BOŞLUK VI: HEDİYE

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Fresh Pot kahvesi Powels kitapçısının bitişiğinde. Hatta kahveye girmek için kitapçının kapısını kullanıyoruz. Sabah vakti kitap kokusuna karışık kahve beni mest ediyor. Bu yaz Albina Press’i Fresh Pot’a değiştim. Albina Press çok fazla tanıdık ile doldu. Tek başıma avarelik edemiyorum artık orada. Oturur oturmaz birileri masama yanaşıveriyor. Fresh Pot’un kahvesi daha iyi zaten. Ve bir de komşu kitapçının raflarından istediğim kitabı çekip masama getirebilirim.

Dışarıda tatlı bir sonbahar havası…Yağmur yağıyor, hava serin ve karanlık, sokaklar sakin ve boş. İç mekanların tadı bir başka çıkıyor böyle havalarda. Portlandlılar çok uzun ve çok yağmurlu bir kış geçirdikleri yetmemiş gibi, yazın da bir türlü başlamamasına müthiş bozuluyorlar. Haklı olarak. Biz buraya göçmeden önce on beş gün boyunca Leros’da denize girip çıkıp, daha tuzumuz kurumadan kalamar, ahtapot, çoban salatası, patates kızartması ile dolu sofralarda yemekler yediğimiz için yaza doymuşuz gibi geliyor bana. Sonbahar 30’lu yaşlarımın en sevdiğim mevsimi haline geldi galiba!

Bu sabah iki dersim vardı. Saatimi 5’e kurmuştum. Derslerin öncesine kendi yogamı yapma niyeti ile. Yine olmadı! Normalden 45 dakika önce uyanmak niye bu kadar zor anlamıyorum ki! Kendi yogam kaldı iki dersin sonrasına .Taa 8:30’a. O saatte yoga mı yapılırmış, diye söyleniyor yine içimdeki çok bilmiş. Of!

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Güneşten önce kalkmayı becerdikten sonra bir kere, yogayı tam gün doğumuna denk getirmek öyle kuvvetli bir etki yapıyor ki! Yıllar önce, bütün yazı bir sahile kurduğum çadırımda geçirirken, komşum Serap ile güneş doğmadan uyanır, hiç konuşmadan doğuya yüzümüzü döner yogamıza başlardık. Saat kaçtı o sabahlarda? Uzun yaz günleri olduğuna göre, 4:30’dan geç olamaz. Yarın sabah yine deneyeceğim. İnanıyoruz ki zevke ve keyfe odaklanırsak, 5’de kalkabileceğiz (içimdeki ses ve ben.)

Ama bugün yogadan bahsetmeyecektim. Çünkü Boşluk serisi yoga serisi değil. Ruh, nefes, spirit, mizah, can, yaratıcılık, ilham, hayal gücü…bunları yogaya bağlayabiliriz elbet ama ömrünüzde yoga yapmadınız ve yapmayacak iseniz bile neden söz ettiğimi anlıyorsunuz değil mi? Boşluk yogadan büyük bir alanı kaplıyor.

Her birimiz eşsiz insanlarız. Maceradan arınmış, rutine dayalı sözde en sıradan hayatları sürenlerimiz bile özel-orjinal benlikler içinde yaşıyoruz. Nasıl ki her birimizin genetik yapısı bu alemde tek ve eşsiz, aynısı benliğimiz için de geçerli. Genlerimiz, birikim ve tecrübelerimiz, yaşam koşullarımız ve bilmediğimiz milyonlarca faktörün bir araya gelmesinden, benlik oluşmuş. Her birimiz insanlık halimizi  diğerinden farklı tecrübe ederiz ama nihayetinde insan birdir.  Bu birlik sayesinde iletişim kurabiliriz. Benim insanlığımı yaşama yolum yazı ile size ulaşır ve sizin insanlık halinizle örtüşür, size bir şey katar ve siz de dönüp kendinizinkini bir diğerine aktarırsınız. İlham zincirleme birbirimize geçirdiğimiz hediyedir.

Spiritsiz insan olmadığı gibi, hayal gücü ve yaratıcılıktan yoksun insan da yoktur. Geleneksel toplumlarda el işi, marangozluk, müzik, dans, muhabbet tellallığı, oyunculuk, masal yazmak/anlatmak gibi yaratıcılığı besleyen faaliyetler günlük hayatın parçası olarak yaşanıyordu. Bütün yetişkinlerin müzik yapması da, dans etmesi de sıradan ve sık sık tekrar eden olaylardı. Şimdi müzik yapmak, dans etmek, resim yapmak, yazı yazmak için bu alanlardan birine karşı yeteneğimiz olması gerektiğine inanıyoruz. Oysa ki ilham perisi gibi yetenek de zamanla, sabırla, kapısı çalına çalına uyanan bir diğer lamba cini.

Dünyada kaç milyar insan yaşıyorsa, bir o kadar da spirit var. Bir o kadar kendini ifade etme biçimi…Binlerce farklı kanaldan, milyonlarca farklı insana…Günümüzde yaratma imkanlarımız azalmadı, tersine arttı. Geleneksel toplumlarda ancak kendi kabileme, köyüme sunabileceğim iç dünyamı şimdi benimle aynı dili konuşan binlerce insana açabiliyorum. Bir şeyleri kanıtlamak, sizi değiştirmek, ya da etkilemek, daha iyi bir insan olmak için değil. Yaratmanın tatminini yaşamak için. Bu da sizin bana hediyeniz.

Can, öz  veya spirit uyuduğu yerden çıktıkça beraberinde yaratıcılığı getiriyor. Spirit, yogadaki gibi nefesle bedenin derinliklerine dokunarak veya insanın kendi gerçeğinin farkına varması sonucunda ortaya çıkabilir. Kendi gerçeğimiz derken, o orjinal benliğimizden söz ediyorum. Sadece size has olan, genetik yapınız gibi nevi şahsınza münhasır benliğinizden!

Bu arada o orjinal benlik (spirit)  bilinçli veya bilinçsiz olarak çocukluğumuzdan beri bastırılmış olabilir. Anne-baba “düzeltmeleri” (ama biz senin iyiliğini istediğimiz için böyle söylüyoruz), öğretmen eleştirisi (daha iyisini yapabileceğini biliyoum!), arkadaşların dalga geçmesi, eşlerin eşlere inançsızlığı, ve hatta kendi çocuklarımızın bizi küçümsemesi…Bir ömür bunlara şahitlik eden Spirit koşa koşa lambasına geri kaçmasın da ne yapsın? Ancak bir iki kadeh içki içtiğimizde geri gelir bazen. (İngilizce’de alkollü içeceklere bilin bakalım ne derler: Spirit!) Spirit’i dışarı çağırmak için alkollü spiritlere bağımlı hale gelirsek yalnız, yine kaçar lambasının içine.

İnsan yaratmak ister. İnsan ait olmak ister. Ne demişti yogi Bajan? We all long to belong. Hepimiz aidiyetin hasretini çekeriz. Yaradana kavuşmak yaratmaktan geçer. İnsanı insan yapan analitik düşünme yeteneği değil, hayal gücüdür bence. Hayal gücü orjinal benlikten, candan, spiritten beslenir.  Spirit avare zamanlardan…

Size bir hediye vereceğim:

Bir saat BOŞLUK.

Haydi bugün avare avare dolanın sokaklarda bir saat. Tek başınıza. Kimse ile konuşmadan. Bir yere yetişmeden. Belki kulağınıza müzik takar, bir film seyreder gibi sokaklardaki kendinizi seyredersiniz. Kim bilir belki alfa frekansına geçersiniz. Belki spirit lambanın ağzından başını gösterir, bir dilek tutarsınız. Belki bir şarkı yazarsınız, ya da mektup, belki bir resim yaparsınız ya da sekiverirsiniz kaldırımda.

Nasıl isterseniz öyle değerlendirin hediyenizi…

Mutlu günler!

SON

Istanbul by Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

Aisha Harley’nin ve İstanbul’un ruhunu yansıtan bu güzel fotoğrafların devamına Defnesumanyoga’nın Facebook sayfasından bakabilirsiniz!

Boşluk Serisi IV- Maalesef Ruhu Yok

Burada bir öğrencim var.  İsmine Alice diyelim. Alice yoga  konusunda çok hevesli. Bir bilgisayar şirketinde sabah 9 akşam 6 çalışmasına rağmen, benim derslerime gelmeye azm etti. Haftada dört sabah saat 6:15’de karşımda. Bu aralar derslerim çok kalabalık da değil, toplasanız beş öğrenci geliyor gelmiyor.  Böylece her biri ile ek tek ilgilenebiliyorum .

Alice 26 yaşında. Sağlam kemikli, ince uzun kaslı, eksiği fazlası olmayan sağlıklı bir bedene sahip. Geçenlerde konuşurken özellikle Shadow Yoga öğrenmek istediğini, çünkü hareketlerdeki zerafeti çekici bulduğunu söyledi. Bunu duyan içimdeki hazır-cevap yoga hocası hemen hamlesini  hazırladı:

“Biliyorsun yoga fiziksel bedenin dış görüntüsü için yapılan bir şey değil”. (Of, ne sıkıcısın içimdeki hazır-cevap yoga hocası!)

Neyse o hamlesini yapmadan yakaladım bileğinden, içime geri çektim. Çünkü Alice’in söyledikleri hafızamda eski bir hocamın “grace” (hem zerafet hem de Tanrı’nın lütfu anlamına gelen) tanımı uyandırdı:

Evrenin zerafetine şahit olduğumuzda, akışın mükemmeliğini ve Yaradan’ın nefesini duyarız. Bundanır zarif olana doğru çekilmemiz.

Zerafete zihin 5 duyu organı ile şahitlik eder ve böylece ruh okşanır! Kimi  antropolojik araştırmalar insanların toplumsal ve kültürel farklılıklarına rağmen, zerafete şahitlik ederken gülümsediklerini saptamıştır.

Bir sürü martı birbirinin ardı sıra gökyüzüne yükselir mesela veya yatağımızı yaparken havalanan kuş tüyleri döne döne çarşaflara iner, ipek gömlek tenimize değer, bir yerden Albinoni’nin notaları kulağımıza çalınır ve gül mesela, sadece görüntüsü ile değil, kokusu ile bile zarifitir.  Artistik patinaj, kelebek stili yüzme, kelebeklerin kendisi, ipte yürüyen cambaz, damdaki kediden de bahsetmek istiyorum ama artık uzatmayayım. (Aslında ben de internetten uzun yazı okuyamayanlardanım!)

Velhasıl Alice de DVD’den seyrettiği Emma gibi zarif hareket etmek istiyor. Ve kendi bilse de bilmese de bu arzusu ilahi olanla bütünleşme hasretinden kaynaklanıyor.Ne demişti Yoga Bajan? We all long to belong.

Ve fakat Alice bütün çabasına rağmen o zerafeti içinden çıkaramıyor. Hareketlerin sırasını öğrendi. Kalçaları açık, bacakları güçlü, ayak bilekleri hamur gibi istediği şekle giriyor ve yine de olmuyor. Ben görüyorum, o da anlıyor.

Hareket ederken çok düşündüğü, hep düşündüğü öyle belli ki! Anlıyorum ki aklından geçenler akşam dışarı çıkarken ne giyeceği veya bana kendisini nasıl beğendirebileceği ile ilgili değil. Sadece yogayı düşünüyor. Hareketlerin sırasını, ince ayrıntılarını, hizasını, el-ayak-nefes koordinasyonlarını…Alice bir saat boyunca durmadan yoga düşünüyor. Bir saat boyunca durmadan yoga konusunda endişe üretiyor! Biliyorsunuz endişe ”let go” nun tam tersi.  Zerafet ise dikkat ve serbestliğin bileşiminden doğuyor.

Zaten Alice burada ”worry bee” tabir edilen endişeli tiplerden. Nadiren gülümsüyor ve sorularını ciddi bir ifade ile soruyor. Ben dalga geçer tonda bir şey söylersem, kendini muhakkak açıklama  yapmak zorunda hissediyor. Sanki bütün dünyaya açıklama borcu var. En büyük korkusu yanlış anlaşılmak.

Derken sıra geldi nefes çalışmaya ve olay aydınlandı. Alice’de nefes yok. Boğazına kadar zor zar bir lokma nefes alıyor, hemen sonra veriyor. Göğüs kafesi, karın, pelvik taban bunlar hayatlarında nefes yüzü görmemişler. Gösteriyorum, bak böyle göğüs kafesini açacaksın, karın böyle yumuşayacak, nefesini göbek deliğinin arkasında hissedeceksin, periniyum nefese doğru başını kaldıracak. Tepki yok! Sanki karşısında Türkçe konuşuyormuşum gibi boş bakıyor bana Alice.

Egzersizler,  udiyana bandalar, ödevler derken biraz yumuşar gibi oldu. Bu sefer midesi bulanmaya başladı. Nefesi açılıp da midesi bulanan öğrenci sayısı az değildir, o yüzden şaşırmadım. Aslında bu durum nefesin derinlere doğru inmeye başladığına işaret ettiğinden sevindim bile diyebiliriz. Devamı da geldi…Morali bozuldu, duygusallaştı, nedenini bilmediği günlük depresyonlara girdi çıktı. “Yoga bana iyi gelmedi” aşamasının kıyısına geldi yanaştı ama beni çok sevmişti, hatırıma dersleri bırakmadı!

Bu hafta bir sabah derse Alice’den başka öğrenci gelmedi. (evet, ekonomik kriz yeni evlilerin kapısını çalmakta Portland’da!)  “Başla” dedim, karşısına geçtim. O yaptı ben izledim.

İzlerken izlerken, birden Alice’de eksik olan şeyi buldum!

Alice’in ruhu yok!

Daha doğrusu Alice’in canı yok demeliyim. Doğru kelimeyi bulmakta zorlanıyorum çünkü Alice’de yokluğunu fark ettiğim şey ingilizce indi bana o sırada: Spirit.

Şimdi bu spirit kelimesinin tam karşılığı Türkçemizde yok. Ruh kelimesinin karşılığı olan soul’un varlığına isteyen inanır isteyen inanmaz ama canlıyı hayatta tutan, ona neşe ve yaşama şevki veren şeyin bir can bir spirit olduğunda sanırım hepimiz hemfikirizdir. Canlı insan vardır, cansız vardır. Cansız olan ölü değildir sadece spiritsizdir. Ya da o gün kendimizi cansız hissederiz.  Kendimizi canlı, neşeli, hissedersek ingilizcede buna ”i am in high spirtits’ deriz. Meali: Bugün yüksek spritlerdeyim.

Anladınız mı nasıl bir şeyden söz ettiğimi? Alice’de spirit yok. İnsan yaşamayı sürdürüp cansız olamaz mı? İşte Alice’inki öyle bir durum.

Bir yandan bunları düşünüyor  bir yandan da Alice’i yönlendiriyorum. Nefes bölümüne geldik. Ben yine anlatıyorum. Bir ara nefes alış-veriş anlamına gelen respiration kelimesini kullandım.  Daha ağzımdan çıkarken bağlantıyı yakaladım: Spirit ve respritation. İngilizce bilmiyorsanız bile şu iki kelimenin ekrandaki görüntüsüne bakın. Birisi ötekinin içine yerleşmiş gibi görünmüyor mu? Respiratation. Spirit değil de spirat yazılıyor ama oraya takılmayın şimdi.   Şöyle düşünün: İngilizcede kelimenin başına re-gelirse, bu onun yenilendiğini belirtir. Sonuna gelen -ation ise ismi sürece dönüştürür.  Dolayısı ile re-spirat-ation yani nefes alış-veriş spritin yeniden üretilmesi süreci anlamına gelir!

Alice’de ne eksikti?

Nefes.

Başka?

Zerafet

Ve bir de?

Sprit!

Ah ah ah! Siz de benim gibi heyecanlandınız mı şimdi?

O halde yarın görüşürüz!

HehHeh!

(Daha bir de inspiration (ilham) konusu var!)

Foto: Aisha Harley/ Photoshop: Kokia Sparis

Boşluk Serisi III: Avare Mou

Boşluk serisinin ilk bölümünde İstanbul’da yaşarken bir türlü oturup da yazı yazamadığımdan dem vurmuştum. Davranışlarımın sorumluluğunu üzerime almayıp, tembelliği başkalarına veya dış etkenlere yüklemek ne kolay!

İstanbul’da ben hep aktifim. Hep koşturuyorum. Ben koşmasam da etrafımızdakiler koşturuyor ve ağır ağır yürüdüğüm sokaklardan ruhuma telaş bulaşıyor. Çok kalabalık olduğu için nereye kaçarsam kaçayım uyarıcı bombardımanına tutuluyorum. Yoga sonrasındaki alfa dalgalarım bir darbe ile yıkanıp temizleniyor. Yaratıcı gücümü besleyen o boşluk haline bir türlü giremiyorum.

Oysa ki İstanbul insanı nasıl da besliyor! Yaratıcı projeleri ile hayatı, dünyayı, kendilerini daha iyi hale getirmeye gönül vermiş bir dolu güçlü genç insan İstanbul’da. İnsanlığın bin bir halini keskin gözlem, mizah ve orjinal bir üslup ile ifade etmeyi bilen her daldan sanatçı da İstanbul’da yaşıyor. 21. yüzyıl İstanbul’unda yukarıdan (ve aşağıdan) gelen bütün kısıtlamalara rağmen kendini keşif ve ifade arzusu başını almış gidiyor.

İstanbul’da avare boşluklar yaratmak için biraz ekstra çaba lazım sadece.

Alfa dalgalarında faaliyet gösterdiğimiz bir avare boşlukta, İstanbul’un kalabalığında kaybolsak mesela…Kulağımıza müzik dayasak ve yürüyesek. Katman katman duygu tetikleyen manzarada kim bilir neler neler görürüz? Taksim metro girişinde yüzlerce insan ile merdivenlerden aşağı akarken, içinde bulunduğumuz durumu tahlil etmeden, sadece seyreylesek, belki biraz da dinlesek diyalogları… ne hikayeler açılır önümüze!

Evet biliyorum. Kolay değil. İstanbul yoğun bir şehir. Havası, renkleri, güzelliği, kalabalığı, gece hayatı, çığırtkanları, trafiği, günlük dramları ile buram buram yoğun bir memleket. Zihnin tahlil ve yargılama işlevlerini rölantiye alıp kendi hayatlarımızdan soyutlandığımız avare zamanlar Portland’da olduğu gibi tabakta hazır önünüze servis edilmiyor.

Dedim ya…çalışmak  gerek. Bir yerlere varma çabası ile değil de günlük rutini kırıp da “iyi” aylaklığa yer açma çabası ile.  (Alışveriş merkezlerinde dolandırıp, dizi seyrettiren cinsten bir avarelikten bahsetmediğimi anlamışsınızdır herhalde.)

Ya da belki doğru mekanı aramak yerine doğru zamanı bulmaya dümen kırabiliriz. Sabah erkenden, gün yeni ağarırken İstanbul’a çıkmak. Hiç konuşmadan ilk vapura binmek mesela. İlk otobüslerden de önce Sarıyer’den Beşiktaş’a kadar bisiklete binmek, Galata köprüsünde yürümek,  Cihangir’de yolun kenarına tüneyip doğan güne karşı yalanan üç renk kedileri seyretmek ve halis İstanbul avarelerinin zaten yaptığı üzere balık tutmak!

Avareliğe vakti olmamak ayıp değil, ona yer açmamak kayıp!

Yoga yapmak, örgü örmek, kulağımda müzik ile bisiklete binmek, trafiksiz uzun yolda araba tek başına araba sürmek, ormanda yalnız yürüyüş, yüzmek…Bütün bunlar belli bir amaca doğru koşturmadan yapılırsa “If You Want to Write”ın yazarı Ueland’ın bahsettiği tarzda bir boşluk yaratıyor.  O boşluktan hayal gücü besleniyor. O hali  korumak için beta dalgası yaratan sosyalleşme, yeme içme, konuşma, dış dünyadan haber alma etkinliklerini bir kaç  saat askıya alabiliriz.

Yaratıcılık aktif yaşamlarda değil, pasif anlarda saklı. İlham böyle bir peri. Ağır adımlarla yürüyor ve alçak sesle konuşuyor.

Bütün yazı (ve yoga) ustaları gibi Ueland da hergün düzenli olarak defterin, daktilonun başına oturmanın önemini vurguluyor. Yazacak tek bir kelimeniz olmasa bile diyor, geçin kağıdın karşısına. Belki bir saat boyunca sadece saçlarınızı çekiştirerek camdan dışarıyı seyredeceksiniz. Olsun diyor, yeter ki o bir saati (belki iki, belki sekiz) yazıya niyet ederek geçirin. Yarın yazacağımız şeyin tohumu işte o boşluk anında içinize düşebilir.

Bazı sabahlar hiç yoga yapasım yok. Yorgunum, isteksiz, kaskatı ve duygusal. Yine de yere oturuyorum. Minik minik ayak bileklerimi çeviriyorum. Bazen oturacak bile halim yok sırt üstü yatıyorum. O kadar. Orada bir sağa, bir sola yuvarlanıyorum. Sonra bazen bir bakıyorum kalkınmış, devamını getiriyormişim. Yorgunluk yavaştan ağarıyor, enerji içimde uyanıyor. Bazen ise olmuyor böyle bir şey. Sallandığım sırt üstü pozisyondan kalkıp günüme başlıyorum. Ama ertesi gün enerjik, yumuşak ve güçlüyüm.

Zeynep Çelen’in son yazısında bahsettiği ağaçsızlık durumuna bir örnek daha. Her yoga çalışması kanlı canlı ağaçlı geçecek diye bir şart olmadığı gibi, kurak günler enerjik günlerin kuluçkası aslında.

Bazı günler ise yazacak bir kelime sözüm yok. Günlüğümü önüme açıyorum, bir önceki gün yaptıklarımı yazıyorum. Sabah dersime on kişi geldi, öğlen balık salta yedik, yunanca ödevlerimi yapmak için parka gittim. Bazen yazı bir viraj alıyor ve şimdi yazdığım gibi bir şeyi çıkarıyor içinden. Bazen de öyle bitiyor: “Akşam sinemaya gidelim dedik ama ben çok yorgundum, yine eve döndük” diye!

Her iki durumda da o günkü halimize RAĞMEN boşluğa bir adım atmakta fayda var. Yazıda da yogada da ara vermek biriktirmeye değil, uzaklaşmaya yarıyor. İlham perisi onu bekledikçe değil, usanmadan, vazgeçmeden kapısını aşındırdıkça kabuğundan çıkıyor!

İlham, yaratıcı enerji, hayal gücü, ruh, ilahiyat, espiri, nefes…Boşluk açtığımızda içine bunlar dolacakmış gibi geliyor mu?

Öyle ise yarının yazısı sizin için gelecek!

Arkası yarın, bizden ayrılmayın!

Foto: Kokia Sparis

Not: Buraya ne resim koysam diye düşünürken, youtube’da bu şarkıyı buldum. Link vermekle kalmayıp yazının başlığını da değiştiriyorum! (Yazının orjinal başlığı “Boşlukta Salınmak” idi)

Dev Levrekler de İncinir


Kayınpeder anlatıyor: Çocukluğunun yaz tatillerini geçirdiği küçük Ege kasabası Limni’de iskelenin altından dev levrekler geçermiş. O kadar büyükmüş ki bu levrekler ancak iskelenin demirlerine yuvalanmış sıçanlarla doyururlarmış karınlarını. Sıçan bulmak için gelirlermiş zaten kıyıya.

Tahta iskelenin kıyısından denize ayaklarını sallandırmış oturan çocuk Pavlos’u tasavvur ettim. Deniz masmavi ve dibi görünüyor. Dev levreklerden kaçan küçük balık sürülerinin telaşlı geçişi, güneşin sularda dans eden işveli ışığı, çamların denize düşen yeşili bir bir gözlerimin önünde canlandı. İçim cız etti. Ne kadar zaman oldu ben bir iskeleden ayaklarımı denize sarkıtmayalı?

Önce kedimiz balkondan düşerek öldü. Bir kaç aylık bir şeydi. Küçük, afacan, sevimli. Aynı çatı altında topu topu yirmi gün geçirmiş olmamıza rağmen candan bağlanmışız ona. Arkasından dedik ki, kediciğimizin bizi kapıda karşıladığı, perdelerle savaşıp güldürdüğü o yirmi gün ne kadar değerli imiş meğer. Bilemedik.
Ölüm hakkında pek bir şey bilmeyiz ya zaten. O yokmuş gibi yaşarız. Ve işte ölümün varlığını farkettiğimiz o kısacık anda hakikat gözlerimizin önünde yandı söndü:
Aldığımız her soluk bize verilmiş süre kredisinden çekilmekte. Her an, her soluk sonlu olduğu için değerli.
Bu gerçeği unutup, yine hayatın hay huyuna kaptırıyorduk ki kendimizi, bir dostumuzun ölüm haberi geldi uzak diyarlardan. Trafik kazası. “Tam da yepyeni bir hayata adım atacakken” dedik. “En beklenmedik zamanda. Hayat nasıl böyle acımasız olabilir?” diye ağladık. Cenazesinde konuşan imam hakikati hatırlattı usulca: zamansız ölüm yoktur, her kul yeryüzündeki vaktini, görevini tamamladığında aramızdan ayrılacaktır.
O konuşurken aklıma düşünceler üşüştü: Hakikat bu âlemden, günlük hayat kafalarımız ile anlayacağımız bir şey değil. Başka âlemlerden buraya bakınca, yaşadıklarımız belki de bir rüya kadar absürd ve gerçekdışı görünüyor. Rüyayı yaşarken nasıl gerçekmiş gibi hissediyoruz, uyanınca ciddiye bile almıyoruz.
Ne belli, belki hayat ve ölüm ilişkisi de rüya-uyanıklık ilişkisi gibi bir şeydir. Bu düşünceleri aklıma koyan sen misin merhum dostum? Biz seni öte âlemlere geçirirken sen bize hakikati mi anlatıyorsun? Bedeni toprağa indirilirken dudaklarımda minik bir tebessüm ile ona veda ettim.
Ölümsüz hayatın değeri var mı? Vaktimiz dolduğunda öleceğimizi aklımızdan çıkarıp yaşadığımız her an hayatın ne değerli bir şey olduğunu da unutuyoruz aslında.
İncinebilirlik (ing: vulnerability) üzerine bir konuşma dinledim geçen gün. Esas cesaretin incinebilirliğin kabulünde olduğunundan söz ediliyordu. İncinebiliriz, kırılabilir, yaralanabiliriz. İnsan tabiatında bunların hepsi var. Cesaret bu olasıklıkları bilerek, göze alarak harekete geçmek. Beni hiçbir şey incitemez, kıramaz, yaralayamaz diye düşünmek hem bir ilüzyon hem de insanı yeni tecrübelere karşı kısıtlayan bir şey aslında. Kırılganlık ölüm kadar insanın ve hayatın parçası.
Aynı konuşmada kırılgan tabiatlarını kabul edemeyen insanların duygusal ve fiziksel olarak incindiklerinde hemen acıyı uyuşturma yoluna gittiklerinden de bahsediliyordu. Alkol, uyuşturucu, ağrı kesici, şeker ve antidepresanlar sadece rahatsızlığı uyuşturmakla kalmıyor, aynı zamanda her insanın incinebilir bir tabiatı olduğu gerçeğini de gölgeliyor.
Çok gençtik. Bir başka dostumuzu yine bir kazaya kurban vermiştik. Acıdan sesi boğazına takılmış sevgilisine eczaneden sakinleştirici alalım diye konuşuyorduk. Kabul etmemişti. Bütün gençliği ve acısına rağmen, kederi sonuna kadar yaşamak istediğini söylemişti bize.
Rahatsızlığımızı uyuşturduğumuz zaman bütün duyguları uyuştuyoruz aslında. Acı, keder ve hüzün ile beraber neşe, keyif, mutluluk ve sevgi de uyuşuyor. Uyuşturucu maddeler şunları uyuşturalım ama bunlara dokunmayalım mantığı ile işlemiyor.
Dolayısı ile incinebilir tabiatımızı görmemek için zihnimizi uyuşturunca, insan tabiatımızın tamamını iptal etmiş oluyoruz.
Ölüm, karanlık yüzü ile bize ışığın yönünü gösteriyor. Bütün canlılar hayatın sundukları karşısında kırılgan. Canımızı bedenimize bağlayan o pamuk ipliği, kaza, tabii felaket, hastalık veya aşırı kullanmadan dolayı günü geldiğinde kopacak. Bu gerçeği, incinebilir tabiatımızı unutmuş bir halde, hay huy içinde yaşamaya devam ederken ölüyoruz aslında.
Ölüm bilinci olmayan insanın hayata hakkını vererek yaşaması ne mümkün!
Ege’ye doğru yol almalı şimdi. Tahta bir iskeleden ayakları suya sarkıtmalı ve denizin dibine bakışlarla dalmalı. Kimbilir belki de geçiverir önden telaşlı bir balık sürüsü ve ardından da bir dev levrek.
Hayırlısı ne ise onu öyle kabul etmeli…
NOT:
Bu yazının ilk kopyasını okuyan Burcu, Ramesh Balsekar’ın yorumladığı ve kendisinin tercüme ettiği Bhagavad Gita’dan bir bölümünü bana gönderdi. Ölüm hakkındaki düşüncelerimle pek güzel örtüşen bu pasajı burada sizinle paylaşıyorum:
Bölüm II/ 28
Varlıklar, doğumlarından önce duyularla algılanamazlar. Doğum ile ölüm arasındaki süreçte duyularla algılanabilirler. Ölüm sonucunda yeniden algılanamaz hâle geçerler. Bu doğal süreç sırasında ızdırap çekmeye ne gerek vardır?
Rüyada görülen kişiler ve olaylar rüya başlamadan önce yoktular ve rüya bittiğinde de kaybolup gidecekler. Bu esnada hiç kimse ızdırap çekmiyor da neden adına yaşam denen, uyanıkken gördüğümüz bu rüyada benzer bir durum bize ızdırap veriyor? Bu bölümde anlatılmak istenen de bu gibi görünüyor.
Duyularla algılanamayanın durgun enerjisi, görünen evrene doğru harekete geçtiğinde görünür bir biçimde varlık bulur. Açığa çıkan enerji, milyarlarca yıl sonra kendini tükettiğinde – yeniden aktif olana kadar – duyularla algılanamayan durgun enerjiye indirgenir. Bu, muhakeme yeteneği olan bir kişinin alakadar olmaması gereken doğal bir süreçtir.
Kaynak: Bhagavad Gita,
Yorumlayan: Ramesh Balsekar
İngilizceden tercüme: Burcu Çelebi Öziş