
Bu sabah canım sıkkın uyandım. Gece doğru dürüst uyuyamadığım için yorgun, açık pencereden sırtıma esen rüzgar yüzünden tutuk, güneşin doğuşunu kaçırdığım için de sersem gibi hissediyordum kendimi. Sıcak su gecenin kokusunu üstümden alsın diye çabucak duş yaptıktan sonra ıslak saçlarımla sokağa attım kendimi. Ne yoga, ne bisiket. Arabayı Albina Press’e sürüp bir kahve başına çöktüm.
Depresyondayım.
Şaka şaka. Değilim tabii…Keyifsizim sadece. Hormonal, ya da son günlerin gidişatından kaynaklanıyor olabilir. Çok ders verdim, yorulmuş olabilirim. Evimiz mağara gibi hiç ışık almıyor, belki de ondan. Kokia’nın da aksiliği üzerinde zaten…Nedense neden. Zaten nedeni de önemli değil.
Kahvemi yudumlayıp internette gezinirken, bugün tembellik edip keyfimi yerine getirecek şeyler yapayım diye düşündüm. Yoga yapmadan güne başladım. Sırtım ağrıyordu. Saat 11’deki bale dersime gitmeyeyim mesela. Haftalık erzak alışverişine Trader Joe’ya da gitmeyelim. Saat 2’de bir kahve falı bakacaktım. Onu da iptal edeyim. Her gün oturup bir saat yazı yazma egzersizi yapıyorum ya, o da kalsın bugün ve Yunanca ödevlerimi yarın yaparım.
Onların yerine bugün…
Eee? diye bir ses duydum içimden.
Ne?
Eee, diyorum, bu saydıklarını yapmayalım da ne yapalım peki? Kahvede oturalım mı bütün gün?
Olabilir. Kitap okuruz.
Tamam o zaman başla. Kahvedesin de, kitabın da yanında. Sonra ne olacak?
Bilmiyorum…sonrasında kafama göre bir şeyler bulurum. Bence ben şimdi arabaya atlayıp deniz kenarına süreyim, 2 saat sessiz sakin. Okyanusa bakarken can sıkıntısı filan kalmaz…
Ding ding ding ding alarm çalmaya başlıyor içimde. Aman dikkat! Can sıkıntısını depresyona taşıyan yol ben kafama göre takılırım taşları ile döşenmiş. Unutmayasın o eski günleri. Canım sıkılıyor diye işe/okula gitmek yerine Boğaz kenarında yürü babam yürüdüğün, sinemalarda tek başına patlamış mısır yediğin, sanki seni kendinden öteye taşıyacakmış gibi bir hırsla arabayı uzaklara sürdüğün günleri unutma! Her birinde can sıkıntın katmerlenerek artmamış mıydı?
Hımmm?
***
Düzenli olarak yaptığımız işleri günümüzden çıkardığımız zaman geriye kalan boşluk can sıkıntısının sebeplerinden biri olabilir mesela. Son aylarda her öğleden sonra bir kahveye gidip iki saat boyunca yazıyordum. Rutinimden yazıyı çıkardığım son haftanın nihayetinde hayatımı tatsız bulmuş olabilirim. Ne demiştik? Ruh yaratıcı güçten beslenir. Sizin de bildiğiniz üzere Yogada Hoca Yitirmek serisini bitirdiğimden beri bir satır yazmış değilim. Yaratıcılığımın uykuya yattığı bir hafta içinde geçici olarak ruhsuzlaşmışım anlaşılan .
Yaratıcılık derken roman yazmaktan bahsetmiyorum. Blog yazmak bile değil. Günlüğüme iki satır yazmak bile yeter. Bazen bir öğrenciye cevap yazarken bile ilham perisi uyukladığı yerden silkiniveriyor, bir heyecan ¨beni mi çağırmıştın?¨ diye omuzumda bitiyor. Ama ben bir haftadır yogamı da aksattım –çok ders verdim yorgunum, bahanesi ile – yazımı da. Yaparken ve sonrasında kendimi dengeli ve neşeli hissetmemi sağlayan bu ikiliyi günlerimden çıkarınca geriye kalan boşluğu da can sıkıntısı doldurdu.
İyi de nasıl geçecek bu?
Güne aynen kaldığın yerden devam ederek. Eve gidip kahvaltı hazırlayarak mesela. Bale dersine, oradan alışverişe ve oradan kahve falına giderek. Planı iptal etmek can sıkıntısına teslim olmak aslında. Bak bakalım bütün bunlar bittiğinde hala aklın sıkıntıya takılıyor mu?
***
Bugünki gibi ¨depresyon¨u ilk defa tattığımda on altı yaşındaydım. Bütün sene üzerinde çalıştığımız tiyatro oyunumuzu sahnelemiş, okulun son iki haftasına girmiştik. Bir hafta sonu idi. Gala gecemizi takip eden hafta sonu olsa gerek. Annem şehir dışına çıkmıştı. Biz evde Mete Babam ile yalnızdık. Aylardır ilk defa prova için okula gitmeden geçireceğim o pazar sabahına kalbimde kocaman bir taş varmış gibi uyanmıştım. Neden böyle üzgün, böyle sıkıntılı olduğumu anlamaya çalışarak gözlerimi tavana dikmiş, aklımdan geçen nedenlerin bir tanesini bile o taşın sertliğine yakıştıramamıştım.
Kahvatı ederken Mete Babamın yüzüne bakamamış, telefonlara çıkamamış, hayretten dehşete dönüşen bir duygu fırtınasında göğsümdeki taşa bakakalmıştım. Dokunsan ağlayabilen bir tip olmama rağmen o gün bir de ağlayamamıştım.
Aylar boyu beni heyecanlandıran, oyalayan, hayata sarılmamı sağlayan o oyunu oynayıp da bitirmiş, zivre yapıp da inişe geçmiş olduğumuz için idi elbette sıkıntım. İçimdeki taş değil boşluk idi.
Bu sabahki de öyle bir taş idi. Boşluktan yapılma. Onu geçirmek için günümü boşaltmaya kalkıştıkça daha da beslenecek, iyice sertleşecek. Ertesi sabah yine onunla uyanacağım. Günümü rutin işlerimden, disiplinimden arındırmaya çalıştıkça boşluk yayılacak. Bitkin hissediyordum o yüzden için yoga yapmadım, içimden gelmedi yazı da yazmadım, sersem gibiydim ödevlerime bakmadım bile, boş boş oturdum gibi bahanelerle bir günden diğerine geçersem, can sıkıntısı bölünerek çoğalacak korkarım. Motivasyon depresyonun ilacı.
İşte can sıkıntısı ilaçlarım:
Yoga, 1 saat durmadan yazı yazmak, yoga dersi vermek, Kokia ile kahvaltı, tek başına avare zaman, kahve falı bakmak (iletişim, yardım ve finansal tatmin) aile/dost görmek (ama onlara derdimi anlatmak değil, sosyal amaçlı hoş beş yapmak için).
Peki depresyon mu motivasyonsuzluktan çıkıyor, motivasyonsuzluk mu depresyondan?
Bu sorunun cevabı can sıkıntısını hangi aşamasında yakaladığınıza bağlı. Hafif can sıkıntısı anlarımda yukarıdaki ilaçlarımı almazsam, depresyona doğru kayabilirim. Beyin kimyasalları belli bir düzeyin altına düşünce artık bu tip ilaçlar fayda etmeyebilir. O zaman işte güç dengeleri depresyondan yana eğiliyor. Depresyon motivasyonu yeniyor.
Hala vakit varken motivasyonu depresyonun üzerine sürmeli şimdi. Gidip kahvaltı etmeli mesela…