Bir Pazar Yazısı

Bugün Pazar.

Portland Oregonda ne sıcak ne de soğuk bir gün başlangıcı. Biliyorum çok uyumuşum. Gözlerimi açamayışımdan belli. Bir bardak şarapla sarhoş olmuşum yine dün gece. Arabayı da ben kullandım üstelik. Eve nasıl geldik, sorsanız anlatamam. Ama gözlerim birbirine yapışık yatakta yattığıma göre gelmişiz.

Sinemaya gitmiştik aslında. Bizim mahalledeki filmlerin hepsini kaçırdığımız için şehir merkezine inelim bari dediydik. Sİnemadan çıkınca bir de ne görelim?  Bizim şehir patlıyor. (Sıkıntıdan değil, eğlenceden) Sıra sıra barlar, klüpler, restoranlar, partiler, canlı müzik, caz müzik…Kaldırımlara taşmış kalabalıkların arasından süzülerek, yiyen içen sağlıklı Portland insanlarını kestik. Benim canım sigara içmek istedi ama tadını hiç sevmiyorum ki meredin. Duman çekmeyi seviyorum. Bir arkadaşım Ayurvedik otlar almış. Onları sarıp içiyor. Ciğerleri temizliyormuş dumanı. İllegal filan da değil.  Bayağı nane, kekik vs.  Öyle bir şey almalı.

herkeslerin şıkır şıkır giyindiği bir bar/restoranın önünden geçerken, kapıda duran çıtı pıtı kızımız bize içeri girip bir drink almaz mıyız diye sordu. Biz de sanki bu teklifi bekliyormuşuz gibi daha kız cümlesini tamamlamadan kendimizi içeri attık. Mekan kalabalık ve gürültülüydü. Barmene içkilerimizi söyledik. Benimle konuşurken hoş bir ingiliz aksanı vardı çocuğun, Bey parayı öderken kulak kabarttım bildik amerikancaya dönmüş. İngiliz aksanı, malum  James Bond olsun, Daniel Day Lewis olsun, Jude Law olsun, örneğimiz bol olsun, içimizi bir hoş eder ezelden beri.

Ben çocukla biraz daha konuşalım isterdim. Hani anlaşılsın tam olarak nereli olduğu diye. Bey yanaşmadığı gibi margaritasını kaptığı gibi restoran/barımızın rampalı tünellerinden geçerek beni bir otel lobisine götürdü. Orası sessiz sakindi. Ortadaki koca sehpanın ortasında bir dolu bitki. Bir tanesini alıp götürelim dedi Bey. Sanki bizim bitkilerimiz evde nefis hayatlar yaşıyorlarmış gibi. Sehpaya oturmak yasakmış, resepsiyondaki kız gelip beni uyardı. Sehpa dediğime bakmayın, önceki hayatını bir fabrika kapısı olarak geçirmiş (sahiden) yekpare bir demirin üzerinde oturuyordum.

Tek bir şarap insanı şarhoş eder mi? Belki ingiliz aksanlı amerikalı barmen içkime bir şey katmıştır?

Neyse ki sabah uyandığımda dudaklarım gözlerim gibi birbirine yapışmış değildi de, arasından “kahve”  kelimesi dökülebildi. Bir gözümü açmayı denedim. Işık girince hemen kapadım. İnsanın güneş doğduktan sonra uyanması ne zor bir şey. Açılıp da onca ışıkla karşılaşan göz açık kalır mı? Hemen yumdum açtığın sol gözümü. Çapaklar battı. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, bir kahve kokusuyla bir kez daha açıldı gözlerim. Baktım başucumda tütüyor. Beyciğim yapmış, kucağında dengede tutarak getirmiş, komodine bırakmış.

Öğleden sonra, bu sefer kahve değil çay içerek romanımı yazmaya Fresh Pot’a gittim. Hava, dedim ya ne sıcak ne soğuk. Limonata gibi, tatlı bir kıvamda. Bisikletle giderken ne terliyorsun, ne de üşüyorsun. Fresh Pot, dünyanın en büyük kitapçılarından biri olan Powels’ın içinde bir kahve. Satın almayı düşündüğünüz (veya düşünmediğiniz) kitapları alıp kahveniz eşliğinde okuyabiliyorsunuz. (Mefisto, duy sesimi) Kahvenin müdavimleri genelde sessiz sakin kitap okudukları için ben Fresh Pot’da yazı yazmayı seviyorum.

Yan masadaki komşularım masalarının üzerine gezi kitaplarından oluşan bir kule yapmışlar. Bir de i-phone, bir de i-pad açık, yakında gidecekleri Londra gezisini planlıyorlar. Ellili yaşlarında lezbiyen bir çift. Bir tanesi, -benim karşımda oturan- her günü saati saatine planlama derdinde, öteki, -benim yanımda oturan- komutayı karşımdakine vermiş, telefonundan mesajlar yazıyor.  Karşımdaki, yanımdakinin ilgisini ve dikkatini Londra planına çekebilmek için i-padinden, kitaplardan, haritalardan birşeyler gösteriyor.

Bak, Çin Mahallesi.

Bak biz oradayken gerçekleşecek olan bir antika fuarı.

Bak Japon füzyon yemekeri yapan bir restoran.

Bak Londra metrosu.

Bak bu otel yüzde 90 iyi feedback almış.

Filan falan.

Biz de yapmıştık aynı planlardan. Yirmi yıl önce bu aralar…(Diamonds and Rust) Büyükadadaki evin balkonunda oturuyorduk. Elimizde bir tane Lonely Planet İngiltere gezi rehberi vardı. İstanbul’un yabancı kitap satan iki kitapevinden biri olan Dünya Kitapevinden almıştık. On günümüzü nasıl geçireceğimizi saat saat yazıyorduk. Benim ingilizcem Diamonds and Rust’ı çözecek kadar, Yasemin’inki o kadar bile yok. İlk defa bir önceki sene ingilizce konuşmuşuz. O da Hollandalı ilkolkul çocukları ve kendilerini Mono-language olarak tanıtan Yunanlılarla “hello, i love you tell me your name” den öteye gitmeyen cümleler kurarak. Bir ingilizle, bir Amerikalıyla oturup konuşmuşluğumuz yok.

Yaş benim onsekiz, Yasemin’in o kadarı bile yok. On yedi. Banka hesabımız yok ama bütün kış puro kutularında biriktirdiğimiz taş gibi nakit paramız ve gençlik neşemiz var.  Yarın gelin alın vizenizi diyor camın arkasından pasaportları alan tatlı kadın.  Kuyrukta beklerken cesaretimizi kıran bütün mutsuz yetişkinler mosmor. Güle oynaya çıkıyoruz.

Uçakta sigara içiyoruz. İlk defa. İngiliz hostesin ittiği düti fri arabasından seçtiğimiz Camel paketinden çıkardığımız ilk sigaramızı paylaşıyoruz. Başımız dönüyor. Kıkırdıyoruz. Kaptan pilot bizi görmek istiyormuş. Biraz önce düti fri arabasını iten hostes bizi alıp kok pite götürüyor. Onunla da kıkırdıyoruz biraz. Ne dediğini anladığımızdan değil. O ışıklı mışıklı panelin arkasında oturuyor ve ingiliz aksanı ile konuşuyor diye. Bize Edinburgh’un doğru telaffuzunu öğretiyor. Edinborooo diyecekmişiz. Sadece Amerikalılar Edinburg dermiş.

Edinborooo’ya giden otobüsü kaçırdığımız için bütün geceyi Viktoira tren isyasyonunda yerde yatarak geçiriyoruz. Heryer uyku tulumlu sırt çantalı gezgin dolu. Halimize acıyan bir çift, ikinci uyku tulumlarını bize verip, tek tuluma giriyorlar. Biz de öyle yapıyoruz. Londranın gecesi soğuk. İlk tren sabah 5’de. Londranın gecesi uzun.

Sonra her gün akşamüstü Leichester meydanına gidiyoruz.  Uzun saçlı, uzun etekli, uzun kolyeli başka kızlar var bizim gibi. Çimenlere yayılıp biricik Camel paketimizden çıkardığımız bir sigarayı daha paylaşıyoruz. Arkamızdaki çocuk bizden ateş istedi ve biz ne dediğini anladık diye bir böbürlenme hali de gelmiş. Sigaradan hala başımız dönüyor, çimenlere uzanıp bulutsuz Londra göklerine bakıyoruz. Bütün bozuk paralarımızı birleştirirsek Haagen Daas’dan bir top dondurma alabiliriz. Son gün alacağız.

Her akşam bir Leichester meydanında çimenlere yayılmış, günün tek sigarasını tüttürürken, gitarıyla bir müzisyen çıkageliyor. Hergün aynı şeyleri çalıyor. Wish you were Here. Çünkü meydan turist dolu ve bütün turistler -bizim gibi- sevdikleri başka birilerinin de orada olmasını diliyorlar. Gözlerimiz doluyor, çünkü ikimiz de o yaz çok aşık olmuşuz. Çocuklar memlekette bizi bekliyorlar mı, başka kızlara gitmişler mi, onu da bilmiyoruz. Sokak müzisyenimiz “Wish You Were Here” tıngırdatırken biz aşk acısına bayılıyoruz.

Sonra adam başka bir şarkı daha çalıyor. Her akşam çalıyor o parçayı. İkimiz de daha önce duymamışız. Böyle Na-Na-Na-Na-Na-Na diye bir kısmı var. Leichester meydanı turistleri, gezginleri hep bir ağızdan söylüyoruz. Sokak müzisyenimizin kendi bestesi olduğuna karar verdiğimiz parçanın bizde anısı, algısı, kaydı bulunmadığı için Yasemin’le ikimizin Londra şarkısı oluyor bu.. (Yıllar sonra aynı parçayı radyoda duyup,  Amerika  grubunun A Horse with No Name adlı ünlü şarkısı olduğunu öğrendik.)

Dönüş yolunda çok mutluyuz. Ayağımızda Camden’dan aldığımız dolgu topuklu siyah ayakkabılar var bir örnek. Uzun eteklerimizin altından bir görünüp bir kayboluyorlar, kendimizi çok güzel hissediyoruz.  Havaalanında bizi almaya gelen ailelerimiz, onları iki haftada sadece bir defa aramış olduğumuz hatırlatıyorlar. Sitemden çok şaka ile. Çünkü biz çok mutluyuz, çok güzeliz, çiçek gibiyiz.

Gençliğimiz onlara da bulaşıyor.

Yanımdaki lezbiyen çift on günlük ingiltere programlarını gün gün, saat saat yaptıktan sonra, kitapçının raflarından aldıkları turist rehberlerini yerlerine koymak üzere ayaklandılar. Benim de karnım acıktı. Kalktım. Bisikleti çözdüm. Kulaklıklarımı taktım. Yeni i-podumu bileğime geçirdim. (Apple şirketi benim eski akıllı i-podu benden alıp, yerine yenisini verdi. Pilinde bir arıza bulunmuş, 2006 model i-pod nanoların hepsi toplatılıp, yerine yenisini veriliyormuş.) Bu yeni i-pod eski emektar gibi benim ruh halime karşı duyarlı mı bakalım diye diye pedallara bastım, yokuş aşağı.

Pazar akşamüstüsü güneş karşıki kıyıların üzerinden bizim tarafı turuncu, sarı bir başka güzel boyarken, komşular evlerinin önündeki çimenlere çıkmışlar, ailecek mangal yapıyor, ip atlıyor, birbirlerini hortumla ıslatıyorlar. Önlerinden geçerken hepsi bana “Ηi” dediler. Tanıdıklarından değil. I-pod güzel bir Vas Narada parçası çaldı, derken hızımı almış, tam bizim eve doğru gidon kırdığımda bilin bakalım ne başladı?

Naa-na- na-na-na-na-na…Kim ne zaman koymuş bu şarkıyı benim bilgisayarıma? Hiç haberim yok. I-pod oradan çekmiş, almış…

Şu alem ne accayip tesadüflerle örülü, ne güzel bir yer!

Herşeye rağmen…

İyi haftalar size!

Not: Yaso, benim elimde hiç foto yok. Bu yazının resmini senden bekliyorum.

Bir Pazar Yazısı’ için 7 yanıt

  1. Anonim 29/07/2012 / 9:56 pm

    Cok eglendim okurken. Bende foto olmasi lazim ama hepsi kutularda, depoda. Yeni eve tasinana kadar bu yazi fotografsiz kalacak sanirim.

    • sumandef 29/07/2012 / 10:53 pm

      Bendeki fotolar gelecek galiba yakında. Sen merak etme.

  2. Eva 30/07/2012 / 7:54 am

    evet foto lutfen…
    ne guzel bir yaz yazisi olmus, insanin hemen biryerlere gidesi geliyor..

    • sumandef 30/07/2012 / 11:50 am

      Sen buraya gel diye yazdım zaten Evacan!

  3. ayse 30/07/2012 / 8:08 am

    Ne guzel anlatiyorsun Defnecim…Okurken o kahveyi senle beraber yudumluyor, o pedallari senle beraber ceviriyorum…Gozlerimde ve duygularimda aynen canlaniyor anlattiklarin:)

    • sumandef 30/07/2012 / 11:51 am

      Çok teşekkürler Ayşecim. Sizler okudukça, benim de yazasım geliyor.

  4. Berna Sağun 31/07/2012 / 3:23 am

    Her yazınıza bir kahve ve bolca temiz hava eşlik etsin istiyorum. Yazıyı genelde işyrinde okuyup, sonrasında kendimi en yakın kahve dükkanına giderken buluyorum 🙂 Şimdi de canım kahve istedi, ama “içimdeki minik” kahveden hoşlanmıyor. En iyisi mis gibi bir Türk kahvesi pişireyim kendime 🙂

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s