şarkı sözlerinin yazıldığı küçük kitapçığındaydı. Türkiye’de kaset basanlar şarkıların sözlerinin yazdığı kitapçığı basmayı lüzumsuz görüyorlardı besbelli.

Orjinal kaset (Recently) müzenin baş tacı oldu.

*

Mahrumiyet zamanlarıydı bunlar. Bilmediğimiz şeylerin mahrumiyetinden bahsetmiyorum. O zamanlarda internet yok, cep telefonu yok, facebook yok, filan değil bahsettiğim. Evet bunlar yoktu ama bunlardan mahrum olduğumuzu da bilmiyorduk. Kendimizi mahrum hissettiğimiz şeyler varlığını bildiğimiz ama bir türlü elde edemediğimiz şeylerdi. Orjinal kasetler, şarkı sözleri, Joan Baez ile Bob Dyland ilişkisine dair yazılmış kitaplar, Joan Baez ile eşi David Harris’in beraber çektikleri belgeselin video kasedi, Woodstock’un video kasedi…Mahrum olduğumuzu bildiğimiz şeylerin birinin ucunu yakalar gibi olunca kanımıza yayılan mutluluğu hatırlıyor musunuz?

Şimdi bu yazıya bir fotoğraf bulmak için internete giriyorum ve dünya kadar Joan Baez fotoğrafı ve bilgisi yağıyor. On beş yaşındayken elimde bu kadar çok imkan olsaydı, yine aynı sevinci, heyecanı yaşar mıydım?

Mahrumiyetin mutluluğunu internetli dünyaya doğmuş bir insana anlatabilir misiniz?

Bir gün Joan Baez’e bir mektup yazıp, kendimi en çok mahrum hissettiğim şeyi yazdım. Kasetler, plaklar, kitaplar, fotoğraflar değildi esas özlediğim. Dayanışmayı özlüyordum ben. Sosyal duyarlılığı, hep beraber bir şeyleri protesto etmeyi, sokakları doldurup inandığımız bir dava için yürümeyi, dünyayı değiştirebileceğine inanan insanlarla beraber çalışmayı…Ve özlediğim dünya için çok geç kalmış gibi hissediyordum kendimi.

Parti bitmiş, ben Reganlı, darbeli, yuppieli bir dünyaya doğmuştum.

Bozuk ingilizcemle özlemimi anlatabildiğim kadar anlattığım mektubuma, pastel boya çalışmalarımdan birini de ekleyip Joan Baez’e postaladım. (Annemin arkadaşının arkadaşı bana adresi vermişti.)

Aylar sonra, okuldan geldiğim bir bahar akşamüstünde, güllü bir zarftan Joan Baez’in cevabı çıktı! Asansöre binmeden önce posta kutusundan çekip çıkardığım tomarın içindeki güllü zarftan çıkan mektubun ne olduğunu anlayınca önce asansörde benimle yukarı çıkan servis arkadaşım Etel’in ödünü kopartan bir çığlık atıp, sonra heyecandan ağlamaya başladım.

Joan Baez bana cevap yazmıştı!

Güllü bir kağıda, incecik siyah bir kalem ve güzelim bir el yazısıyla,

“Sevgili Defne,

Dünyada yapılacak daha çok iş var. Senin gibi insanlar birlik olup daha iyi bir dünya için çalışacaklar. Sakın umudunu kaybetme. Daha on beş yaşındasın ve bütün bunları düşündüğüne göre çok akıllısın. İnsanlığın sana ihtiyacı var. O güzel ruhunu hep koruman dileğiyle,

Joan”

…diye yazmıştı!

O mektubu, güllü zarfı içinde heryere yanımda götürdüm, hiç kaybetmedim!

*

Şimdi Carmel’deyim. Joan Baez’in yaşadığı şehirde. Belki de gelip kahvesini içtiği kahvede. Dışarıda okyanus ve çam kokusu. Radyoda, “will you still love me tomorrow?” çalıyor. (Dirty Dancing) İki saat sonra okyanusa bakan bir parkta Joan Baez bir konser verecek. Sırf bu konseri dinlemek için iki günlük bu yolculuğa çıktım. Evimden ve eşimden 1000 km uzakta, dünyanın en güzel sahillerinin birinde bir kahvede oturyorum. Birazdan Joan Baez’i göreceğim. Yirmidört sene sonra yeniden! Mahrumiyet çağının artık pek hissedilmeyen o eski duyguları ile yeniden buluşacağım. 

Birazdan!

Not: Banka hesabıma yaptıkları değerli katkıları ile bu serüveni mümkün kılan bütün dostlarıma ve anneciğime bir kez daha teşekkür ediyorum.  İyi ki varsınız!

Berkeley Notları

Yarın Berkeley’den ayrılıyorum. Ve biliyorum ki bu güneşli, neşeli ama kahvesi pek kötü şehirden cennet Portland’a döndüğümde artık gezi notlarımı aktarmak için çok geç olacak. İnsan gezi yazılarını yerindeyken yazmalı, sonra olmuyor. Diye diye diye günler geçti. Bir Yunanca ödevim var, (kompozisyon) bir de işte Berkeley notlarını size yazma isteğim ama bir türlü oturup da başlayamadım. Biraz dolunay, biraz hocamla yaptığım yoğun kursu yarattığı huzursuzluk, biraz da o huzursuzluk ateşini hissetmeyeyim diye kendimi oradan oraya atma halinden…Meşgulum, çok meşgulum yani.

Berkeley’i San Francico’nun Kadıköy’ü olarak düşünebilirsiniz. Filmlerde, dizilerde gördüğümüz köprüler San Francisco’yu Berkeley ve Oakland şehirlerinin bulunduğu yakaya bağlıyor. Bir de BART var (Bay Area Transit System). O da suyun altından giden bir metro sistemi. Dünden beri grevdeler, buraların Avrupa yakası ile bağlantımız kesik. Olsun, büyük şehirde kaybolmak gibi bir lüksümüz de yok. Kurs gerçekten çok yoğun. Sadece fiziksel olarak değil, yarattığı değişimin duygusal boyutu da çok yorucu. O yüzden hocamız daha en baştan bu kurs süresince günlerimizi oradan oraya koşturarak değil, mümkün olduğunca iç mekanlarda, sakin sakin dinlenerek geçirmemizi öğütledi.

Ki haklıydı.

Haklıydı haklı olmasına da burada da sokaklar cıvıl cıvıl. Ben Portland’dan ayrılırken mevsim kıştı, burada hala yaz sonu. Öğleden sonra tişört, etek bisiklete biniliyor. Nasıl oturulur iç mekanda sakin sakin dışarısı kaynarken?

Berkeley bir öğrenci şehri. Eyaletin ve hatta ülkenin en büyük üniversitelerinden biri olan UC (University of Califonia) Berkeley bu şehrin tepesine kurulmuş. Bizim Boğaziçini anımsatan koca bir kampüs. New England stili binalar, yemyeşil bayırlar, mermer merdivenler, heykelller…1960lardaki sosyal patlamanın kalbi Berkeley de atmış. San Francisco hipilerin başkenti olmuşsa, karşıyakası Berkeley de öğrenci hareketinin başını çekmiş. Kampüs hala sosyal ve politik bilinci yüksek insanlarla dolu. 68 ruhunu hala hissedebiliyorsunuz.

UC Berkeley benim hayalimdeki üniversiteydi. 14 yaşındayken Joan Baez’i ve ardından 1960’lı yılları, hipileri, toplumsal patlamayı ve 1968 öğrenci hareketini keşfetmenin doğal sonucu olarak UC Berkeley’de okumayı hayal eder olmuştum.  Boğaziçi Üniversitesini bitirip, doktoraya, mastera, ne olursa artık ona Berkeley’e gidecektim. Bu planlar dahilinde kendimi bölümün hocalarına tanıtmak ve sevdirmek amacı ile 1998 yaz döneminde Sosyal Antropolji bölümünden bir ders bile aldım. Dersin doktora öğrencisi genç hocası dışında beni tanıyan da seven de olmadı ve iki yıl sonra ben doktora başvurumun daha bölüme bile varmadan ret edildiğini öğrendim. Boğaziçindeki üçüncü yılımı derslere gireceğime çimenlere yatıp kumpir yiyerek geçtiğim için lisans ortalamam düşük idi. Üstelik girmediğim o dersleri ortalamamı etkilemeyecek bir şekilde bırakabileceğimden  (withdrawal denen basit bir işlem ile) habersiz boş verip kalmıştım. UC Berkeley, transkripteki bir değil dört adet F harfi ile uğraşacak bir kurum değildi. Bu vesile ile şimdiki gençlere tavsiyem: Asla derslerinizden kalmayın, aman sonra alır geçerim diye boşvermeyin. Transkriplere F’nin çizigisi bile değmesin. )

Neyse, hayatımın on dört yaşında planladığım gibi gitmeyeceğine dair güvenim ilk defa bu noktada kırıldı sanırım. Bu bakımdan Berkeley’den bana gelen ret mektubu hayatımın ilk büyük yenilgisidir diyebilirim. Ama işte neye niyet neye kısmet? Bu sabah otobüs bekledim, bekledim, bekledim. Sonunda geldi, içi tıklım tıklım. Bisiklet yerleri de dolu. “Bir sonrakine binersin” dedi, şoför bey. “Yirmi dakikaya gelir”. Yoga dersinden bacak kaslarım inim inim inliyor , yoksa ne işim var otobüste? Ama yirmi dakikayı duyunca bastım pedala, ne yapayım? Çünkü o otobüs beni bir yere kadar götürecek, sonra aktarma yapacağım, ötekisi kim bilir ne zaman gelecek? Belki de bisiklet hanesi yine dolu olacak vs vs. Bas pedallara. Ah bacacıklarım. Beş altı blok gittim, baktım köşede bir başka otobüs duruyor. Yine bizim evin oraya, ama başka yoldan giden. Bisiklet hanesi de boş. Kırmızı ışığın yeşile dönmesini bekliyor. Uçarak önünü kestim, bisikleti yerleştirdim. oooh, on dakika sonra evdeyim. Öteki otobüsü bekleseydim bir de aktarma yapmam gerekecekti.

Hayat da böyle işte. UC Berkeley’e kabul edilseydim doktoraya giderdim. Doktoraya gitseydim, işte şimdi şu aralar tezimi teslim ediyor olurdum. Bütün enerjimi, dikkatimi, vaktimi, yazma ve yaratma hevesimi o teze akıtmış olduğum için şimdi size yazıyor olmazdım. Yine ders verirdim muhtemelen ve yine ders vermek, kafaları açmak, hayata, insana, topluma , gerçeğe dair yeni perspektifler sunmak beni bugünki gibi doyururdu.  Bundan önceki yazıları, Mavi Orman’ı, ilk romanım Saklambaç’ı (Ocak’ta çıkıyor inşallah!), şimdi üzerinde çalıştığım ikinci romanımı yazmamış olurdum. Aynı üniversitenin Los Angeles şubesine (UCLA) kabul edildim ama gitmedim. Gitseydim bu kadar çok yazı üretemezdim sanırım. Yine çok şeyler öğrenir, çok değerli hocaların derslerine girerdim muhakkak ama yoganın benliğime kattığı zenginlik, derinlik ve tatminin bulamazdım. Sanki.

Şimdi öyle geliyor. O otobüse binmeyip de yola devam etmekle hayatımı daha kolay ve mutlu kıldım sanki.

Yine de UC Berkeley kampüsünde dolanarak, orada öğrenci olmayı hayal ediyorum. Öğrenciler bana şimdi çocuk gibi geliyorlar. İnsan üniversite çağında ne kadar çocuksu göründüğünün farkında olmıuyor. Büyüdüm, tamamım, herşeyi biliyorum havalarına giriyor. Oysa nasıl da çocuk gibi görünüyor herkes. Hafif kambur sırtlar, güvensiz bakışmalar, gamsız kıkırdaşmalar… On beş yıl önceki hayaletim, ’98 yazında Yasemin ile gittiğimiz her kafede, her dükkanda karşıma çıkıyor. İnsan havayı, suyu, kokuları, tatları, gençken hissettiği gibi hissetmiyor sonrasında. Onu fark ettim. Duyu organları körleşiyor.  Yaşlılar “eski baharlar kalmadı artık” filan diye konuşurlar ya, eski baharlar kalmadığından değil, yıllar içinde hisler de azaldığından öyle geliyor. Yaşla beraber kendine güven, anlayış ve  tatmin geliyor ama o ürpertiler gidiyor.

Foto: wikipedia'dan alındı.
Foto: wikipedia’dan alındı.

Bu arada şunu da fark ettim Berkeley’e kabul edilmek için Asyalı olmak gerekiyormuş. Beni o yüzden almamışlar herhalde. Öğrencilerin yüzden doksanı Asyalı. Koreli, Japon, Çinli… Buraya yabancı öğrenci olarak kabul edilmek çok zor. Kendi okulunun değil, şehrinin, ülkenin ilk yüzünde olman gerek. Bunlar da öyle “genius” çocuklar demek ki. Gelecek Asya’nın sevgili okurlar.

Bir de burada tamamen unuttuğum bir pratik ile yeniden karşılaştım. Onu da yazmadan edemeyeceğim: Kesişmek. Herkes birbirini kesiyor. Kütüphaneye, lokantaya, kafeye giriyorsunuz, bütün kızlar süzüyor, bekar erkekler bakışlarına bir karşılık alana kadar bakıyorlar. Bu hep yaptığımız bir şeydi, şimdi hatırladım. Varlığımıza onay istercesine kesişirdik. Öyle romantik romantik bakışmaktan bahsetmiyorum. Bu çok çabuk varılan bir anlaşma. Bir kadın/erkek olarak beni tanı diyor bir taraf, öteki de tanıyor. Zaten o da aynı taleple gelmiş. Bakışılıyor ve olay bitiyor. Herkes kendi işine. Unutmuştum, iyi geldi.

Ben gençliğimin hayaleti ile sağda solda karşılaşır, gençlik üzerine düşünürken psikoloji sınıfımdan bir arkadaşımın Facebook duvarında şu soruyu gördüm:

Gençliğinize bir mesaj verecek olsanız, ona ne dersiniz?

Derim ki kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak.

Ben ona öyle deyice aynı mesaj yankılandı, gelecekten bana…

Kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak!

Her şey geçer.

Her şey yenilenir.

Takılma, devam et!

Kütüphane değil define adası!
Kütüphane değil define adası!

Bir İçe Dönüş Hikayesi- 6

Foto: Rebekka Hass
Foto: Rebekka Hass

Bakın bu sabah Middlesex’den önce sizin kapağınızı açtım. Saat sabah 8:02. Yer Albina Press (her daim bir klasik). Middlesex sonuna yaklaştığı için iyice ağırlaştım. Bitince içine düşeceğim bunalımın ölçülerini tahmin ediyorum. Bir sevgiliden ayrılmışım gibi olacak. Taş gibi bir boşluk içime yerleşecek. İçimdeki ses (Elif’im) başka romanlar girecek hayatına, üzme kendini bu da geçer diye beni teselli etmeye çalıştıkça moralim iyice bozulacak. (Son aşkımın tazeliğini sonsuza dek koruyamayacağımı kendim de bildiğimden.) O yüzden son yüzde yirmide işi ağırdan alıyorum, her fırsatta kendisi ile buluşmak için fırsat yaratmıyorum. Önce bir epostalara bakayım, sonra okurum diyorum.

Ama tek sebep romanımla arama koymak istediğim tatlı mesafe değil.  Sizlerin yazılarıma göstermiş olduğunuz ilginin parmaklarımın kindle’dan önce klavyeye uzanmasında epey bir etkisi var sevgili okur. Şu taşlama, bok atma sanatının ilişkilerimizi zehirlemesi ve bizleri müthiş yorması konusu mesela, meğerse herkesin ortak derdi imiş. Yakınında bulunmayı pek sevdiğim bilge kadınlar arkadaşlarımdan biri olan Petek Hoca çok yerinde bir yorum yapmış ve demiş ki:

Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilmiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için herhalde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış İstanbul’da. Acaba İstanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.” 

Özellikle de altını çizdiğim o cümleyi pek yerinde buldum. Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor? Bir nevi aşağılık kompleksi mi bu? Birisi hakkında iyi bir şeyler söylemek ancak o kişi öldükten sonra mı mümkün oluyor? (Ben gizli gizli cenazesini hayal ederek kanına tatlı bir zevk zerk edenlerdenim.) Neyse, bu işte bizlerin ortak yarası imiş. Belki Okan Bayülgen’den sonra iyice yaygınlaşmış, meşrulaşmıştır bu dalga geçmek üzerinden kurulan bağlar. Annemler de birbirleri ile dalga geçiyorlar ama iletişimin çok ufacık bir bölümünü oluşturuyor bu taşlamalar. Ve bence bizden en önemli farkları altta kalmamalıyım endişesi yok, gülüp geçiyorlar. Bizim kuşağın (1960-1990 arası doğanları bizi kuşak yaptım. Bir eksik iki fazla.) varlıklı, eğitimli, yüksek hayat kalitesinde büyümüş çocuklarının bir acısı bu galiba.

Şimdi bizim kuşağı böyle yıllara sığdırınca aklıma,  90’lar ucundan bizim kuşağa dahil edebileceğim bir öğrencimin sevgilisi ile yaptığı Skype görüşmesi geldi.  Genç öğrencimle ben Avrupa’nın bir şehrinde aynı odada kalıyoruz. Ben bir köşede yazı yazarken, o da sevgilisi ile Skype’da konuşuyor. Sanırsınız ki meydan muharebesi yapıyorlar. Odanın yatak tarafıdan “geri zekâlı, ay hadi bıktım senden, aptal, salak, of yeter be, çok salaksın oğlum/kızım”lar gırla gidiyor. Konuşma bittiğinde, (of tamam hadi bıktım senden kapatıyorum\ salak!) kızımızın sinirleri gergin tabii. Aranız mı kötü, kavga mı ettiniz filan diyorum. Yoo biz hep böyleyiz, diyor. Diyorum, “Bu oğlan senin sevgilin değil mi, birbirinizi sevmek için beraber olmayı seçmediniz mi? Her zamanki haliniz sevgiye dair tek bir söz bile içermiyorsa, bu nasıl sevgililik kurumu?” Ağzımdan çıkan sözler aynen nenemin sözleri (demek ben de bir sevgilimle böyle konuşmuşum bir zamanlar ki nenem bana bu lafları etmiş.) farkındayım, ancak şimdi anlamı yüreğime yerleşmiş. Neneciğim, nur içinde yat, e mi?

***

Bizi içe dönüşe yönlendiren disiplinler (yazı da dahil) sadece içeriyi keşfetmeyi değil, aynı zamanda kaleyi içerinden güçlendirmeyi de amaçlıyor. İçerisi güçlü olduktan sonra kim korkar altta kalmaktan değil mi? Öyle olmuyor işte.  Alışkanlığın canı çıksın. Ben hala İstanbul’da eş dost arasında kendimi gardımı almış, şatafatlı bir hamle ile üste çıkmayı planlarken buluyorum ara sıra. Bu ne demek? Kalenin tadilatı henüz bitmemiş mi demek? Büyük olasılıkla. Bitmez, bitemez öyle kolay kolay zaten. Bitti dediğimiz gün biz bitmişiz demek zaten.

Kalenin tadilatı devam ediyor. Kalemiz bir ömür tadilatta kalacak. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Biz tadilat esnasında dahi kalenin içinde rahat edeceğimiz bir ortam yaratıyoruz, sizi de bekleriz bu arada. İçeride size taş atılmayacaktır, gardınızı girişte bırakabilirsiniz.

Bu gard ne demek aslında?

Gardımızı aldığımız her sefer ne düşünüyoruz? Çoğul konuşmamayım şimdi, doğruya doğru, sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben benim istikametime doğru yapılan bir şakaya karşı gardımı alırken şöyle düşünüyorum:

Bu insan(lar) beni sevmiyor. Bu insan (lar) benim arkadaşlarım değiller.

Bu arada bu insanlar benim arkadaşlarım ve beni sevdiklerini biliyorum. Ama işte gardı ve karşı atağı gerektiren (gerektirdiğine inandığım) durumlarda birden perspektifimi çarpıtan bir gözlük takmış gibi oluyorum. O gözlüğün ardından baktığımda gördüğüm şey:

Bu insanlar beni sevmiyor.

Bu bahsettiğim Transpersonal Psikoloji’de kullanılan bir teknik. Karşınıza bir grup yeni tanıştığınız insan koyuyorlar ve hayali bir gözlüğü yüzünüze yerleştirmenizi istiyorlar. İlk gözlükten bakınca karşınızdaki yüzlerin hepsi dost canlısı görünüyor. Arka fonda bir ses, size ne gördüğünüzü söylüyor. Bu insanlar benim dostum, bu insanlar benim iyiliğimi istiyor, beni beğeniyor, beni seviyor vs. Sonra gözlüğü değiştir diyorlar. Yeni bir gözlük takıyoruz. Bu defa arka fondaki ses diyor ki, bu insanlar beni sevmiyor, beni beğenmiyor, beni küçük görüyorlar vs.

Amaç hangi sesin iç sesimize daha fazla benzediği. İnsanların bizi sevdiğine mi inanıyoruz, yoksa bizi baştan beğenmedikleri varsayımı ile ilişkiye başlıyoruz?

Bu durum sadece yeni tanıştığımız veya tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiye özgü değil. İç kalemiz belli bir sağlamlığa erişmediği takdirde ayaklarımız hep kaygan bir zeminde duruyor. Bizi sevdiğine inandığımız bir insanın ufak bir ihmali veya sivri sözü, bir sabah bizi asık suratla karşılaması veya bir ricamızı ret etmesi, bizi derhal “bu insan beni sevmiyor” merceğinin arkasına geçiriveriyor. Belki bir saniye sürüyor ama oluyor. Saniye ardına saniye ekleniyor, sonunda biz yoruluyoruz. Gard almaktan, taarruza geçme ihtiyacımızdan, kendi tepkilerimizden sıkılıyor, yoruluyor ama neden bazı ilişkilerin bizi mutlu etmediğini çıkaramıyor, çoğunlukla kendimizi suçluyoruz. (Sorun sende değil bende honey.)

Sonra da üzülüyoruz. Üzüntü esaslı bir konu. Bugün bundan bahsedecektim değil mi? Üzüntüye yer açmak. Bakın parmaklar kendiliğinden nerelere gittiler. Üzüntüye yer açmak yine yarına kaldı.  Bu vesile ile şu soruya da cevap vereyim, çünkü çok sık soruluyor. Nasıl oluyor da tam şu aralar bulunduğunuz içsel evrim noktasına dair şeyler yazmayı başarıyorum? Bu benim değil, sizin başarınız aslında. Benim parmaklarla iletişime geçen sizsiniz. Parmaklar onlardan istenen şey ne ise o konuda yazıyorlar. Ben arada bir tünel oluyorum sadece.

Bir kez daha 1000. Kelimeye yaklaşırken ancak ben parmakları durduruyor ve kindle’a uzanıyorum. Bundan sonraki bir saati Calliope ile kahve içerek geçireceğim.

Müsadenizle…

Defne.

Yarın : (kısmetse) Üzüntüye yer açmak ve Yoga sonrası ilk yaz tatili felaketi…

 

 

Bir Pazar Yazısı

Bugün Pazar.

Portland Oregonda ne sıcak ne de soğuk bir gün başlangıcı. Biliyorum çok uyumuşum. Gözlerimi açamayışımdan belli. Bir bardak şarapla sarhoş olmuşum yine dün gece. Arabayı da ben kullandım üstelik. Eve nasıl geldik, sorsanız anlatamam. Ama gözlerim birbirine yapışık yatakta yattığıma göre gelmişiz.

Sinemaya gitmiştik aslında. Bizim mahalledeki filmlerin hepsini kaçırdığımız için şehir merkezine inelim bari dediydik. Sİnemadan çıkınca bir de ne görelim?  Bizim şehir patlıyor. (Sıkıntıdan değil, eğlenceden) Sıra sıra barlar, klüpler, restoranlar, partiler, canlı müzik, caz müzik…Kaldırımlara taşmış kalabalıkların arasından süzülerek, yiyen içen sağlıklı Portland insanlarını kestik. Benim canım sigara içmek istedi ama tadını hiç sevmiyorum ki meredin. Duman çekmeyi seviyorum. Bir arkadaşım Ayurvedik otlar almış. Onları sarıp içiyor. Ciğerleri temizliyormuş dumanı. İllegal filan da değil.  Bayağı nane, kekik vs.  Öyle bir şey almalı.

herkeslerin şıkır şıkır giyindiği bir bar/restoranın önünden geçerken, kapıda duran çıtı pıtı kızımız bize içeri girip bir drink almaz mıyız diye sordu. Biz de sanki bu teklifi bekliyormuşuz gibi daha kız cümlesini tamamlamadan kendimizi içeri attık. Mekan kalabalık ve gürültülüydü. Barmene içkilerimizi söyledik. Benimle konuşurken hoş bir ingiliz aksanı vardı çocuğun, Bey parayı öderken kulak kabarttım bildik amerikancaya dönmüş. İngiliz aksanı, malum  James Bond olsun, Daniel Day Lewis olsun, Jude Law olsun, örneğimiz bol olsun, içimizi bir hoş eder ezelden beri.

Ben çocukla biraz daha konuşalım isterdim. Hani anlaşılsın tam olarak nereli olduğu diye. Bey yanaşmadığı gibi margaritasını kaptığı gibi restoran/barımızın rampalı tünellerinden geçerek beni bir otel lobisine götürdü. Orası sessiz sakindi. Ortadaki koca sehpanın ortasında bir dolu bitki. Bir tanesini alıp götürelim dedi Bey. Sanki bizim bitkilerimiz evde nefis hayatlar yaşıyorlarmış gibi. Sehpaya oturmak yasakmış, resepsiyondaki kız gelip beni uyardı. Sehpa dediğime bakmayın, önceki hayatını bir fabrika kapısı olarak geçirmiş (sahiden) yekpare bir demirin üzerinde oturuyordum.

Tek bir şarap insanı şarhoş eder mi? Belki ingiliz aksanlı amerikalı barmen içkime bir şey katmıştır?

Neyse ki sabah uyandığımda dudaklarım gözlerim gibi birbirine yapışmış değildi de, arasından “kahve”  kelimesi dökülebildi. Bir gözümü açmayı denedim. Işık girince hemen kapadım. İnsanın güneş doğduktan sonra uyanması ne zor bir şey. Açılıp da onca ışıkla karşılaşan göz açık kalır mı? Hemen yumdum açtığın sol gözümü. Çapaklar battı. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, bir kahve kokusuyla bir kez daha açıldı gözlerim. Baktım başucumda tütüyor. Beyciğim yapmış, kucağında dengede tutarak getirmiş, komodine bırakmış.

Öğleden sonra, bu sefer kahve değil çay içerek romanımı yazmaya Fresh Pot’a gittim. Hava, dedim ya ne sıcak ne soğuk. Limonata gibi, tatlı bir kıvamda. Bisikletle giderken ne terliyorsun, ne de üşüyorsun. Fresh Pot, dünyanın en büyük kitapçılarından biri olan Powels’ın içinde bir kahve. Satın almayı düşündüğünüz (veya düşünmediğiniz) kitapları alıp kahveniz eşliğinde okuyabiliyorsunuz. (Mefisto, duy sesimi) Kahvenin müdavimleri genelde sessiz sakin kitap okudukları için ben Fresh Pot’da yazı yazmayı seviyorum.

Yan masadaki komşularım masalarının üzerine gezi kitaplarından oluşan bir kule yapmışlar. Bir de i-phone, bir de i-pad açık, yakında gidecekleri Londra gezisini planlıyorlar. Ellili yaşlarında lezbiyen bir çift. Bir tanesi, -benim karşımda oturan- her günü saati saatine planlama derdinde, öteki, -benim yanımda oturan- komutayı karşımdakine vermiş, telefonundan mesajlar yazıyor.  Karşımdaki, yanımdakinin ilgisini ve dikkatini Londra planına çekebilmek için i-padinden, kitaplardan, haritalardan birşeyler gösteriyor.

Bak, Çin Mahallesi.

Bak biz oradayken gerçekleşecek olan bir antika fuarı.

Bak Japon füzyon yemekeri yapan bir restoran.

Bak Londra metrosu.

Bak bu otel yüzde 90 iyi feedback almış.

Filan falan.

Biz de yapmıştık aynı planlardan. Yirmi yıl önce bu aralar…(Diamonds and Rust) Büyükadadaki evin balkonunda oturuyorduk. Elimizde bir tane Lonely Planet İngiltere gezi rehberi vardı. İstanbul’un yabancı kitap satan iki kitapevinden biri olan Dünya Kitapevinden almıştık. On günümüzü nasıl geçireceğimizi saat saat yazıyorduk. Benim ingilizcem Diamonds and Rust’ı çözecek kadar, Yasemin’inki o kadar bile yok. İlk defa bir önceki sene ingilizce konuşmuşuz. O da Hollandalı ilkolkul çocukları ve kendilerini Mono-language olarak tanıtan Yunanlılarla “hello, i love you tell me your name” den öteye gitmeyen cümleler kurarak. Bir ingilizle, bir Amerikalıyla oturup konuşmuşluğumuz yok.

Yaş benim onsekiz, Yasemin’in o kadarı bile yok. On yedi. Banka hesabımız yok ama bütün kış puro kutularında biriktirdiğimiz taş gibi nakit paramız ve gençlik neşemiz var.  Yarın gelin alın vizenizi diyor camın arkasından pasaportları alan tatlı kadın.  Kuyrukta beklerken cesaretimizi kıran bütün mutsuz yetişkinler mosmor. Güle oynaya çıkıyoruz.

Uçakta sigara içiyoruz. İlk defa. İngiliz hostesin ittiği düti fri arabasından seçtiğimiz Camel paketinden çıkardığımız ilk sigaramızı paylaşıyoruz. Başımız dönüyor. Kıkırdıyoruz. Kaptan pilot bizi görmek istiyormuş. Biraz önce düti fri arabasını iten hostes bizi alıp kok pite götürüyor. Onunla da kıkırdıyoruz biraz. Ne dediğini anladığımızdan değil. O ışıklı mışıklı panelin arkasında oturuyor ve ingiliz aksanı ile konuşuyor diye. Bize Edinburgh’un doğru telaffuzunu öğretiyor. Edinborooo diyecekmişiz. Sadece Amerikalılar Edinburg dermiş.

Edinborooo’ya giden otobüsü kaçırdığımız için bütün geceyi Viktoira tren isyasyonunda yerde yatarak geçiriyoruz. Heryer uyku tulumlu sırt çantalı gezgin dolu. Halimize acıyan bir çift, ikinci uyku tulumlarını bize verip, tek tuluma giriyorlar. Biz de öyle yapıyoruz. Londranın gecesi soğuk. İlk tren sabah 5’de. Londranın gecesi uzun.

Sonra her gün akşamüstü Leichester meydanına gidiyoruz.  Uzun saçlı, uzun etekli, uzun kolyeli başka kızlar var bizim gibi. Çimenlere yayılıp biricik Camel paketimizden çıkardığımız bir sigarayı daha paylaşıyoruz. Arkamızdaki çocuk bizden ateş istedi ve biz ne dediğini anladık diye bir böbürlenme hali de gelmiş. Sigaradan hala başımız dönüyor, çimenlere uzanıp bulutsuz Londra göklerine bakıyoruz. Bütün bozuk paralarımızı birleştirirsek Haagen Daas’dan bir top dondurma alabiliriz. Son gün alacağız.

Her akşam bir Leichester meydanında çimenlere yayılmış, günün tek sigarasını tüttürürken, gitarıyla bir müzisyen çıkageliyor. Hergün aynı şeyleri çalıyor. Wish you were Here. Çünkü meydan turist dolu ve bütün turistler -bizim gibi- sevdikleri başka birilerinin de orada olmasını diliyorlar. Gözlerimiz doluyor, çünkü ikimiz de o yaz çok aşık olmuşuz. Çocuklar memlekette bizi bekliyorlar mı, başka kızlara gitmişler mi, onu da bilmiyoruz. Sokak müzisyenimiz “Wish You Were Here” tıngırdatırken biz aşk acısına bayılıyoruz.

Sonra adam başka bir şarkı daha çalıyor. Her akşam çalıyor o parçayı. İkimiz de daha önce duymamışız. Böyle Na-Na-Na-Na-Na-Na diye bir kısmı var. Leichester meydanı turistleri, gezginleri hep bir ağızdan söylüyoruz. Sokak müzisyenimizin kendi bestesi olduğuna karar verdiğimiz parçanın bizde anısı, algısı, kaydı bulunmadığı için Yasemin’le ikimizin Londra şarkısı oluyor bu.. (Yıllar sonra aynı parçayı radyoda duyup,  Amerika  grubunun A Horse with No Name adlı ünlü şarkısı olduğunu öğrendik.)

Dönüş yolunda çok mutluyuz. Ayağımızda Camden’dan aldığımız dolgu topuklu siyah ayakkabılar var bir örnek. Uzun eteklerimizin altından bir görünüp bir kayboluyorlar, kendimizi çok güzel hissediyoruz.  Havaalanında bizi almaya gelen ailelerimiz, onları iki haftada sadece bir defa aramış olduğumuz hatırlatıyorlar. Sitemden çok şaka ile. Çünkü biz çok mutluyuz, çok güzeliz, çiçek gibiyiz.

Gençliğimiz onlara da bulaşıyor.

Yanımdaki lezbiyen çift on günlük ingiltere programlarını gün gün, saat saat yaptıktan sonra, kitapçının raflarından aldıkları turist rehberlerini yerlerine koymak üzere ayaklandılar. Benim de karnım acıktı. Kalktım. Bisikleti çözdüm. Kulaklıklarımı taktım. Yeni i-podumu bileğime geçirdim. (Apple şirketi benim eski akıllı i-podu benden alıp, yerine yenisini verdi. Pilinde bir arıza bulunmuş, 2006 model i-pod nanoların hepsi toplatılıp, yerine yenisini veriliyormuş.) Bu yeni i-pod eski emektar gibi benim ruh halime karşı duyarlı mı bakalım diye diye pedallara bastım, yokuş aşağı.

Pazar akşamüstüsü güneş karşıki kıyıların üzerinden bizim tarafı turuncu, sarı bir başka güzel boyarken, komşular evlerinin önündeki çimenlere çıkmışlar, ailecek mangal yapıyor, ip atlıyor, birbirlerini hortumla ıslatıyorlar. Önlerinden geçerken hepsi bana “Ηi” dediler. Tanıdıklarından değil. I-pod güzel bir Vas Narada parçası çaldı, derken hızımı almış, tam bizim eve doğru gidon kırdığımda bilin bakalım ne başladı?

Naa-na- na-na-na-na-na…Kim ne zaman koymuş bu şarkıyı benim bilgisayarıma? Hiç haberim yok. I-pod oradan çekmiş, almış…

Şu alem ne accayip tesadüflerle örülü, ne güzel bir yer!

Herşeye rağmen…

İyi haftalar size!

Not: Yaso, benim elimde hiç foto yok. Bu yazının resmini senden bekliyorum.

On Altı Yaşımdan Haberler…

Amanın!

Neredeyse 20 gündür bir kelime yazmamışım. Affola…Dünyanın etrafında tur atmak 24 saat sürse de, toplanmak ile yerleşmek arasında geçen zaman 24 günü bulabiliyor.

Anlayacağınız yurda döndük. Yine yeniden. Sanki biz hiç gitmemişiz gibi umarsızca karşıladı İstanbul bizi.

Bir keresinde binbir yalvar rica ile Boğaziçi Üniversitesi’ndeki memurluğumdan altı haftalık izin koparmıştım. UC Berkeley’deki yaz okuluna gitmek için. Asistanlar bir yanda, hocalar bir başka yanda toplanıp oluru var mı diye tartışmışlar,  döndükten sonra haftada 10 değil de 20 saat çalışmam şartı ile izni vermişlerdi. Ben sevinçten uçarak Berkeley’e gitmiş, sonradan doktora başvurularımda kullanacağım bir iyi bir final ödevi yazdığım ”GüneyDoğu Asya ve Kadın ” adlı nefis bir ders almıştım.

Altı hafta sonra döndüğümde hocalarımızdan biri, harmanladığımız final kağıtlarını almak üzere penceresiz ve sigara dumanlı kutu kadar asistanlar odamıza uğramış, beni görünce, ”ne zaman gidiyorsun sen Defne?” diye sormuştu. Nasıl baktıysam o sırada kadıncağıza, ” Gittin de geldin mi yoksa? zaman nasıl geçiyor!” diye bir şeyler mırıldanmıştı. Ben bozulmuştum çünkü madem yokluğum fark edilmeyecekti neden o kadar tartışmışlardı gönderelim mi göndermeyelim mi diye en baştan?

İşte sanki İstanbul da bana aynı kayıtsızlıkla yaklaşıyor. İnsanları değil, İstanbul’un kendisi. Geliyorum gidiyorum, hayat devam ediyor. Yokluğumda da devam etmiş, varlığımda da edecek. Değişen bir şey yok. Aaa geldiniz mi diyor kayıtsızca, binlerce insanı caddelerden akıtırken. Buyrun katılın aramıza.  Biz de katılıyoruz, kaldığımız yerden devam edercesine.

Geleli bir hafta oluyor. Evden pek çıkmadık. Bir tek erken derslerimi verip hemen eve geri dönüyorum. Portland’daki 15 dakikalık bisiklet mesafelerinden sonra İstanbul’da heryer çok uzak geliyor. Boğaz’a gitmek istesek on dakikalık yolu kırk beş dakikada gideceğiz. Beyoğlu’na çıkmak istesek başka bir saat. Park etmek, soğukta tekerlekli sandalye itmek, merdivenler, hep alt katlardaki tuvaletler, iki lokmaya  ceplerimizi boşalltığımız lokantalar filan…Yok henüz cesaretim. İstanbul’a pencereden bakarak katılıyorum şimdilik. Zaten olur olmadık saatlerde de uykum geliyor.

Olsun. Evim kitap dolu ve bir de eski günlüklerim. En son yazdığım On Altı Yaşım: Yaşamak Zorunda Olduğum Beraberliğimsin bloğunun etkisi ile dün 1990-91 yılının günlüğünü açtım önüme. Rasgele bir yerden. Başladım okumaya…Sanki başkasının hikayesi imiş gibi sarmasın mı beni birdenbire bu satırlar. Sizinle paylaşmak istedim:

1 Ocak 1991

Sevgili Günlük,

Yıllar var ki sana 1 Ocak’da yazmadım. Galiba en son 8. sınıftayken yazmıştım. Eveeet, 91’e girdik. 90 yılı çılgıncasına bir hızla geçti. 91’in de öyle olacağını zannediyorum. Eskiden bir yıl dünyanın en uzun zaman dilimiydi benim için. Şimdi ise dolu dolu ama göz açıp kapayana kadar bitiyor. Yine de tam bir yıl önce durmamacasına dinlediğimiz şarkıları dinlerken o günlerin ne kadar güzel ve bir o kadar da ulaşılmaz olduğunu anlıyorum. Her geçen yıl beni değiştiriyor, sertleştiriyor. Geçen yıl bu zamanlarda hayaller kurardım. Herşeyin iyiye gideceği konusunda çok güçlü bir inancım vardı. 1991 yılının ilk günüdeyse o inançtan eser yok içimde. Herşey kötüye gidecek demiyorum ama iyi olacağını da pek düşünmüyorum Boğaziçi’ni kazanırım inşallah, okulu çok iyi bir derece ile bitiririm inşallah, bana sadık, aşık bir sevgili bulurum inşallah, savaş çıkmaz inşallah…Herşey umutta kalıyor. Ben uğraşmazsam yeni yılın bana bir şey getireceği yok!

Ah Allah’ım ne zor şey genç olmak..Ne yalnız bir şey büyümek. Buyrun bir tane daha:

2 Ocak 1991

Sevgili Günlük,

Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum. Dışarıdan bakıldığında çok popüler, sevilen, kocaman bir grubu olan bir insan gibi görünüyorum ama içimde kendimi yapayalnız hissediyorum. Her geçen gün kendi kendimin en yakın dostu olmaya biraz daha alışıyorum. Belki bu benim de kusurum ama kimseye herşeyi anlatamıyorum. Sanki kimse beni gerçekten tanımıyor. 

Ama bunalımın hemen altında neşe var. Bir anda hava değişebiliyor. Bakınız son yazdıklarının üzerinden daha bir hafta geçmeden  neler diyor bizim kız:

6 Ocak 91

Selam Günlük,

Bugün pazar. Yarına tarih yazılım var. 10 almak istiyorum. O yüzden çalışıp duruyorum. Dün gece S’de kaldık. Toplam beş kız. Tekir yiyip rakı içtik. Çok eğlendik,  şarkılar söyledik, göbek attık. Harikaydı doğrusu. Gece de bol bol muhabbet ettik. Bir kez daha ne kadar büyümüş olduğumuzu farkettim konuştuklarımızı düşününce. Sabah güzel bir kahvaltı ettik. Sonra eve geldim. Ö. aradı. Ve tarih çalışıyorum. Annemler İznik’de.  

Ve tabii ki hemen ertesi gün aşk ve melankoli…Büyürken ne çok nostalji..Hem geçmişe hem geleceğe!

7 Ocak 1991

Bugün matematik özel dersinden yorgun argın dönmüş yatağıma uzanmış Sezen Aksu’nun ”Sen Ağlama” kasedini dinleyerek nostalji yaptım. Önce bu albümü delicesine bir tutkuyla dinlediğim 6. sınıf günlerimi hatırladım. Sonra o günlerde aşkın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalıştığımı anımsadım. Bugün dinlediğim şarkıların bana bir gün bir şeyler ifade edip etmeyeceğini düşünürdüm hep. Sonra tiyatro günleri geldi gözümün önüne. Yağmurda Ö. ile yürüdükten sonra dört bir yanımdan sular akarak ama belki de dünyanın küçük mutluluklarıyla içini doldurmuş nadir insanlarından biri olarak sahneye çıktığımda yönetmenimizin yüzünün aldığı şekil. Birisinin piposunun dumanı yüzünden öksürürken Ö’ün beni sevgiyle kucaklaması, pencerenin önünde yalnızlığımı düşünerek dalgın dalgın dışarıyı seyrederken Ö’ün belime dolanan kolu, kulisin o gizemli büyüsü film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birden uykunun kucağında buluverdim kendimi. Öyle tatlı uyudum ki…Uçuyordum sanki. Sonra birden telefon çaldı ve ben gerçek ile hayal arasındaki o incecik çizgide yürüyerek telefona gittim. Araya Ö idi. O incecik çizgiden gerçeğe atladım ve deminki tatlı hayallerimi anlattım ona. Yarın buluşmaya karar verdik. Okulu kıracağım. Çok çok özledim onu ve yarın soğukluk perdelerimin hepsini sonuna kadar açıp ona çok sıcak davranacağım. Uyy, saat 11:30 olmuş. Tevekkeli değil, çok uykum var. Yatıyorum. See you tomorrow. 

Siz de kaptırdınız mı? Merak ediyor değil mi insan? Sonra ne olacak? Buluşacaklar mı? İşin tuhafı hatırlamıyorum. Sevgilimle buluşmak için okulu kırdığımı hatırlamıyorum. Ona soğuk davrandığımı hiç hatırlamıyorum. Benim hafızamdan sanki onun peşinden koşan ben idim ve o bana yüz vermiyordu. Bellki her zaman böyle değilmiş bu. Ve esas dikkatimi çeken şey bunları yazan zavallı, güçsüz, kendine güvensiz bir genç kız değil. Ne yaptığının farkında, hareketlerinin sonuçlarını düşünerek adımlarını atan ve kendi hayatından sorumlu olduğunu bilen bir insan bu. Çocukluğumuzu ve gençliğimizi fazla dramatize ediyoruz galiba. Eski kendimizi zayıf ve belki biraz da koşulların kurbanı görmek şimdiki kendimizi güçlü hissetmemizi mi sağlıyor ne?

Huzurlarınızdan ayrılırken okul kırdığım o ertesi günün hikayesinden de mahrum bırakmayayım değil mi?

9 Ocak 91

Sevgili Günlük,

Dün güzeldi. Bayağı eğlendik. Kapris’de kahvaltı ettik. Uzun uzun konuştuk. Yaz maceralarımızı, ailelerimizi tartıştık. Bayağı iyiydi aramız. Mac Donalds’da öğle yemeği yedik. Sonra yapacak bir şey bulamadık. Ben bizim evin boş olduğunu söylemek istemiyordum ama söylemek zorunda kaldım. Çok bozuldu daha önce söylemediğim için. Yarım saat filan bozuk attı. Neyse bizim eve geldik. Bu hala bozuk atıyordu. Tartıştık biraz. Neyse sonunda anlaştık, öpüştük, seviştik, güldük, acemiliğimiz ile dalga geçtik. Sonra oturduk, konuştuk, öpüştük, dans ettik, Sezen Aksu dinledik. Ben onun dizine dayadım başımı. O benim kucağıma yattı. Çok huzurlu, tatlı bir gündü doğrusu. 

Not: Yakında savaş çıkacak diyorlar. Korkuyorum. Füzeler İstanbul’a kadar gelmez diyorlar ama ya bu 3. Dünya savaşının başı ise? Öldükten sonra ne olacağım geldi takıldı kafama. Sonsuz boşluk fikri de gitmiyor bir türlü. Daha ben dünyaya hiç bir şey katmadım. Gelmiş olduğum anlamsız karanlığa geri dönemem. Ölmeyeceğim inşallah! 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MUTSUZ AŞKLAR

Artık benimle yüzemeyen babamın anısına..

Yaş yirmi bir…
Hâlâ yirmi yıl öncesindeki gibi tatlı sızlar mı
onu şimdi yaşayana?.

Geçen gün babamla yüzüyoruz.

Bir yengeç, bir balık, suda sosyalleşmek pek hoşumuza gidiyor, havuzda randevulaşıyoruz. O 25, ben 75 metrede bir duruyoruz, laflıyoruz.

Bir ara dedi ki “yazılarını okuyorum da babana dair hiç iz bulamıyorum. Ben seni pek az tanıyorum galiba”. Gülüp geçiştirmeye çalıştım, “Heh heh, esas travmayı annem yaratmış da ondan, sen kendini şanslı hisset”. Daldık. Sonraki 75 metre boyunca düşündüm. Sahi babamın bende hiç izi yok mu? Karakterim, yumuşak karnım, korkularımın oluşmasında babamın rolü nedir? Buluşma yerimize vardığımızda itiraf ettim, “Baba ben annemle evli olduğunuz zamanlara dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki sen çocukluğum boyunca ortada yoktun”.

Ne? Nasıl olur? Hani evden kaçmıştın da ben avucuna bisiklet pompası ile vurmuştum, hatırlamıyor musun? Evet, tamam, onu hatırlıyorum. Hani Çeşme Altınyunus otelinde uyuyasın diye saatlerce masallar anlatmıştım onu da mı hatırlamıyorsun? Hatırlıyorum. Annem otelin diskosunda eğleniyor, babam bana bakıyor, ben annemin beni terk edişini bir türlü kabullenemiyor, ağlıyor da ağlıyorum. Bunlar kesik kesik anılar. Bugünkü duygularımı, şartlanmalarımı oluşturan çocukluk anılarımda babamın izini yine de bulamıyorum.

O, “biraz daha düşün istersen, ben bu turu tamamlayıp çıkıyorum”, diyerek suya daldı, uzaklaştı.

Babamın davranışları, sözleri, beklentileri, duygularını ifade edişi/edemeyişi çocuk ruhumda hiç yankılanmamış olabilir mi? Yoksa babamın yarattığı travma o kadar derinde ki, çıplak gözle göremiyor muyum? Bir terapiste gitsem benliğimin karanlık dehlizlerinden çekip çıkarır mı yaraları?

Havuz çıkışında, Levent’in arka sokaklarından geçerek eve dönmeye çalışıyorum. İstanbul’da araba kullanmaya ara verdiğim son yedi yıl içinde yollar öyle bir değişmiş ki, o en tanıdık yerlerde kayboluyorum. Yeni yollar, tanıdık ara sokaklarla kesiştikçe şaşırıyorum. Sonra öyle bir yer geliyor ki, yok olamaz diyorum. Buradan oraya nasıl geldik? Eskiden burada yol biter, dere başlardı. Bir gecekondu mahallesi olması gerek derenin öbür yanında? Bakıyorum, gecekondu mahallesi hala orada, sağ tarafımda. Solumda o tanıdık eski sokak. Üzerinde ilerlediğim yeni yol da derenin ta kendisi.

Gidip şimdi o evi bulur muyum, bulmaz mıyım? Şuradan sağa girsem, böyle bir yokuştan inerdik, karda buzlanırdı, inemezdik. Nasıl da kar yağmıştı! Günlerce evden çıkmamıştık. Bahçe bembeyaz olmuştu. Şimdi burada bir yerde olmalı işte o ev.

Gönlüm hayatımda iki defa mutsuz aşka düştü. İki erkeği acıdan kıvrana kıvrana sevdim.

Birincisinde on dört yaşındaydım. Okuduğum şiirler, şarkılar, aşk hikayeleri birden ruhumda karşılık buluvermişlerdi. Liseyi bitirene kadar içimi kanırta kanırta, beni isteyip istemediğine karar veremeyen bir erkeği sevdim. Sevdanın koyu acı tadını sevdanın kendisi sandım.

Tam bitti, artık, ancak değerimi bilen bir adama açarım gönlümü filan derken, yirmi bir yaşımda yine vurdum mu baltayı taşa! Hem de öyle bir vurmuşum ki mutsuz aşk tecrübesini en derin katmanına kadar yaşamak nasib olmuş.

Derler ki insanın hücreleri her yedi yıl içinde tamamen yenilenirmiş. Bu yüzden yedi yıllık dönemlere ayrılırmış hayatlarımız. Benim kişisel tarihim de bu dilimlerde geçirdiğim dönüşümlerden ibaret zaten! Yirmi bir yaşından yirmi sekiz yaşına uzanan dilim de o yedi yıllardan biriymiş. Ben o üçüncü yedilik dilimin tamamını mutsuz aşkımı kalbimde ısıtıp ısıtıp, acısını kanıma zerk ederek geçirdim.

Sokaklar tanıdık, ama bulamıyorum o evi. Düz yoldan gelsem bulurum tabii ama ben bu arka yolu merak ediyorum. Arka yolları da kullanırdım çünkü. O eve giden her yolu, her deliği, yol kenarında büyüyen bütün bitkileri, çöp tenekelerinin yerlerini, hepsini bilirdim. Hafızamda bir kara delik sanki. Aradan on dört yıl geçmiş ben o evden son kez çıkalı. Unutmaya yeter mi? Yoksa o zamanları da mı gömmüşüm babamın izleri ile birlikte?

Vazgeçtim. Düz yola çıkıp eve dönüyorum. Hafızamdaki kara delikten eskiye dair hisler sızıyor. Mutsuz aşkların tatlı acısı. Ayşe ile basmıştık kırmızı Skoda’nın gazına, ellerimizde sigaralar, Alanis Morrisette’e bağıra çağıra eşlik ederek İznik’e gitmiştik. Birbirimizi avutmaya. Mutsuz aşklarımızı anlatmıştık birbirimize. Hisler taze tahtaya atılan çentikler gibi derin hissediliyordu. Yetişkin sanıyorduk kendimizi ama çocukluğun sonundaydık aslında. İçimizde birikmiş korkuları, yaraları, eğilimleri, kısaca ruhumuzu, mutsuz aşklarımızın hikâyesini anlatırken keşfediyorduk. İçimizde yeni bir katman gün ışığına çıkarken kendi hikâyelerimiz ruhumuzu tatmin ediyor, hani neredeyse mutsuz aşklarımıza bize sağladıkları bu tatmin imkânı için şükran duyuyorduk.

Ağlıyor, sonra gülüyor, şarap içip dans ediyor, değerimizi bilmeyenlere kapımızı açmayacağımıza ant içiyorduk!

Babam, tesadüfe bakınız ki, ben yedi yaşındayken evden ayrıldı. Annemle ikimiz kaldık. Kimse bana babamın neden gittiğini söylemedi. Amerika’da dediler. Annem okuldan gelene kadar evde benimle oturan nenem ve büyük halanın fısıldaşmalarından bilmemem gereken bir şeyler döndüğünü biliyordum ama anneme aşık derecesinde düşkün olduğumdan babamın yokluğunu hiç kurcalamıyordum. Babamın yataktaki yeri bana kalmıştı ya annemin boynunun kokusunu çeke çeke deliksiz uykular uyuyordum.

Babam kısa bir süre sonra yeniden evlendi. Malum hikâye. Evliliğinin bir noktasında başka birine aşık olmuş, uzatmadan ayrılıp, aşık olduğu diğer kadınla evlenmiş. Bunu da sanki bir televizyon dizisi hikâyesi izliyormuşçasına tepkisiz karşıladığımı hatırlıyorum. Sonra annem de evlendi. Ona tepkisiz kalamadım. Dışarı attığım kadarını atıp, gerisini içimde biriktirdim. Şansıma ikinci anne ve babalarım ruhen öyle sağlıklı, öyle dengeli idiler ki, bana öyle doğru şekilde yaklaştılar ki, tez zamanda ikisine de candan bağlandım.

Mutsuz aşk hikâyelerimin erkek kahramanlarının ikisi de başka kadınları severlerken bana rastlamışlardı. İkisi de aldatmacadan hoşlanmayan dürüst insanlar oldukları için en baştan bana durumu anlatmışlar, ben inadına kendi sıramın gelmesini bekleyeceğimi söylemiştim. Yalnızlıklarını unutuyorlardı da o yüzden belki, kollarının arasına yumuşak kendimi bırakmama karşı koymuyorlardı. O kolların arasına fazlaca bir yerleştiğimde ise sıranın bana belki de hiç gelmeyeceği hatırlatılıyordu ama ben bir adım geri, iki ileri yılmıyor, savaşıyordum.

Her iki mutsuz aşk da on yıllık ara ile mayıs ayında son buldu. Her iki mayısta da ben birden, aniden bittiğini bildim. Sanki yıllarca yerlerde sürünüp ağlayan ben değilmişim gibi usulca kapıyı çekip çıktım. Artçı şoklar filan oldu tabii kalbimde ama mutsuz aşklara bir daha dönmedim.

Neden o kadar zaman orada durdum da birden çıkıverdim bilmiyorum. Kurduğumuz yıkıcı ilişkileri, tatmin edilmemiş ihtiyaçlarımıza bağlayan modern psikoloji kuramlarını okudukça, mutsuz aşklarda hangi ihtiyaçlarımın karşılık bulduğunu düşünüyorum. Acı çekme ihtiyacı diye bir şey var mı mesela? Modern psikolojide bunun adı duygusal olarak uyarılma ihtiyacı. Olabilir.

Freud’a kalsa hepsi babamla ilgili ya, işte babam ben çocukken esas kadın annemi değil de, bir başka kadını sevdiği için ben ancak ikinci kadın pozisyonunda sevileceğime inandım. İkinci kadın sabrederse sonunda muradına erecekti. O yüzden ikinci kadın safhasında takıldım kaldım. . Bu da olabilir.

Mutsuz aşklarda ben hayatın tadına daha bir derinden baktım. Duyguların dehlizini aşıp da kendime baktığımda insanın hayatı tecrübe etme biçimleri hakkında keşiflerde bulundum. Mutsuz aşklarda, çok üzüldüğüm doğru ama yine o aşklarda ruhumu tecrübe ile besleyip, büyüdüm, zenginleştim. Daha fazla beslenemeyeceğimi anladığımda da işte usulca çıktım gittim.

Bana en çok bu olabilirmiş gibi geliyor.

http://www.defnesuman.com