Walkman Anıları

Bir kahve söylüyorum, sonra kulaklarımı takıyorum. Müzik başlıyor. Telefondan karışık. Bir kitap açıyorum. Genelde bir roman. Ya da defterimi açıyorum. İçimi dökmeye, geçen günleri not etmeye, yazdıkça açılmaya, açıldıkça yazmaya doğru… En sevdiğim sabahlar böyle sabahlar. Evde oturmayı hiç sevmiyorum. Gözümü açayım, sokağa atayım kendimi o denli…

Neyse yine öyle bir sabah. Yeni ay üstelik. Bari yeni blog yazayım.

Kulaklarımda kulaklık. Glikeria İzmir şarkıları söylüyor. Kah neşeli, kah hüzünlü. Kulaklarım kulaklarımla tıkalı iken etrafımdaki her şey, herkes film karelerindeymiş gibi akıp gidiyorlar. Sesini duymadığım zaman dünyayı daha çok seviyor olabilir miyim? Kulağıma ne zaman kulaklarımı taksam yüzüme tatlı bir tebessüm yerleşiyor, küçük şeyler önem kazanırken,  mühim sandığım şeyler küçülüyor. Buzuki, mandolin, santur, aman aman… Karabiberim, esmer şekerim filan.

“Anne walkman 80li yilların icadı mıdır?” diye sormuştum. 14 yaşındaydım. İçinde yaşadığım 80li yıllardan nefret ediyordum. Madonna Material Girl’i söylüyordu. Ben Joan Baez’den We Shall Overcome’ı dinliyordum. Yanlış zamana doğduğuma inanıyor, bazen kederimden ağlayacak gibi oluyordum. Hayatımda hiç hipi görmemiştim ama hipileri özlüyordum. Hipilerin yerini yuppilerin aldığı konuşuluyordu. Ben yuppi de görmemiştim ama onları sevmediğimi biliyordum. Vatkaları, diskotekleri, break dansı ve Blue Jean dergisinden çıkan ve arkadaşlarımın odalarının duvarlarını süsleyen Duran Duran posterlerini sevmediğim gibi… Dünyayı tanımaya başladığım bu 80li yıllar bireyciliğin yıllarıydı, benim hayallerimi Imagine şarkısında tarifi edilen dünya süslüyordu.

“Evet” demişti annem, -bilerek mi bilmeden mi?- walkman 80li yılların icadıdır. “Biz gençken kimsenin duymadığı bir müziği dinleyerek kendi içine kapanmazdı insanlar. Bireysel zamanlara ait bir yeniliktir bu walkman.”

Annemin walkmani yoktu ama benim vardı. Mavi metalden, çok şık lacivert deri kaplı, boynuna asabileceğin bir kılıfı da bulunan. “Dünyanın ilk walkman’i budur Defnoş, aman iyi bakasın bir gün antika değeri olacak” demişti babam onu bana hediye ederken -bilerek mi bilmeyerek mi?- Maalesef ilk gençlik yıllarımda kayboldu o walkman, nasıl oldu bilmiyorum çünkü sahiden gözüm gibi bakıyor, kimselere koklatmıyordum. (Ey eski dost, kazara senin eşyaların arasına karıştıysa o walkman lütfen bana geri getir, antika değeri var mıdır bilmiyorum ama benim için manevi değeri büyük.)

Walkman 80li yılların icadı olabilirdi ama annemin bilmediği bir şey vardı. Benim mavi walkman’inden iki kişi aynı anda müzik dinleyebiliyordu, çünkü iki adet kulaklık girişi vardı. Bu harika ayrıntıyı neden sonraki yıllarda üretilen walkmanlere, diskmanlere, ipodlara koymadılar bilmiyorum. Yazık, çok yazık. Çünkü iki kişinin tek bir cihazdan müzik dinlemesi öyle samimi, öyle sıcak bir şeydi ki! Üstelik bir de turuncu minik bir düğmesi daha vardı, oraya basınca sadece diğer kulaklığın duyabileceği bir şekilde konuşabiliyordunuz.

Çocukluğun uzun, çok uzun araba yolculuklarında ilk walkmani hatırlarım. Sağımızda karanlık sular, arabaya eşlik eden mehtap ve göklere pırlanta gibi yayılmış yıldızların eşliğinde -kah bizim Serçe’nin, kah onların Renault 7sinin bacakları şıpır şıpır terleten deri arka koltuğunda- walkman’imin ucundan çıkan iki kulaklığın bir ucunda Yasemin, diğer ucunda ben, ikimizin baş rolünü oynadığı bir filmde, kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşcasına samimi ve yakın…

Hâlâ işte öyle hissediyorum kulaklıklarımı taktığımda kulağıma.

walkman

Bir Pazar Yazısı

Bugün Pazar.

Portland Oregonda ne sıcak ne de soğuk bir gün başlangıcı. Biliyorum çok uyumuşum. Gözlerimi açamayışımdan belli. Bir bardak şarapla sarhoş olmuşum yine dün gece. Arabayı da ben kullandım üstelik. Eve nasıl geldik, sorsanız anlatamam. Ama gözlerim birbirine yapışık yatakta yattığıma göre gelmişiz.

Sinemaya gitmiştik aslında. Bizim mahalledeki filmlerin hepsini kaçırdığımız için şehir merkezine inelim bari dediydik. Sİnemadan çıkınca bir de ne görelim?  Bizim şehir patlıyor. (Sıkıntıdan değil, eğlenceden) Sıra sıra barlar, klüpler, restoranlar, partiler, canlı müzik, caz müzik…Kaldırımlara taşmış kalabalıkların arasından süzülerek, yiyen içen sağlıklı Portland insanlarını kestik. Benim canım sigara içmek istedi ama tadını hiç sevmiyorum ki meredin. Duman çekmeyi seviyorum. Bir arkadaşım Ayurvedik otlar almış. Onları sarıp içiyor. Ciğerleri temizliyormuş dumanı. İllegal filan da değil.  Bayağı nane, kekik vs.  Öyle bir şey almalı.

herkeslerin şıkır şıkır giyindiği bir bar/restoranın önünden geçerken, kapıda duran çıtı pıtı kızımız bize içeri girip bir drink almaz mıyız diye sordu. Biz de sanki bu teklifi bekliyormuşuz gibi daha kız cümlesini tamamlamadan kendimizi içeri attık. Mekan kalabalık ve gürültülüydü. Barmene içkilerimizi söyledik. Benimle konuşurken hoş bir ingiliz aksanı vardı çocuğun, Bey parayı öderken kulak kabarttım bildik amerikancaya dönmüş. İngiliz aksanı, malum  James Bond olsun, Daniel Day Lewis olsun, Jude Law olsun, örneğimiz bol olsun, içimizi bir hoş eder ezelden beri.

Ben çocukla biraz daha konuşalım isterdim. Hani anlaşılsın tam olarak nereli olduğu diye. Bey yanaşmadığı gibi margaritasını kaptığı gibi restoran/barımızın rampalı tünellerinden geçerek beni bir otel lobisine götürdü. Orası sessiz sakindi. Ortadaki koca sehpanın ortasında bir dolu bitki. Bir tanesini alıp götürelim dedi Bey. Sanki bizim bitkilerimiz evde nefis hayatlar yaşıyorlarmış gibi. Sehpaya oturmak yasakmış, resepsiyondaki kız gelip beni uyardı. Sehpa dediğime bakmayın, önceki hayatını bir fabrika kapısı olarak geçirmiş (sahiden) yekpare bir demirin üzerinde oturuyordum.

Tek bir şarap insanı şarhoş eder mi? Belki ingiliz aksanlı amerikalı barmen içkime bir şey katmıştır?

Neyse ki sabah uyandığımda dudaklarım gözlerim gibi birbirine yapışmış değildi de, arasından “kahve”  kelimesi dökülebildi. Bir gözümü açmayı denedim. Işık girince hemen kapadım. İnsanın güneş doğduktan sonra uyanması ne zor bir şey. Açılıp da onca ışıkla karşılaşan göz açık kalır mı? Hemen yumdum açtığın sol gözümü. Çapaklar battı. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, bir kahve kokusuyla bir kez daha açıldı gözlerim. Baktım başucumda tütüyor. Beyciğim yapmış, kucağında dengede tutarak getirmiş, komodine bırakmış.

Öğleden sonra, bu sefer kahve değil çay içerek romanımı yazmaya Fresh Pot’a gittim. Hava, dedim ya ne sıcak ne soğuk. Limonata gibi, tatlı bir kıvamda. Bisikletle giderken ne terliyorsun, ne de üşüyorsun. Fresh Pot, dünyanın en büyük kitapçılarından biri olan Powels’ın içinde bir kahve. Satın almayı düşündüğünüz (veya düşünmediğiniz) kitapları alıp kahveniz eşliğinde okuyabiliyorsunuz. (Mefisto, duy sesimi) Kahvenin müdavimleri genelde sessiz sakin kitap okudukları için ben Fresh Pot’da yazı yazmayı seviyorum.

Yan masadaki komşularım masalarının üzerine gezi kitaplarından oluşan bir kule yapmışlar. Bir de i-phone, bir de i-pad açık, yakında gidecekleri Londra gezisini planlıyorlar. Ellili yaşlarında lezbiyen bir çift. Bir tanesi, -benim karşımda oturan- her günü saati saatine planlama derdinde, öteki, -benim yanımda oturan- komutayı karşımdakine vermiş, telefonundan mesajlar yazıyor.  Karşımdaki, yanımdakinin ilgisini ve dikkatini Londra planına çekebilmek için i-padinden, kitaplardan, haritalardan birşeyler gösteriyor.

Bak, Çin Mahallesi.

Bak biz oradayken gerçekleşecek olan bir antika fuarı.

Bak Japon füzyon yemekeri yapan bir restoran.

Bak Londra metrosu.

Bak bu otel yüzde 90 iyi feedback almış.

Filan falan.

Biz de yapmıştık aynı planlardan. Yirmi yıl önce bu aralar…(Diamonds and Rust) Büyükadadaki evin balkonunda oturuyorduk. Elimizde bir tane Lonely Planet İngiltere gezi rehberi vardı. İstanbul’un yabancı kitap satan iki kitapevinden biri olan Dünya Kitapevinden almıştık. On günümüzü nasıl geçireceğimizi saat saat yazıyorduk. Benim ingilizcem Diamonds and Rust’ı çözecek kadar, Yasemin’inki o kadar bile yok. İlk defa bir önceki sene ingilizce konuşmuşuz. O da Hollandalı ilkolkul çocukları ve kendilerini Mono-language olarak tanıtan Yunanlılarla “hello, i love you tell me your name” den öteye gitmeyen cümleler kurarak. Bir ingilizle, bir Amerikalıyla oturup konuşmuşluğumuz yok.

Yaş benim onsekiz, Yasemin’in o kadarı bile yok. On yedi. Banka hesabımız yok ama bütün kış puro kutularında biriktirdiğimiz taş gibi nakit paramız ve gençlik neşemiz var.  Yarın gelin alın vizenizi diyor camın arkasından pasaportları alan tatlı kadın.  Kuyrukta beklerken cesaretimizi kıran bütün mutsuz yetişkinler mosmor. Güle oynaya çıkıyoruz.

Uçakta sigara içiyoruz. İlk defa. İngiliz hostesin ittiği düti fri arabasından seçtiğimiz Camel paketinden çıkardığımız ilk sigaramızı paylaşıyoruz. Başımız dönüyor. Kıkırdıyoruz. Kaptan pilot bizi görmek istiyormuş. Biraz önce düti fri arabasını iten hostes bizi alıp kok pite götürüyor. Onunla da kıkırdıyoruz biraz. Ne dediğini anladığımızdan değil. O ışıklı mışıklı panelin arkasında oturuyor ve ingiliz aksanı ile konuşuyor diye. Bize Edinburgh’un doğru telaffuzunu öğretiyor. Edinborooo diyecekmişiz. Sadece Amerikalılar Edinburg dermiş.

Edinborooo’ya giden otobüsü kaçırdığımız için bütün geceyi Viktoira tren isyasyonunda yerde yatarak geçiriyoruz. Heryer uyku tulumlu sırt çantalı gezgin dolu. Halimize acıyan bir çift, ikinci uyku tulumlarını bize verip, tek tuluma giriyorlar. Biz de öyle yapıyoruz. Londranın gecesi soğuk. İlk tren sabah 5’de. Londranın gecesi uzun.

Sonra her gün akşamüstü Leichester meydanına gidiyoruz.  Uzun saçlı, uzun etekli, uzun kolyeli başka kızlar var bizim gibi. Çimenlere yayılıp biricik Camel paketimizden çıkardığımız bir sigarayı daha paylaşıyoruz. Arkamızdaki çocuk bizden ateş istedi ve biz ne dediğini anladık diye bir böbürlenme hali de gelmiş. Sigaradan hala başımız dönüyor, çimenlere uzanıp bulutsuz Londra göklerine bakıyoruz. Bütün bozuk paralarımızı birleştirirsek Haagen Daas’dan bir top dondurma alabiliriz. Son gün alacağız.

Her akşam bir Leichester meydanında çimenlere yayılmış, günün tek sigarasını tüttürürken, gitarıyla bir müzisyen çıkageliyor. Hergün aynı şeyleri çalıyor. Wish you were Here. Çünkü meydan turist dolu ve bütün turistler -bizim gibi- sevdikleri başka birilerinin de orada olmasını diliyorlar. Gözlerimiz doluyor, çünkü ikimiz de o yaz çok aşık olmuşuz. Çocuklar memlekette bizi bekliyorlar mı, başka kızlara gitmişler mi, onu da bilmiyoruz. Sokak müzisyenimiz “Wish You Were Here” tıngırdatırken biz aşk acısına bayılıyoruz.

Sonra adam başka bir şarkı daha çalıyor. Her akşam çalıyor o parçayı. İkimiz de daha önce duymamışız. Böyle Na-Na-Na-Na-Na-Na diye bir kısmı var. Leichester meydanı turistleri, gezginleri hep bir ağızdan söylüyoruz. Sokak müzisyenimizin kendi bestesi olduğuna karar verdiğimiz parçanın bizde anısı, algısı, kaydı bulunmadığı için Yasemin’le ikimizin Londra şarkısı oluyor bu.. (Yıllar sonra aynı parçayı radyoda duyup,  Amerika  grubunun A Horse with No Name adlı ünlü şarkısı olduğunu öğrendik.)

Dönüş yolunda çok mutluyuz. Ayağımızda Camden’dan aldığımız dolgu topuklu siyah ayakkabılar var bir örnek. Uzun eteklerimizin altından bir görünüp bir kayboluyorlar, kendimizi çok güzel hissediyoruz.  Havaalanında bizi almaya gelen ailelerimiz, onları iki haftada sadece bir defa aramış olduğumuz hatırlatıyorlar. Sitemden çok şaka ile. Çünkü biz çok mutluyuz, çok güzeliz, çiçek gibiyiz.

Gençliğimiz onlara da bulaşıyor.

Yanımdaki lezbiyen çift on günlük ingiltere programlarını gün gün, saat saat yaptıktan sonra, kitapçının raflarından aldıkları turist rehberlerini yerlerine koymak üzere ayaklandılar. Benim de karnım acıktı. Kalktım. Bisikleti çözdüm. Kulaklıklarımı taktım. Yeni i-podumu bileğime geçirdim. (Apple şirketi benim eski akıllı i-podu benden alıp, yerine yenisini verdi. Pilinde bir arıza bulunmuş, 2006 model i-pod nanoların hepsi toplatılıp, yerine yenisini veriliyormuş.) Bu yeni i-pod eski emektar gibi benim ruh halime karşı duyarlı mı bakalım diye diye pedallara bastım, yokuş aşağı.

Pazar akşamüstüsü güneş karşıki kıyıların üzerinden bizim tarafı turuncu, sarı bir başka güzel boyarken, komşular evlerinin önündeki çimenlere çıkmışlar, ailecek mangal yapıyor, ip atlıyor, birbirlerini hortumla ıslatıyorlar. Önlerinden geçerken hepsi bana “Ηi” dediler. Tanıdıklarından değil. I-pod güzel bir Vas Narada parçası çaldı, derken hızımı almış, tam bizim eve doğru gidon kırdığımda bilin bakalım ne başladı?

Naa-na- na-na-na-na-na…Kim ne zaman koymuş bu şarkıyı benim bilgisayarıma? Hiç haberim yok. I-pod oradan çekmiş, almış…

Şu alem ne accayip tesadüflerle örülü, ne güzel bir yer!

Herşeye rağmen…

İyi haftalar size!

Not: Yaso, benim elimde hiç foto yok. Bu yazının resmini senden bekliyorum.

Çocukluğa Dair bir Yoga Macerası 1

Özel İstek Üzerine bu Yazı Dizisini Yeniden Yayınlıyorum
Bölüm 1
Geçmişe Doğru

Çocukluğuma geri döndüğüm yolculukların hayatıma girdiği gün Yoga kursumun birinci haftası dolmak üzereydi. Gevşeme pozu şavasana’da kollarım ve bacaklarım iki yana açık, sırtüstü yatmış, ayak parmaklarımı bir bir hissedip gevşetmeye çabalıyorum. Vücudu serbest bırakmak, kasmaktan daha zor olabilir mi? Alt çene, yanakların içi, küçük dil, boğaz… Zorlanıyorum. Kimi organlarımı kasmaya öyle alışmışım ki serbest bırakmayı akıl edemiyorum. Kaskatı boynum ağrıyor ve nasıl serbest bırakacağımı bilmiyorum! Boğaz, boyun, omuzlar…alt çene tekrar ve yine boğaz….Uzaklardan hocamızın sesini duyuyorum. Uykuya daldığımızda bile beden gün boyunca sıkmaya alıştığı kasları bırakamıyormuş! O yüzden vücüdumuzu ince ince taramamız, kasılmaları hissetmemiz gerekiyormuş.

Nerede kalmıştık? Omuzlar, kürek kemikleri, göğüs kafesi, nefesi boşalt ve kalp…ve birden…ıslak sarı beyaz pembe taşlara üstüne basan lacivert sandaletler. Bir önceki hayatım mı yoksa? İlk haftadan reenkarnasyona dair bir ipucu yakalamış olabilir miyim? Ama bu taşlar, pembe, sarı, beyaz, pek tanıdık…bir önceki hayata ait olamayacak kadar dünyevi bir halleri var. Nerede görmüştüm ben bunları? Hep aynı yerde görmeye alıştığınız bir insanı, her gün alışveriş ettiğiniz mahalle manavını mesela, bankada sıra beklerken görünce bir türlü çıkaramazsınız ya, öyle bir his içindeyim. Lacivert sandaletlerin içindeki ayaklar da öyle. Nereden tanıyorum ben bunları? Biraz ileride asmanın altında toprak yumuşak, kızıl, buram buram. Ah! Tabi ya! Büyükada’daki evimizin bahçesi burası. Taşlar, yüzlerce kez üzerlerinde yürüdüğüm bahçe kapısından eve uzanan yolun taşları. Ayaklar, doğduğumdan beri bu bedeni her yere taşımış ve taşıyacak kendi ayaklarım. Alıştığımdan biraz daha ufaklar yalnız.

Bilmecenin devamı çorap söküğü….

Bir yaz sabahı bu. Dokuz yaşımın bir sabahı. Erken bir saat. Ben bahçede musluğun yanında duruyorum. Sabah serinliğinde hırkam üstümde değil ya, ürperiyorum. Bir şey yapmak zorunda değilim. Zamanın bir şeyler yapmadan, boşlukta sallanarak dolu dolu geçtiğini bilecek bir yaştayım henüz. Öylece duruyorum. Herkesten önce uyanmış, kapıları gıcırdatmamaya özen göstererek bahçeye inmiş, sabah saatlerine özgü olduğunu keşfettiğim ışığı, kokuları, sesleri, tenimde oynaşan taze serin havayı içime çekiyorum. Tek başımayım. Ne eksik ne fazla, tastamam tek başıma.
Yoga salonun serin zemininde sırt üstü yatan ben ile, musluğun yanında duran çocuk ben, karşılıklı duruyoruz. Hafızadan bilince akan bir görüntü değil bu. Belki paralel zamanların fakına varmak? Aradaki yıllar katlanıp çantaya giren şemsiye gibi sahneden çekilmişler. İkimiz de aynı yerdeyiz o anda… Tek başımıza ve tastamam. Çocuk ben için tanıdık, her gün gittiği bir yer. Sırtüstü yatan ben içinse o yer, koca bir köşkte girilmeye girilmeye varlığı unutulmuş bir tavanarası…
Bir taneyle kalmadı. Yoga derslerinin sürdüğü sonraki haftalarda çocukluk anları onları tıkıştırdığım çekmecelerden, dolap köşelerinden üstüme dolu dizgin yağmaya başladılar. Tek anlık karelerdi bunlar. Sadece görüntüleriyle değil, koku, ses ve hisleriyle çakıyorlardı zihnimde… Ya da ben onlara gidiyordum.

Nefes al, göğüs kafesinin arkasını genişlesin. İlkokul ikinci sınıf sabahı kaloriferler yanmadığı için annem önlüğümü elektrikli dilimin üstünde ısıtmış salonda ayakta uyumaya devam eden beni giydiriyor. Soyunmak soğuk, annem sıcak, dışarısı gri, ev yalnız.

Ayağa kalkıyoruz. Güneşe selam ederken, bir cumartesi öğleden sonrası. Okulun arka bahçesinde koyun otlatırken gördüğüm sınıf arkadaşım Nesrin (dokuz yaşından beri aklıma bir kere bile gelmemiş bir kız) ve hayatlarımızın farklılığı karşısında duyduğum hayret anı…Rüya görür gibi geçmişe dönüyorum. Görüldüğü andaki rüya kadar inandırıcı gerçekliği.

Öne katlanırken salon kapısının gıcırtısı, kimse duymadan evden kendimi dışarı, bahçeye atma telaşım ve salonda ekmek kızartan dedem. Masa ile büfe arasında gidip gelip kahvatı sofrasını hazılıyor, hafiften Vivaldi eşlik ediyor bu sabah ritüeline. Nenem geç kalkmayı sever. “Ooo! Küçük, erkencisin yine” diyor dedem. Ertesi sabah ondan da erkenci olmaya and içerek içimden, bahçeye süzülüyorum.
Arkaya katlanırken, kulaklarımda Erol Evgin çınlıyor. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor”… Annem üzülüyor mu bu şarkıyı dinlerken? Bizim evin ışıkları da yanmıyor sanki. Zaten Adile Naşit de bir kez olsun benim adımı saymıyor Uykudan Önce’de. Oysa ben her akşam onun karşısında yemeğimi yiyorum. Kuzucuklarından biri değilim herhalde.

Yaz akşamlarının hüzünlü ışığı. Mutfaktan gelen –nenemin pişirdiği– cızbız köftelerin kokusu. TRT’nin “saat 20:30”u haber eden tik tikleri. İçimde bir boşluk. Canım sıkılıyor. Keşke bir kardeşim olsa. Gizlice evlerine girerek alt kat komşumuzun kızının Barbie bebeklerini yürüttüğüm hırsızlık maceralarımın büyürken meğerse beni izlemiş olan utancı. Bir Renault 12’nin deri koltuklarına yapışan bacaklarımın arkasında akan terler, dalında büyüyen domatesin kokusu, mutfak penceresinden bahçeye uzatılan yeşil turuncu çiçek desenli mika bir tabaktaki tekir balıklarının kahkahası, lağım, tuz ve yosun kokulu bir kumsal, Arap ve yavruları…

Büyülenmiştim…İçimdeki çocukla yeniden buluşmak değil bu yaşadığım. Düpedüz zamanda yolculuk. Sanki birisi hayatımın her anının sadece görüntülerini değil, seslerini, kokularını, hislerini tatlarını da kaydetmişti ve ben Yoga dersleri sırasında o kayıtlara ulaşmış, çocukluğumu yeniden seyrediyordum. Nasıl oluyordu da oluyordu bu?

Anlattıklarımdan etkilenmişe benzemeyen hocam Panço açıkladı. Aslında çok basitti. Yoga, beynin günlük hayatta kullanmadığımız bölümlerini etkinleştiriyor, böylece farklı bilinç hallerini tecrübe edebiliyorduk. Ve evet, insan yaşamının her anını tüm hisleriyle kaydeden biri de vardı: Hafıza. Beynin az kullanılan bölümleri uyandıkça (beyin de aynı kaslar gibi kullanılmadıkça yumuşayıp tembelleşiyor, düzenli çalıştırılınca da potansiyeline doğru sağlam adımlarla yol alabiliyordu) hafıza da silkiniyor, dolap diplerinde sakladığı kayıtları gün yüzüne çıkarıyordu. Aynı durum Yoga çalışmaları sonrasında psişik yeteneklerini keşfeden insanlar için de geçerliydi. Zihnin çalışmaya alışmamış bölgeleri etkinleştikçe sezgiler ve telepati becerisi de güçleniyor, diğer insanların ne hissettiğini bilmek, düşüncelerini duymak kolaylaşıyordu.

Sabahları 6’da başlayan derslere düzenli olarak katılmaya başladığımdan beri benim de sezgilerim güçlenmiş, tahminlerim doğru çıkar olmuştu. Hayata dair kararları vermek bile kolaylaşmıştı. Hocam disiplinimi takdir ediyor, yeni yeteneklerimi ve paralel zamanlara yolculuk hikayelerimi ise yarım kulak dinliyordu. Kozmik yolculuklardan sarhoş, dersten çıktığım bir akşam Patanjali’nin Yoga–sutra (Yoga Özdayişleri) kitabını elime tutuşturdu. Üçüncü bölümle başlamalıymışım.

ARKASI YARIN….BİR YERE AYRILMAYIN

Sonrası