Yazar Yılbaşı Seviyor

IMG_6957Büyüdüğüm evde yılbaşlarına çok önem verilirdi. Bayramlardan ve hatta yaş günlerinden bile daha önemliydi yılbaşı. Muhakkak bizim evde toplanırdık. Annem emektar yardımcısı Ayşe Hanım’la beraber bütün gün yemek pişirirdi. Tavuğun içi doldurulur, lahana dolmalar sarılır, kayısılı, kestaneli pilav hazırlanırdı. Kütür kütür salatalar, cevizli kabak tatlısı derken benim içim içime sığmazdı. Benim görevim, evin tek çocuğu olarak süslemeler ve hediyelerdi. Gerçek çam ağacımız olmazdı ama Gayrettepe’mizin sayılı kırtasiyecilerinden olan Emek Kırtasiye’den bir plastik çam almıştım, her sene onu çıkartırdık. Ufak bir şeydi. Sarı çini sobanın üzerine kurardık ki boyu boyumuza erişsin. Günler önce onu süslerdik. Mavi, yeşil, kırmızı toplar takardık dallarına. Renkli topların parlak yüzeyi yumurta kabuğu gibi incecik bir maddeden yapılmıştı, deliğinden iplik geçirirken elimden kayar da parkeye düşerse hemen tuzla buz olurdu. Mavi, yeşil pırıltılar yere yayılırdı.

Hediyeler de önemliydi. Ufak tefek şeylerdi ama annem herkese hediye alırdı. Ben de alırdım. Çoğu yine Emek ya da Erdoğan kırtasiyeden kokulu kalem, defter, kitap belki bir iki biblo. Annem, neneme, büyük halamıza, dedeme Sinan Pasajı’ndan pijama, gecelik, sabahlık, terlik alırdı. Ben bazen de fotoroman hazırlardım. Büyük projeydi. Zaman isterdi. Önce hikayeye karar verirdim, sonra hikayede kullanacağım fotoğrafların negatiflerini bulup, numaralarını zarfı üzerine yazıp yine Sinan Pasaj’ındaki Foto Köksal’a götürürdüm. Fotoğraflarım hazır olunca bir deftere uhu ile yapıştırır, altına fotoğraflarda görünen insanların (ben, Yasemin, annem, Mete baba) gerçek kişilikleri ve hayatlarıyla ilgilisi alakası olmayan bir öykü yazardım. Yasemin’e hazırladığım bir fotoromanda biz önce devrimci gençlik iken sonra kötü yola düşüyorduk. Herkes kendi fotoğrafını başka bir hikaye örgüsü içinde görünce gülerdi. Fotoroman hediyelerim pek sükse yapardı aile içinde.

Yılbaşı günü okul yarım gündü. Önceki gün kardeşim Selim’in doğumgünü olduğu için babamlarda kalmış olurdum. Babamların evi Nişantaşı’ndaydı. Selim’in yaş günü partisi ile yılbaşını beraber kutlardık. Halalarım, baba tarafından kuzinlerin gelirdi. Ortaokuldan en yakın üç arkadaşım da Selim’in yaş gününü kaçırmazdı. Pasta keser, çocuğun hediye oyuncaklarıyla oynardık. Gülmekten sarhoş olurdum. Kardeşimi öper, ranzanın üst katındaki yatağıma çok mutlu yatardım. Ertesi sabah, babamlar uyanmadan kalkar, Selva’nın kremlerini sürünüp Nişantaşı soğuğunda koşa koşa okula giderdim. Okula yürüyerek gitmek harika bir şeydi. Okulun yarım gün olması daha da harika bir şeydi. Akşam yeni yıla girecek olmamızın heyecanı ise paha biçilmezdi. Hele bazen kar yağardı ya, sevinçten ağlayacak gibi olurdum. (abartmıyorum)

Sonra akşam, lahana dolmalar sarılmış, tavuk poposunda bir elma ile fırına verilmiş ve ben şıkır şıkır giyinmişken salona geçerdim. Elimde günlüğümle. Annem sehpaya kuru yemiş bırakırdı. Mumlar yakardı. Sofra kurulurdu. Şarap bardakları dizilirdi. Jan Garbarek albümünü müzik setine yerleştirirdi. Ben yere, halının üzerine otururdum ve dünyanın en ciddi işini yapar gibi günlüğüme biten yılın olaylarını yazardım. Ocak ayından başlar ve başıma gelenlerden, duygularıma, dünyadaki gelişmelerden, derslere, aile içinde olaylara kadar her şeyi bir bir not ederdim. Bir ritüeldi bu benim için. Bir arınma süreci belki. Önceki yılın muhasebesini yapmadan yenisine girmemeliydim. Önceki beni kapatmadan yeni ben’e adım atmamalıydım.

Bir yılbaşını özellikle çok iyi hatırlıyorum. 1989’a giriyorduk. Ben yine salonda orta sehpanın başına çökmüş hummalı bir şekilde yılın özetini çıkartıyordum. Televizyon açıktı. Jan Garbarek de çalıyordu ama televizyonun sesini yine de açmıştım. Doğu bloğu yıkılıyordu. Prag’da yüzbinlerce insan toplanmış ellerinde mumlarla özgürlüğü kutluyordu, Gorbaçov gülümsüyordu, Estonya’dan Letonya’ya insanlar el ele zincir kurmuşlardı. Televizyondaki sunucu tarihin çok önemli bir dönüm noktasında duruyoruz diyordu. Ben heyecanlanıyordum. Tam anne gel, gel tarihin dönüm noktasını beraber yaşayalım diyecekken televizyon Moskova’ya dönüyordu. Marx ile Lenin’in heykellerini yere indirip sürüklüyorlardı. Annemi mutfaktan getirtmekten vazgeçiyordum. Annemler bunu görürse üzülürdü. Kanal değiştiriyordum. Artık bizim de renkli televizyonumuz, uzaktan kumandamız ve birden fazla kanalımız vardı. Ne çabuk alışmıştık.

Üç kuşak bizde toplanırdık. Biz ve Kuruyazıcı ailesinin üç kuşağı. Kuruyazıcı ailesi akrabalarımız gibiydi. (Hâlâ öyle) Masanın etrafını yediden yetmişe kuşatırdık. Şaraplar açılır, çocuk, yaşlı hepimizin eline bir kadeh tutuşturulurdu. Renkli külahlar takılır, balonlar şişirilir, düdükler çalınırdı. Hediyeleri ben dağıtırdım. Düğün çığırtkanı gibi. Her paketin üzerine önceden kimden kime olduğunu yazmış olurduk. Nilüfer’den Saadete. Mete’den Defne’ye, Dede’den Nene’ye… O ağacın etrafında hediyesini bekleyen herkese çocuklaşırdı. Davetsiz bir misafir geliverirse annem bir koşu içeri odalara koşar, zulasından muhakkak bir hediye çıkartır, ağacın altına sürüverirdi.

Sonra yerdik, ne yerdik ama! Patlayana kadar yerdik. Mide fesadı geçireceğim galiba derdik ama yine de yerdik. Yeni yıla girerken Mete babam şampanya patlatırdı, annem yayvan ağızlı kadehleri köpüklerin altına tutardı. Ben sevinçten sarhoş olurdum.

İnanır mısınız bu düzen tüm çocukluğum, gençliğim boyunca sürdü. Annemin evinden ayrılıp, Cihangir’e taşındığım yıllarda bile muhakkak yılbaşı yemeğini orada yedim. Yasemin de benimle geldi. Sevgililerimize de masada yer açıldı. Plastik ağacın yerini gerçek ağaç aldı, parlak yeşil mavi topların hepsi kırıldı, yerine plastikleri asıldı. Sonra her sene yaşlı kuşaktan birileri eksilmeye başladı. Dedem gitti. Arkasından Nezahat teyze, nenem, koca hala, kırmızı nene… Yerlerini Kuruyazıcıların torunları aldı. Bazı şeyler hiç değişmedi. Yılbaşının yüreğimdeki yeri mesela.

Herkesi benim gibi sandım. O yüzden de Tayland’da geçirdiğim ilk yılbaşında yanımdaki sevgilim erkenden yatıp horul horul uykuya dalınca acımdan ne yapacağımı şaşırdım. Kamboçya sınırında bir adadaydık. Hava ılıktı. Kaldığımız otel plaja renkli ampuller asmıştı. Müzik çalıyor, dans ediyor, yiyor içiyor ve yeni yılı kutluyorlardı. Yeni yıl çünkü dünyadaki insanların çoğunluğunun aynı anda ümitle geleceğe baktıkları bir gündür. Kutlansa da kutlanmasa da benim sehpa başına çöküp de muhasebesini yaptığım gibi önceki zaman kısaca gözden geçirilir ve sonraki zamana umutla adım atılır. Bir şeylerin değişeceğine, daha iyiye gideceğine dair bir ümit belirir. Kısacık da olsa, karanlık göklerde patlayıp yıldızları dökülen bir havai fişek gibi de olsa bir an için birlikte hissederiz onu. İnsan yanındakine sarılmak ister. O ana beraber değer vermek ister.

Ben Kamboçya sınırındaki o adada, kaldığımız bungalovun balkonundaki plajın renkli ampulleri altında dans eden insanlara bakarken İstanbul’u, Gayrettepe’de bir dairede plastik ağacın altında birbirine hediye veren ailemi çok özledim ve ağladım.

Dün yeni bir projeye başladım. Kitaplarımdaki yılbaşı bölümlerini İnstagram’da canlı yayında okuyorum. Türkiye saati ile 17:00de, 26-29 Aralık arası her gün. Bu projeyi ilan ettiğimde, öğrencilerimden biri haklı olarak “her kitabınızda bir yılbaşı sahnesi mi var,” diye sordu. Ben evet deyince de ekledi:

“Demek ki yazar yılbaşını seviyor!”

Doğru bu yazar yılbaşını çok seviyor!

Akşam 17:00’de instagram canlı yayında görüşmek üzere. Yeni yılınız kutlu ve çok mutlu olsun. Sağlığa, özgür günlere, beraberliğe, ilhama ve dayanışmaya… Ümitle,

Defne

 

 

Görüp de Geçtiğimiz İstanbul

Çıkmaz sokakları, yıkıntı halindeki evleri, ihtişamlı sarayları, apartmanların arka pencerelerinin baktığı avluları ile, bu şehirde keşfedecek ne çok şey vardı! İstanbul iç içe geçmiş diyarların merkeziydi belki. Şehrin daracık eski sokaklarını dolaşırken bir solucan deliğinden girip diğerinden çıkabiliyorduk. Solucan delikleri yüzünden paylaşılamıyordu bir türlü. Çünkü mekan değiştirirken insan kendi kimliğinden de özgürleşiyordu. Kim olduğunun önemi kalmayınca mutluluk kendiliğinden geliyordu.

Saklambaç, Defne Suman

Natali Avazyan'ın arşivinden
Natali Avazyan’ın arşivinden

Lisedeyken bir Pazar öğleden sonrası tiyatro çalışmasından sonra kafamıza göre bir otobüse binip, aklımızın estiği bir durakta inmiştik. Daracık sokaklarda, karanlık geçitlerde, ihtişamlı ve tarih kadar eski binaların arasında gezindiğimiz bence pek büyülü o bahar gününün sonunda annemlere o gün Karaköy’ü keşfettiğimizi söylediğimde çok gülmüştü. Karaköy’ün ara sokaklarının onun için artık bir esrarı yoktu. Bizim bakir gözlerimize mucize misali görünen ayrıntıların, bir anda karşımıza çıkan bir avlunun, bir çeşme köşesinin, merdivenlerle kesiliveren bir sokağın yüreğimizde yarattığı kıpırtıyı o çoktan unutmuştu.

O gün otobüsten inip de ağzımız korku, hayret ve hayranlıktan bir karış açık daldığımız sokakların birinin köşesindeki bir kahveden bu satıları yazdığım şimdi ben de çoktan o kıpırtıyı unuttum. Zannederim ki (korkarım ki) on altısındaki bir taze gelip de bana heyecan içinde “ben bugün Karaköy diye bir mahalle keşfettim” derse ben de gülerim. Her şeyi keşfedip bitirdiğimden değil, artık bakıp da görmeyi bıraktığımdan, görüp de geçmeyi adet edindiğimden.

Hal böyle olunca Selva annem (babamın eşi) rahmetli babam Kemal Suman’dan kalma şirketimiz Retur’u “Fark Etmediğimiz İstanbul” turları ile yeniden hayata geçirme projesi hakkında ne düşündüğümü sorunca çok heyecanlandım. Her gün görüp de geçtiğim İstanbul’a gözlerimi açacak, beni yeniden o eksi keşif kıpırtısı ile buluşturacak harika bir proje idi bu. Hemen hayata geçirmeye karar verdik.

İlk turumuz 8 Mart Pazar günü “Fark Etmediğimiz Beyoğlu”nda gerçekleşecek. Rehber Bülent Demirdurak eşliğinde Beyoğlunda hep önünden geçip gittiğimiz, belki merak edip ama bir türlü içine giremediğimiz, yıkılması söz konusu olana kadar kıymetini bilmediğimiz içinde nice avluyu, heykeli, çeşmeyi, tarihi ve kim bilir daha neler neler gizleyen otuz tane binayı gezeceğiz.

İlk turumuzun Beyoğlu’nda yapılacak olması beni bilhassa sevindiriyor. Beyoğlu benim şahsi hafızamda özel bir yere sahip bir yer. İstanbul’un Avrupa yakasında doğup büyüyen bütün çocuklar için öyledir herhalde gerçi ya… Ben de kuşağımın diğer üyeleri gibi Beyoğlu’na karşı merak ve korku duyarak büyüdüm. Markiz’de, Le Bon’da gençliklerini yaşamış dedenin, nenenin Beyoğlusu ile arkadaşlarımın annelerinin onları bırakmadığı Beyoğlu aynı yer miydi? Bir Pazar öğleden sonra sinema çıkışında pencerelerden sarkan yarı çıplak travestilerin yaşadığı sokaklar ile koca hala Saadet’in balolara katıldığı evlerin bulunduğu, Beylerin ceketsiz, hanımların şapkasız çıkmadığı sokaklar aynı sokaklar olabilir miydi?

Ben serbest yetişmiş bir çocuktum. Annem ve babam bana güvenirdi, ben de onlara yalan söylemeye ihtiyaç duymazdım. Bu yüzden yağmurlu, karanlık bir Noel öğleden sonrasında tek başıma Beyoğlu’nda kiliseye gitmeye kalkışmak bana çok da ters gelen bir şey değildi. Sökülmüş kaldırım taşlarının arasında dolanan karanlık yüzlü adamların arasında Saint Antoine kilisesine yürümüştüm. Kilise soğuktu, boştu, hayallerimdeki sıcak, parlak, kurabiye kokulu Noel’e dair en ufak bir iz taşımıyordu. Ayinin gece yarısı yapılacağını bilmeyen on beş yaşında bir çocuk olduğum için geldiğim gibi kös kös geri dönmüştüm o gün eve.

Ama Beyoğlu’nda büyülü bir şeyler vardı. Onu fark etmiştim. Karanlık yüzlü adamların bile gölgeleyemediği bir zarafet, bir bağlantı, yüreğimde yankısını duyduğum uzak bir hasret…

İki sene sonra, bu sefer bir bahar günü okulu kırıp tiyatrodaki rolüm için şapka almaya çıktım Beyoğlu’na. Şimdi düşündüğümde bana hayal gibi gelen o gün ben sahiden de ara sokakların birinde şapka satan bir siyahlar içinde madam buldum. Madamın ismi Despina’ydı. Aynalar, valizler ve şapkalarla dolu ufacık bir dükkanda belki de bin yaşındaydı. Lacivert hırka, mavi gömlek, fular, gri etek okul formamın üzerine başıma geçirdiğim önü tüllü siyah şapkaya benimle beraber aynadan bakarken bana bir çocuk gibi değil, bir hanımefendiyim gibi davranması beni hem onurlandırmış, hem de utandırmıştı. Şapkayı kutuya koyup beni kapıda uğurlarken muhakkak yine gelip onu ziyaret etmemi tembihlemişti.

Bir daha gidemedim.

Artık Beyoğlu’nda Madam Despinalar yok. Tırnağı ile bu şehre asılmış son bir kuşaktı onlarınki.Hüzünlü yüzlü artık kendileri de ihtiyar çocukları ile Atina’da karşılaşırsam bazen bana Pera’da bir şekercide, bir tuhafiyeci ya da oyuncakçıda geçen çocukluklarını anlatanları çıkıyor, hatırlamak istemedikleri için gülüp geçenleri de.

Madam Despinalar yok ama sesleri binalarda hâlâ yankılanıyor. Nenemin Markiz’de katıldığı edebiyat toplantıları ile Koca Hala’nın Le Bon’daki bir baloda attığı kahkahanın yankısı da. Kilisedeki sıcak bir Noel hayali ile soğuk, karanlık sokaklarında yürüdüğüm gün aradığım şey aslında kilise değil, binalarının taşlarından, heykellerinden, bir anda karşınıza çıkan avlularından sır gibi fısıldayan eski Pera idi.

İstanbul Saklambaç’ın Eda’sının düşündüğü gibi sadece iç içe geçmiş diyarların değil, iç içe geçmiş zamanların da merkeziydi belki. Beni kebap kokulu bir Beyoğlundan zarif Pera’ya taşıyacak olan solucan deliği her gün önünden geçip de görmediğim binaların birinde gizliydi….

İşte şimdi 8 Mart günü yapacağımız turda, Beyoğlu’nun o güzel, o eski binalarına taze bir gözle bakacağım çok heyecanlı, çocukluğumu otobüslerinde, yazıhanelerinde, çalışanların kucaklarında geçirdiğim Retur’u ailem ile beraber yeniden hayata geçireceğimiz için de çok sevinçliyim.

Bu sevince ve meraka ortak olmanız dileği ile sizleri 8 Mart’taki Farkında Olmadığımız Beyoğlu turuna davet ediyorum. Ayrıntıları aşağıda bulabilirsiniz.

Bir eski köşecikte buluşmak üzere,

Defne Suman

Farkında Olmadığımız Beyoğlu Turu

8 Mart 2015 Pazar 

Buluşma noktası Taksim The Marmara’nın önü. 

Saat 09:30 

Rehber: Bülent Demirdurak

Gezeceğimiz yerler:

  • Taksim Meydanı, Cumhuriyet Anıtı, Maksem
  • Surp Hovhan Vosgeperan Kilisesi
  • Aya Triada Kilisesi
  • Afrika Hanı, Rumeli Hanı
  • Hasnun Galip sokağı
  • Ağa Camii
  • Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi
  • Cercle d’Orient Binası
  • Anadolu Pasajı, Atlas Pasajı, Halep Pasajı
  • Çiçek Pasajı, Cité de Péra
  • Aynalı Pasaj, Avrupa Pasajı
  • Üç Horan Ermeni Kilisesi
  • Galatasaray Lisesi ve Müzesi
  • Aznavur Pasajı, Hazzopulo Pasajı
  • Panaia Kilisesi
  • Mısır Apartmanı
  • Saint Antoine Katolik Kilisesi
  • Elhamra Pasajı
  • Eski Çiçekçi ve Nur-u Ziya sokakları
  • Fransız Sarayı
  • Odakule
  • Hollanda Sarayı
  • Suriye Pasajı, Lebon Pastanesi
  • Botter Apartmanı
  • Narmanlı Han
  • İsveç Sarayı
  • Galata Mevlevihanesi
  • Kırım Kilisesi
  • Doğan Apartmanı
  • Aşkenaz Sinagogu
  • Tünel

Gezi tamamen yürüyerek yapılacak ve binalar genelde dışardan görülecektir. Çiçek Pasajı’nda atıştırmalık, Fıccın sokak’ta öğle yemeği molası verilecektir. Atıştırmalık ve öğle yemeği serbesttir.

Katılım Bedeli: 100 TL

Kişi sayısı bildirimi için e-posta veya telefonla arayabilirsiniz.

Selva Suman  0532 217 12 42 ve selvasuman@gmail.com

Walkman Anıları

Bir kahve söylüyorum, sonra kulaklarımı takıyorum. Müzik başlıyor. Telefondan karışık. Bir kitap açıyorum. Genelde bir roman. Ya da defterimi açıyorum. İçimi dökmeye, geçen günleri not etmeye, yazdıkça açılmaya, açıldıkça yazmaya doğru… En sevdiğim sabahlar böyle sabahlar. Evde oturmayı hiç sevmiyorum. Gözümü açayım, sokağa atayım kendimi o denli…

Neyse yine öyle bir sabah. Yeni ay üstelik. Bari yeni blog yazayım.

Kulaklarımda kulaklık. Glikeria İzmir şarkıları söylüyor. Kah neşeli, kah hüzünlü. Kulaklarım kulaklarımla tıkalı iken etrafımdaki her şey, herkes film karelerindeymiş gibi akıp gidiyorlar. Sesini duymadığım zaman dünyayı daha çok seviyor olabilir miyim? Kulağıma ne zaman kulaklarımı taksam yüzüme tatlı bir tebessüm yerleşiyor, küçük şeyler önem kazanırken,  mühim sandığım şeyler küçülüyor. Buzuki, mandolin, santur, aman aman… Karabiberim, esmer şekerim filan.

“Anne walkman 80li yilların icadı mıdır?” diye sormuştum. 14 yaşındaydım. İçinde yaşadığım 80li yıllardan nefret ediyordum. Madonna Material Girl’i söylüyordu. Ben Joan Baez’den We Shall Overcome’ı dinliyordum. Yanlış zamana doğduğuma inanıyor, bazen kederimden ağlayacak gibi oluyordum. Hayatımda hiç hipi görmemiştim ama hipileri özlüyordum. Hipilerin yerini yuppilerin aldığı konuşuluyordu. Ben yuppi de görmemiştim ama onları sevmediğimi biliyordum. Vatkaları, diskotekleri, break dansı ve Blue Jean dergisinden çıkan ve arkadaşlarımın odalarının duvarlarını süsleyen Duran Duran posterlerini sevmediğim gibi… Dünyayı tanımaya başladığım bu 80li yıllar bireyciliğin yıllarıydı, benim hayallerimi Imagine şarkısında tarifi edilen dünya süslüyordu.

“Evet” demişti annem, -bilerek mi bilmeden mi?- walkman 80li yılların icadıdır. “Biz gençken kimsenin duymadığı bir müziği dinleyerek kendi içine kapanmazdı insanlar. Bireysel zamanlara ait bir yeniliktir bu walkman.”

Annemin walkmani yoktu ama benim vardı. Mavi metalden, çok şık lacivert deri kaplı, boynuna asabileceğin bir kılıfı da bulunan. “Dünyanın ilk walkman’i budur Defnoş, aman iyi bakasın bir gün antika değeri olacak” demişti babam onu bana hediye ederken -bilerek mi bilmeyerek mi?- Maalesef ilk gençlik yıllarımda kayboldu o walkman, nasıl oldu bilmiyorum çünkü sahiden gözüm gibi bakıyor, kimselere koklatmıyordum. (Ey eski dost, kazara senin eşyaların arasına karıştıysa o walkman lütfen bana geri getir, antika değeri var mıdır bilmiyorum ama benim için manevi değeri büyük.)

Walkman 80li yılların icadı olabilirdi ama annemin bilmediği bir şey vardı. Benim mavi walkman’inden iki kişi aynı anda müzik dinleyebiliyordu, çünkü iki adet kulaklık girişi vardı. Bu harika ayrıntıyı neden sonraki yıllarda üretilen walkmanlere, diskmanlere, ipodlara koymadılar bilmiyorum. Yazık, çok yazık. Çünkü iki kişinin tek bir cihazdan müzik dinlemesi öyle samimi, öyle sıcak bir şeydi ki! Üstelik bir de turuncu minik bir düğmesi daha vardı, oraya basınca sadece diğer kulaklığın duyabileceği bir şekilde konuşabiliyordunuz.

Çocukluğun uzun, çok uzun araba yolculuklarında ilk walkmani hatırlarım. Sağımızda karanlık sular, arabaya eşlik eden mehtap ve göklere pırlanta gibi yayılmış yıldızların eşliğinde -kah bizim Serçe’nin, kah onların Renault 7sinin bacakları şıpır şıpır terleten deri arka koltuğunda- walkman’imin ucundan çıkan iki kulaklığın bir ucunda Yasemin, diğer ucunda ben, ikimizin baş rolünü oynadığı bir filmde, kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşcasına samimi ve yakın…

Hâlâ işte öyle hissediyorum kulaklıklarımı taktığımda kulağıma.

walkman

Dev Levrekler de İncinir


Kayınpeder anlatıyor: Çocukluğunun yaz tatillerini geçirdiği küçük Ege kasabası Limni’de iskelenin altından dev levrekler geçermiş. O kadar büyükmüş ki bu levrekler ancak iskelenin demirlerine yuvalanmış sıçanlarla doyururlarmış karınlarını. Sıçan bulmak için gelirlermiş zaten kıyıya.

Tahta iskelenin kıyısından denize ayaklarını sallandırmış oturan çocuk Pavlos’u tasavvur ettim. Deniz masmavi ve dibi görünüyor. Dev levreklerden kaçan küçük balık sürülerinin telaşlı geçişi, güneşin sularda dans eden işveli ışığı, çamların denize düşen yeşili bir bir gözlerimin önünde canlandı. İçim cız etti. Ne kadar zaman oldu ben bir iskeleden ayaklarımı denize sarkıtmayalı?

Önce kedimiz balkondan düşerek öldü. Bir kaç aylık bir şeydi. Küçük, afacan, sevimli. Aynı çatı altında topu topu yirmi gün geçirmiş olmamıza rağmen candan bağlanmışız ona. Arkasından dedik ki, kediciğimizin bizi kapıda karşıladığı, perdelerle savaşıp güldürdüğü o yirmi gün ne kadar değerli imiş meğer. Bilemedik.
Ölüm hakkında pek bir şey bilmeyiz ya zaten. O yokmuş gibi yaşarız. Ve işte ölümün varlığını farkettiğimiz o kısacık anda hakikat gözlerimizin önünde yandı söndü:
Aldığımız her soluk bize verilmiş süre kredisinden çekilmekte. Her an, her soluk sonlu olduğu için değerli.
Bu gerçeği unutup, yine hayatın hay huyuna kaptırıyorduk ki kendimizi, bir dostumuzun ölüm haberi geldi uzak diyarlardan. Trafik kazası. “Tam da yepyeni bir hayata adım atacakken” dedik. “En beklenmedik zamanda. Hayat nasıl böyle acımasız olabilir?” diye ağladık. Cenazesinde konuşan imam hakikati hatırlattı usulca: zamansız ölüm yoktur, her kul yeryüzündeki vaktini, görevini tamamladığında aramızdan ayrılacaktır.
O konuşurken aklıma düşünceler üşüştü: Hakikat bu âlemden, günlük hayat kafalarımız ile anlayacağımız bir şey değil. Başka âlemlerden buraya bakınca, yaşadıklarımız belki de bir rüya kadar absürd ve gerçekdışı görünüyor. Rüyayı yaşarken nasıl gerçekmiş gibi hissediyoruz, uyanınca ciddiye bile almıyoruz.
Ne belli, belki hayat ve ölüm ilişkisi de rüya-uyanıklık ilişkisi gibi bir şeydir. Bu düşünceleri aklıma koyan sen misin merhum dostum? Biz seni öte âlemlere geçirirken sen bize hakikati mi anlatıyorsun? Bedeni toprağa indirilirken dudaklarımda minik bir tebessüm ile ona veda ettim.
Ölümsüz hayatın değeri var mı? Vaktimiz dolduğunda öleceğimizi aklımızdan çıkarıp yaşadığımız her an hayatın ne değerli bir şey olduğunu da unutuyoruz aslında.
İncinebilirlik (ing: vulnerability) üzerine bir konuşma dinledim geçen gün. Esas cesaretin incinebilirliğin kabulünde olduğunundan söz ediliyordu. İncinebiliriz, kırılabilir, yaralanabiliriz. İnsan tabiatında bunların hepsi var. Cesaret bu olasıklıkları bilerek, göze alarak harekete geçmek. Beni hiçbir şey incitemez, kıramaz, yaralayamaz diye düşünmek hem bir ilüzyon hem de insanı yeni tecrübelere karşı kısıtlayan bir şey aslında. Kırılganlık ölüm kadar insanın ve hayatın parçası.
Aynı konuşmada kırılgan tabiatlarını kabul edemeyen insanların duygusal ve fiziksel olarak incindiklerinde hemen acıyı uyuşturma yoluna gittiklerinden de bahsediliyordu. Alkol, uyuşturucu, ağrı kesici, şeker ve antidepresanlar sadece rahatsızlığı uyuşturmakla kalmıyor, aynı zamanda her insanın incinebilir bir tabiatı olduğu gerçeğini de gölgeliyor.
Çok gençtik. Bir başka dostumuzu yine bir kazaya kurban vermiştik. Acıdan sesi boğazına takılmış sevgilisine eczaneden sakinleştirici alalım diye konuşuyorduk. Kabul etmemişti. Bütün gençliği ve acısına rağmen, kederi sonuna kadar yaşamak istediğini söylemişti bize.
Rahatsızlığımızı uyuşturduğumuz zaman bütün duyguları uyuştuyoruz aslında. Acı, keder ve hüzün ile beraber neşe, keyif, mutluluk ve sevgi de uyuşuyor. Uyuşturucu maddeler şunları uyuşturalım ama bunlara dokunmayalım mantığı ile işlemiyor.
Dolayısı ile incinebilir tabiatımızı görmemek için zihnimizi uyuşturunca, insan tabiatımızın tamamını iptal etmiş oluyoruz.
Ölüm, karanlık yüzü ile bize ışığın yönünü gösteriyor. Bütün canlılar hayatın sundukları karşısında kırılgan. Canımızı bedenimize bağlayan o pamuk ipliği, kaza, tabii felaket, hastalık veya aşırı kullanmadan dolayı günü geldiğinde kopacak. Bu gerçeği, incinebilir tabiatımızı unutmuş bir halde, hay huy içinde yaşamaya devam ederken ölüyoruz aslında.
Ölüm bilinci olmayan insanın hayata hakkını vererek yaşaması ne mümkün!
Ege’ye doğru yol almalı şimdi. Tahta bir iskeleden ayakları suya sarkıtmalı ve denizin dibine bakışlarla dalmalı. Kimbilir belki de geçiverir önden telaşlı bir balık sürüsü ve ardından da bir dev levrek.
Hayırlısı ne ise onu öyle kabul etmeli…
NOT:
Bu yazının ilk kopyasını okuyan Burcu, Ramesh Balsekar’ın yorumladığı ve kendisinin tercüme ettiği Bhagavad Gita’dan bir bölümünü bana gönderdi. Ölüm hakkındaki düşüncelerimle pek güzel örtüşen bu pasajı burada sizinle paylaşıyorum:
Bölüm II/ 28
Varlıklar, doğumlarından önce duyularla algılanamazlar. Doğum ile ölüm arasındaki süreçte duyularla algılanabilirler. Ölüm sonucunda yeniden algılanamaz hâle geçerler. Bu doğal süreç sırasında ızdırap çekmeye ne gerek vardır?
Rüyada görülen kişiler ve olaylar rüya başlamadan önce yoktular ve rüya bittiğinde de kaybolup gidecekler. Bu esnada hiç kimse ızdırap çekmiyor da neden adına yaşam denen, uyanıkken gördüğümüz bu rüyada benzer bir durum bize ızdırap veriyor? Bu bölümde anlatılmak istenen de bu gibi görünüyor.
Duyularla algılanamayanın durgun enerjisi, görünen evrene doğru harekete geçtiğinde görünür bir biçimde varlık bulur. Açığa çıkan enerji, milyarlarca yıl sonra kendini tükettiğinde – yeniden aktif olana kadar – duyularla algılanamayan durgun enerjiye indirgenir. Bu, muhakeme yeteneği olan bir kişinin alakadar olmaması gereken doğal bir süreçtir.
Kaynak: Bhagavad Gita,
Yorumlayan: Ramesh Balsekar
İngilizceden tercüme: Burcu Çelebi Öziş