Yazar Yılbaşı Seviyor

IMG_6957Büyüdüğüm evde yılbaşlarına çok önem verilirdi. Bayramlardan ve hatta yaş günlerinden bile daha önemliydi yılbaşı. Muhakkak bizim evde toplanırdık. Annem emektar yardımcısı Ayşe Hanım’la beraber bütün gün yemek pişirirdi. Tavuğun içi doldurulur, lahana dolmalar sarılır, kayısılı, kestaneli pilav hazırlanırdı. Kütür kütür salatalar, cevizli kabak tatlısı derken benim içim içime sığmazdı. Benim görevim, evin tek çocuğu olarak süslemeler ve hediyelerdi. Gerçek çam ağacımız olmazdı ama Gayrettepe’mizin sayılı kırtasiyecilerinden olan Emek Kırtasiye’den bir plastik çam almıştım, her sene onu çıkartırdık. Ufak bir şeydi. Sarı çini sobanın üzerine kurardık ki boyu boyumuza erişsin. Günler önce onu süslerdik. Mavi, yeşil, kırmızı toplar takardık dallarına. Renkli topların parlak yüzeyi yumurta kabuğu gibi incecik bir maddeden yapılmıştı, deliğinden iplik geçirirken elimden kayar da parkeye düşerse hemen tuzla buz olurdu. Mavi, yeşil pırıltılar yere yayılırdı.

Hediyeler de önemliydi. Ufak tefek şeylerdi ama annem herkese hediye alırdı. Ben de alırdım. Çoğu yine Emek ya da Erdoğan kırtasiyeden kokulu kalem, defter, kitap belki bir iki biblo. Annem, neneme, büyük halamıza, dedeme Sinan Pasajı’ndan pijama, gecelik, sabahlık, terlik alırdı. Ben bazen de fotoroman hazırlardım. Büyük projeydi. Zaman isterdi. Önce hikayeye karar verirdim, sonra hikayede kullanacağım fotoğrafların negatiflerini bulup, numaralarını zarfı üzerine yazıp yine Sinan Pasaj’ındaki Foto Köksal’a götürürdüm. Fotoğraflarım hazır olunca bir deftere uhu ile yapıştırır, altına fotoğraflarda görünen insanların (ben, Yasemin, annem, Mete baba) gerçek kişilikleri ve hayatlarıyla ilgilisi alakası olmayan bir öykü yazardım. Yasemin’e hazırladığım bir fotoromanda biz önce devrimci gençlik iken sonra kötü yola düşüyorduk. Herkes kendi fotoğrafını başka bir hikaye örgüsü içinde görünce gülerdi. Fotoroman hediyelerim pek sükse yapardı aile içinde.

Yılbaşı günü okul yarım gündü. Önceki gün kardeşim Selim’in doğumgünü olduğu için babamlarda kalmış olurdum. Babamların evi Nişantaşı’ndaydı. Selim’in yaş günü partisi ile yılbaşını beraber kutlardık. Halalarım, baba tarafından kuzinlerin gelirdi. Ortaokuldan en yakın üç arkadaşım da Selim’in yaş gününü kaçırmazdı. Pasta keser, çocuğun hediye oyuncaklarıyla oynardık. Gülmekten sarhoş olurdum. Kardeşimi öper, ranzanın üst katındaki yatağıma çok mutlu yatardım. Ertesi sabah, babamlar uyanmadan kalkar, Selva’nın kremlerini sürünüp Nişantaşı soğuğunda koşa koşa okula giderdim. Okula yürüyerek gitmek harika bir şeydi. Okulun yarım gün olması daha da harika bir şeydi. Akşam yeni yıla girecek olmamızın heyecanı ise paha biçilmezdi. Hele bazen kar yağardı ya, sevinçten ağlayacak gibi olurdum. (abartmıyorum)

Sonra akşam, lahana dolmalar sarılmış, tavuk poposunda bir elma ile fırına verilmiş ve ben şıkır şıkır giyinmişken salona geçerdim. Elimde günlüğümle. Annem sehpaya kuru yemiş bırakırdı. Mumlar yakardı. Sofra kurulurdu. Şarap bardakları dizilirdi. Jan Garbarek albümünü müzik setine yerleştirirdi. Ben yere, halının üzerine otururdum ve dünyanın en ciddi işini yapar gibi günlüğüme biten yılın olaylarını yazardım. Ocak ayından başlar ve başıma gelenlerden, duygularıma, dünyadaki gelişmelerden, derslere, aile içinde olaylara kadar her şeyi bir bir not ederdim. Bir ritüeldi bu benim için. Bir arınma süreci belki. Önceki yılın muhasebesini yapmadan yenisine girmemeliydim. Önceki beni kapatmadan yeni ben’e adım atmamalıydım.

Bir yılbaşını özellikle çok iyi hatırlıyorum. 1989’a giriyorduk. Ben yine salonda orta sehpanın başına çökmüş hummalı bir şekilde yılın özetini çıkartıyordum. Televizyon açıktı. Jan Garbarek de çalıyordu ama televizyonun sesini yine de açmıştım. Doğu bloğu yıkılıyordu. Prag’da yüzbinlerce insan toplanmış ellerinde mumlarla özgürlüğü kutluyordu, Gorbaçov gülümsüyordu, Estonya’dan Letonya’ya insanlar el ele zincir kurmuşlardı. Televizyondaki sunucu tarihin çok önemli bir dönüm noktasında duruyoruz diyordu. Ben heyecanlanıyordum. Tam anne gel, gel tarihin dönüm noktasını beraber yaşayalım diyecekken televizyon Moskova’ya dönüyordu. Marx ile Lenin’in heykellerini yere indirip sürüklüyorlardı. Annemi mutfaktan getirtmekten vazgeçiyordum. Annemler bunu görürse üzülürdü. Kanal değiştiriyordum. Artık bizim de renkli televizyonumuz, uzaktan kumandamız ve birden fazla kanalımız vardı. Ne çabuk alışmıştık.

Üç kuşak bizde toplanırdık. Biz ve Kuruyazıcı ailesinin üç kuşağı. Kuruyazıcı ailesi akrabalarımız gibiydi. (Hâlâ öyle) Masanın etrafını yediden yetmişe kuşatırdık. Şaraplar açılır, çocuk, yaşlı hepimizin eline bir kadeh tutuşturulurdu. Renkli külahlar takılır, balonlar şişirilir, düdükler çalınırdı. Hediyeleri ben dağıtırdım. Düğün çığırtkanı gibi. Her paketin üzerine önceden kimden kime olduğunu yazmış olurduk. Nilüfer’den Saadete. Mete’den Defne’ye, Dede’den Nene’ye… O ağacın etrafında hediyesini bekleyen herkese çocuklaşırdı. Davetsiz bir misafir geliverirse annem bir koşu içeri odalara koşar, zulasından muhakkak bir hediye çıkartır, ağacın altına sürüverirdi.

Sonra yerdik, ne yerdik ama! Patlayana kadar yerdik. Mide fesadı geçireceğim galiba derdik ama yine de yerdik. Yeni yıla girerken Mete babam şampanya patlatırdı, annem yayvan ağızlı kadehleri köpüklerin altına tutardı. Ben sevinçten sarhoş olurdum.

İnanır mısınız bu düzen tüm çocukluğum, gençliğim boyunca sürdü. Annemin evinden ayrılıp, Cihangir’e taşındığım yıllarda bile muhakkak yılbaşı yemeğini orada yedim. Yasemin de benimle geldi. Sevgililerimize de masada yer açıldı. Plastik ağacın yerini gerçek ağaç aldı, parlak yeşil mavi topların hepsi kırıldı, yerine plastikleri asıldı. Sonra her sene yaşlı kuşaktan birileri eksilmeye başladı. Dedem gitti. Arkasından Nezahat teyze, nenem, koca hala, kırmızı nene… Yerlerini Kuruyazıcıların torunları aldı. Bazı şeyler hiç değişmedi. Yılbaşının yüreğimdeki yeri mesela.

Herkesi benim gibi sandım. O yüzden de Tayland’da geçirdiğim ilk yılbaşında yanımdaki sevgilim erkenden yatıp horul horul uykuya dalınca acımdan ne yapacağımı şaşırdım. Kamboçya sınırında bir adadaydık. Hava ılıktı. Kaldığımız otel plaja renkli ampuller asmıştı. Müzik çalıyor, dans ediyor, yiyor içiyor ve yeni yılı kutluyorlardı. Yeni yıl çünkü dünyadaki insanların çoğunluğunun aynı anda ümitle geleceğe baktıkları bir gündür. Kutlansa da kutlanmasa da benim sehpa başına çöküp de muhasebesini yaptığım gibi önceki zaman kısaca gözden geçirilir ve sonraki zamana umutla adım atılır. Bir şeylerin değişeceğine, daha iyiye gideceğine dair bir ümit belirir. Kısacık da olsa, karanlık göklerde patlayıp yıldızları dökülen bir havai fişek gibi de olsa bir an için birlikte hissederiz onu. İnsan yanındakine sarılmak ister. O ana beraber değer vermek ister.

Ben Kamboçya sınırındaki o adada, kaldığımız bungalovun balkonundaki plajın renkli ampulleri altında dans eden insanlara bakarken İstanbul’u, Gayrettepe’de bir dairede plastik ağacın altında birbirine hediye veren ailemi çok özledim ve ağladım.

Dün yeni bir projeye başladım. Kitaplarımdaki yılbaşı bölümlerini İnstagram’da canlı yayında okuyorum. Türkiye saati ile 17:00de, 26-29 Aralık arası her gün. Bu projeyi ilan ettiğimde, öğrencilerimden biri haklı olarak “her kitabınızda bir yılbaşı sahnesi mi var,” diye sordu. Ben evet deyince de ekledi:

“Demek ki yazar yılbaşını seviyor!”

Doğru bu yazar yılbaşını çok seviyor!

Akşam 17:00’de instagram canlı yayında görüşmek üzere. Yeni yılınız kutlu ve çok mutlu olsun. Sağlığa, özgür günlere, beraberliğe, ilhama ve dayanışmaya… Ümitle,

Defne

 

 

Görüp de Geçtiğimiz İstanbul

Çıkmaz sokakları, yıkıntı halindeki evleri, ihtişamlı sarayları, apartmanların arka pencerelerinin baktığı avluları ile, bu şehirde keşfedecek ne çok şey vardı! İstanbul iç içe geçmiş diyarların merkeziydi belki. Şehrin daracık eski sokaklarını dolaşırken bir solucan deliğinden girip diğerinden çıkabiliyorduk. Solucan delikleri yüzünden paylaşılamıyordu bir türlü. Çünkü mekan değiştirirken insan kendi kimliğinden de özgürleşiyordu. Kim olduğunun önemi kalmayınca mutluluk kendiliğinden geliyordu.

Saklambaç, Defne Suman

Natali Avazyan'ın arşivinden
Natali Avazyan’ın arşivinden

Lisedeyken bir Pazar öğleden sonrası tiyatro çalışmasından sonra kafamıza göre bir otobüse binip, aklımızın estiği bir durakta inmiştik. Daracık sokaklarda, karanlık geçitlerde, ihtişamlı ve tarih kadar eski binaların arasında gezindiğimiz bence pek büyülü o bahar gününün sonunda annemlere o gün Karaköy’ü keşfettiğimizi söylediğimde çok gülmüştü. Karaköy’ün ara sokaklarının onun için artık bir esrarı yoktu. Bizim bakir gözlerimize mucize misali görünen ayrıntıların, bir anda karşımıza çıkan bir avlunun, bir çeşme köşesinin, merdivenlerle kesiliveren bir sokağın yüreğimizde yarattığı kıpırtıyı o çoktan unutmuştu.

O gün otobüsten inip de ağzımız korku, hayret ve hayranlıktan bir karış açık daldığımız sokakların birinin köşesindeki bir kahveden bu satıları yazdığım şimdi ben de çoktan o kıpırtıyı unuttum. Zannederim ki (korkarım ki) on altısındaki bir taze gelip de bana heyecan içinde “ben bugün Karaköy diye bir mahalle keşfettim” derse ben de gülerim. Her şeyi keşfedip bitirdiğimden değil, artık bakıp da görmeyi bıraktığımdan, görüp de geçmeyi adet edindiğimden.

Hal böyle olunca Selva annem (babamın eşi) rahmetli babam Kemal Suman’dan kalma şirketimiz Retur’u “Fark Etmediğimiz İstanbul” turları ile yeniden hayata geçirme projesi hakkında ne düşündüğümü sorunca çok heyecanlandım. Her gün görüp de geçtiğim İstanbul’a gözlerimi açacak, beni yeniden o eksi keşif kıpırtısı ile buluşturacak harika bir proje idi bu. Hemen hayata geçirmeye karar verdik.

İlk turumuz 8 Mart Pazar günü “Fark Etmediğimiz Beyoğlu”nda gerçekleşecek. Rehber Bülent Demirdurak eşliğinde Beyoğlunda hep önünden geçip gittiğimiz, belki merak edip ama bir türlü içine giremediğimiz, yıkılması söz konusu olana kadar kıymetini bilmediğimiz içinde nice avluyu, heykeli, çeşmeyi, tarihi ve kim bilir daha neler neler gizleyen otuz tane binayı gezeceğiz.

İlk turumuzun Beyoğlu’nda yapılacak olması beni bilhassa sevindiriyor. Beyoğlu benim şahsi hafızamda özel bir yere sahip bir yer. İstanbul’un Avrupa yakasında doğup büyüyen bütün çocuklar için öyledir herhalde gerçi ya… Ben de kuşağımın diğer üyeleri gibi Beyoğlu’na karşı merak ve korku duyarak büyüdüm. Markiz’de, Le Bon’da gençliklerini yaşamış dedenin, nenenin Beyoğlusu ile arkadaşlarımın annelerinin onları bırakmadığı Beyoğlu aynı yer miydi? Bir Pazar öğleden sonra sinema çıkışında pencerelerden sarkan yarı çıplak travestilerin yaşadığı sokaklar ile koca hala Saadet’in balolara katıldığı evlerin bulunduğu, Beylerin ceketsiz, hanımların şapkasız çıkmadığı sokaklar aynı sokaklar olabilir miydi?

Ben serbest yetişmiş bir çocuktum. Annem ve babam bana güvenirdi, ben de onlara yalan söylemeye ihtiyaç duymazdım. Bu yüzden yağmurlu, karanlık bir Noel öğleden sonrasında tek başıma Beyoğlu’nda kiliseye gitmeye kalkışmak bana çok da ters gelen bir şey değildi. Sökülmüş kaldırım taşlarının arasında dolanan karanlık yüzlü adamların arasında Saint Antoine kilisesine yürümüştüm. Kilise soğuktu, boştu, hayallerimdeki sıcak, parlak, kurabiye kokulu Noel’e dair en ufak bir iz taşımıyordu. Ayinin gece yarısı yapılacağını bilmeyen on beş yaşında bir çocuk olduğum için geldiğim gibi kös kös geri dönmüştüm o gün eve.

Ama Beyoğlu’nda büyülü bir şeyler vardı. Onu fark etmiştim. Karanlık yüzlü adamların bile gölgeleyemediği bir zarafet, bir bağlantı, yüreğimde yankısını duyduğum uzak bir hasret…

İki sene sonra, bu sefer bir bahar günü okulu kırıp tiyatrodaki rolüm için şapka almaya çıktım Beyoğlu’na. Şimdi düşündüğümde bana hayal gibi gelen o gün ben sahiden de ara sokakların birinde şapka satan bir siyahlar içinde madam buldum. Madamın ismi Despina’ydı. Aynalar, valizler ve şapkalarla dolu ufacık bir dükkanda belki de bin yaşındaydı. Lacivert hırka, mavi gömlek, fular, gri etek okul formamın üzerine başıma geçirdiğim önü tüllü siyah şapkaya benimle beraber aynadan bakarken bana bir çocuk gibi değil, bir hanımefendiyim gibi davranması beni hem onurlandırmış, hem de utandırmıştı. Şapkayı kutuya koyup beni kapıda uğurlarken muhakkak yine gelip onu ziyaret etmemi tembihlemişti.

Bir daha gidemedim.

Artık Beyoğlu’nda Madam Despinalar yok. Tırnağı ile bu şehre asılmış son bir kuşaktı onlarınki.Hüzünlü yüzlü artık kendileri de ihtiyar çocukları ile Atina’da karşılaşırsam bazen bana Pera’da bir şekercide, bir tuhafiyeci ya da oyuncakçıda geçen çocukluklarını anlatanları çıkıyor, hatırlamak istemedikleri için gülüp geçenleri de.

Madam Despinalar yok ama sesleri binalarda hâlâ yankılanıyor. Nenemin Markiz’de katıldığı edebiyat toplantıları ile Koca Hala’nın Le Bon’daki bir baloda attığı kahkahanın yankısı da. Kilisedeki sıcak bir Noel hayali ile soğuk, karanlık sokaklarında yürüdüğüm gün aradığım şey aslında kilise değil, binalarının taşlarından, heykellerinden, bir anda karşınıza çıkan avlularından sır gibi fısıldayan eski Pera idi.

İstanbul Saklambaç’ın Eda’sının düşündüğü gibi sadece iç içe geçmiş diyarların değil, iç içe geçmiş zamanların da merkeziydi belki. Beni kebap kokulu bir Beyoğlundan zarif Pera’ya taşıyacak olan solucan deliği her gün önünden geçip de görmediğim binaların birinde gizliydi….

İşte şimdi 8 Mart günü yapacağımız turda, Beyoğlu’nun o güzel, o eski binalarına taze bir gözle bakacağım çok heyecanlı, çocukluğumu otobüslerinde, yazıhanelerinde, çalışanların kucaklarında geçirdiğim Retur’u ailem ile beraber yeniden hayata geçireceğimiz için de çok sevinçliyim.

Bu sevince ve meraka ortak olmanız dileği ile sizleri 8 Mart’taki Farkında Olmadığımız Beyoğlu turuna davet ediyorum. Ayrıntıları aşağıda bulabilirsiniz.

Bir eski köşecikte buluşmak üzere,

Defne Suman

Farkında Olmadığımız Beyoğlu Turu

8 Mart 2015 Pazar 

Buluşma noktası Taksim The Marmara’nın önü. 

Saat 09:30 

Rehber: Bülent Demirdurak

Gezeceğimiz yerler:

  • Taksim Meydanı, Cumhuriyet Anıtı, Maksem
  • Surp Hovhan Vosgeperan Kilisesi
  • Aya Triada Kilisesi
  • Afrika Hanı, Rumeli Hanı
  • Hasnun Galip sokağı
  • Ağa Camii
  • Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi
  • Cercle d’Orient Binası
  • Anadolu Pasajı, Atlas Pasajı, Halep Pasajı
  • Çiçek Pasajı, Cité de Péra
  • Aynalı Pasaj, Avrupa Pasajı
  • Üç Horan Ermeni Kilisesi
  • Galatasaray Lisesi ve Müzesi
  • Aznavur Pasajı, Hazzopulo Pasajı
  • Panaia Kilisesi
  • Mısır Apartmanı
  • Saint Antoine Katolik Kilisesi
  • Elhamra Pasajı
  • Eski Çiçekçi ve Nur-u Ziya sokakları
  • Fransız Sarayı
  • Odakule
  • Hollanda Sarayı
  • Suriye Pasajı, Lebon Pastanesi
  • Botter Apartmanı
  • Narmanlı Han
  • İsveç Sarayı
  • Galata Mevlevihanesi
  • Kırım Kilisesi
  • Doğan Apartmanı
  • Aşkenaz Sinagogu
  • Tünel

Gezi tamamen yürüyerek yapılacak ve binalar genelde dışardan görülecektir. Çiçek Pasajı’nda atıştırmalık, Fıccın sokak’ta öğle yemeği molası verilecektir. Atıştırmalık ve öğle yemeği serbesttir.

Katılım Bedeli: 100 TL

Kişi sayısı bildirimi için e-posta veya telefonla arayabilirsiniz.

Selva Suman  0532 217 12 42 ve selvasuman@gmail.com

Beyoğlu’nun Arka Sokakları

Biz küçükken Beyoğlu’nun arka sokakları bize yasak yerlerdi. Ve her yasak yer gibi oralarda dolaşmanın tadına doyum olmazdı.

Şimdi size bu satırları Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir internet kafe’den yazıyorum. Eskiden gelsek anamızın babamızın yüreğine inecek o izbe sokakların bir tanesinin köşesindeki eski bir taş binanın üçüncü katında kafeden çok devlet okullarındaki dil labaratuarlarını andıran floresan ışıklı bir odada dört adet genç oğlan, bir turist kızcağız bir de ben hücrelerimize çekilmiş, internet mucizesini tecrübe ediyoruz. Floresanı, yerdeki muşambadan parkeleri, avaz avaz bağıran radyodaki reklamların kalitesizliğinden hiç de etkilenmiyormuş gibi görünen kibar amca biraz önce bana ve önümdeki hücreden THY bileti alan turist kıza çay ikram etti. Amca buranın sahibi sanırım. Mal sahibi, işletme sahibi, internet sahibi…Artık bilmiyorum tam olarak neyin sahibi, ama o bir Sahip. Kibar, saygılı, kendinden emin. Onun bilgisayar ışıklarının uzağındaki köşesinden yayılan varlığı yan hücrelerde kim bilir ne yapan oğlanların şamatasını engelliyor. Bırakın şamatayı bir yana yeniyetmelerin çoğunluk nüfusu oluşturduğu odamızda çıt çıkmıyor. Sahib’in sessiz otoritesi hepimizi içe dönmeye heveslendirmiş olsa gerek…Amcadan mükemmel yoga hocası olur!

Neyse diyorum ki Beyoğlu’nun arka sokaklarının bize yasak olduğu zamanların üzerinden yıllar, yaşlar geçti. Aynı sokaklarda hala o pis adamlar geziniyor. Onlar nedense hiç değişmiyorlar. Pis sakalları, öbek öbek olarak işsiz güçsüz dükkanların önünde takılmaları, sokağa dönen tekil kadınlara meydan okur gibi bakmaları, ortalık yerde oralarını buralarını kaşımaları filan bunlar hiç değişmiyor. değişen benim onlarla ilişkim. Değişen benim tavrım. Artık onları varlığıma tehdit olarak algılamadığım gibi, gözlerinin içine bakıp onların hikayelerini merak ettiğim de oluyor. Bazen. Çoğunlukla aldırmıyorum onlara. Beyoğlu’nun arka sokakları artık sadece onların değil, benim de mekanım oldu çünkü. Beni görür görmez gözlerini üzerime dikseler de, onlar biliyor ki bu sokakları artık biz paylaşıyoruz.

İşte öyle bir gün. İstanbul’da 30. gün. Kendime alışma süresi için 40 gün vermiştim. Kırkıncı günde yeniden İstanbul’lu olacağım. Şu aralar hala biraz akvaryumdaki balıklara bakar gibi bakıyorum etrafıma. Metrodan hep beraber iniyoruz. Çok ayaklı bir organizma gibi yürüyoruz. Beraber hareket ettiğim diğer bacakların bedenlerinden bağımsız hareket etmeme imkan yok. Yavaşlayamam, ters yöne gidemem, isyan edemem. Usul usul kalabalığın akışına teslim ediyorum kendimi.

Ama Beyoğlu’na çıkınca ben yine tek ve kendimim. Tek başıma yemek yediğim yerler var. Arka sokaklarda. Benim arkadaşlarım zamanla Beyoığlunu terk ettiler. Benim Tayland’dan, Portland’dan İstanbul’a tatile geldiğim yazlarda ”Biz artık Beyoğluna çıkmıyoruz” dediler. Ben de tek başıma çıktım. Arka sokaklara tek başıma daldım.

İstanbul öyle bir şehir ki her köşeden bir başka alem çıkabiliyor karşınıza. İnsan bu sokaklarda gezmeye vakit ve enerji ayırırsa ve bir de gözü çirkinliklerin arasından hayata dair olan ayrıntıyı seçme terbiyesine sahipse, bu şehirde Evliya Çelebi olur. Ben bugün öyle arka sokaklarda gezineyim diye çıkmamıştım aslında sokağa. Yunanca dersimden sonra birkaç saat boşluğum vardı, o sırada bir yazı yazayım bari, şu okurlarımı çok ihmal ettim diye düşünerek bir kafe arıyordum. Bilgisayarımı da yanıma almamışım bu sabah, artık defterime yazarım diye diye karnımı doyurmak üzere müdavimi olduğum lokantalardan birine girdim. Tanıdıklar vardı. Beraber oturduk. Dedim,

“Bana iki saatliğine verebileceğiniz bir bilgisayarınız var mı? ”

Dediler,

“Yok ama. Internet kafeler ne gübe duruyor? ”

Dedim,

“İnternet kafe mi kaldı ya?” (En Tayland’da ottan çatılı bir kulubede Yasemin’le internete bakmıştık. Etrafımız yine aynı şimdiki gibi yeni yetme oğlanlarla doluydu.)

O ara garson atıldı,

“Bak dedi şu karşıki sokağa gir, sonuna kadar yürü, sola gir. Orada köşede bir tane var. Neon ışıklı tabelasını görürsün zaten.”

Gidip yazı yazabilir miyim orada?

Karşıki sokağa girdim. Adamlar dönüp bana baktı. Yola devam ettim. Köşede bir polis memuru oturmuş kürdanla dişlerini temizliyor. Gayrı ihtiyarı başımı öne eğdim. O hortum polisin ün saldığı karakolun sokağı buralar. Köşedeki binanın önünde zınk diye durdum. Yeşil panjurlu, siyah ferforjeli bakımlı taş bir Rum binası. Bir daire satılık. Hemen içeri daldım, asansör var mı diye bakmaya. Yokmuş. Ama her bir dairenin önünde çiçekler, zevkli kapı süsleri, konser tiyatro posterleri…Keşke biz de bu binada yaşasak. Belki de giriş katındaki daire satılıktır. Emlakçının numarasını not ettim. Hayal malzemesi çıkar diye.

Tam telefonu cebime koymuş sola dönecektim, yine. Zınk. Bu sefer neden durduğumu öyle hemen anlamadım. Neden sonra bir kırtasiyeci vitrinine baktığımı fark ettim. Vitrine vitrin demeye bin şahit. Üç basamakla inilen kuytu karanlık dükkanın içindeki her bir malın üstüste alt alta yığılmış olduğu bir cam bölme. dağımıklık değildi beni şaşırtan ve zınk diye durmama neden olan. O karışıklıkla üst üste alt alta vitrine yığılmış malların kendisi idi. Annesi ile sokakta yürüyen çocuğun oyuncakçı vitrini önünde birden durup annesini çekiştirmesi gibi bir şeydi benimki. Gibi filan değil, tastamam o halin kendisi idi çünkü vitrindeki mallar benim çocukluğumdan kalma oyuncaklardı!

Bayramlarda sınıfı süslediğimiz yaldızlı kedi merdivenleri, grapon kağıtları, Japon fenerleri, Atalı minik bayraklar (camlara asılan), plastik bebekler, pergel takımı, kırmızı kalem, dolma kalem, hokka, mürekkep, blok fülüt. Burası, dedim herhalde kapalıdır. Eski bir kırtasiyecinin deposu filandır. Tozlu, puslu cam kapısından içeriye bakmak için bir adım atınca ilkokul 2. sınıf önlüğüm gibi solmuş gibi bir kağıt bayrakla burun buruna geldim. Bayrağın arkasından gördüğüm kadarıyla içeride bir adam vardı ve eğer ki yoga yapmıyorsa, oyuncakçının yaşlı sahibi içeride namaz kılıyordu. Rahatsız etmemek için oradan uzaklaştım ama aklım o renkli tuşlu melodikada kaldı. Buradan çıkınca yine bakarım belki. Bir rüyadan ibaret değilse tabii o dükkan.

Size yazdığım bu dakikalar arasında bana ikinci çayımı getiren Sahib ile biraz sohbet ettik. Yunan televizyonundan dizi seyrediyordu. Hayırdır dedim. Dedi, “Ben Cihangir’de Rum komşularla büyüdüm. Hepsi, ne yazık, göçmek zorunda kaldılar. Şimdi işte internetten Yunan televizyonu seyrederken yine onların seslerini duyar gibi oluyor, çocukluğuma dönüyorum. ”

Ezan başlayınca televizyonun sesini kıstı.

Esrarlı köşeleri ve sürprizler dolu insanları ile Beyoğlu’nun Arka Sokakları’nı ne çok severim.

İstanbul yazıları devam edecek.

Cümleten Hoşgeldik!

Remains of the Funeral

So we buried my father.

In the past I always thought that when people go through such emotional traumas, their minds would be so clouded that they couldn’t be aware of anything that was happening around them. A haze, I thought, would have surrounded them and they wouldn’t remember a thing once it is all over.

I was mistaken.

Now I know how the memory of every single word, and each and every hug remains in the mind crystal-clear. In the past when I went to funerals I used to think that my presence could not make a difference in the midst of the crowd. There was always this long line of people in front of the family of the deceased, everyone shaking hands and hugging them and saying how sorry they are. Most of the time I didn’t stay on that line and instead watched the family receive the condolences from a safe distance. I thought my presence would not make a difference.

Now I know that I was wrong.

Tesvikiye Mosque

My father’s funeral at Istanbul’s Tesvikiye Mosque was so crowded. It was crammed with people. Hundreds of friends came to say goodbye from all around the country. My dear father-in-law traveled from Athens early in the morning to be by our side. As I stood under the old chestnut tree to receive condolences, I saw so many old faces, some of them I have not seen since my childhood. In the eyes of them I saw my own grief. My friends from every stage of life were there in the courtyard of the mosque and I saw my dear students who always stand by me gathered in some corner.  There I met for the first time many friends and acquaintances of my dad whom I didn’t know. They shook my hand and offered their condolences.  I wanted them, all of them, to come and hug me. If they didn’t I searched for familiar faces of students and friends in the crowd so that I can have them next to me and give them a hug.

In the future when I go to a funeral I will know that my presence does matter. I will go to the front of the line and give a big hug to those who are in grief. Then I will say the words. Because now I know words  do matter. They matter A LOT.

I will say:

My Condolences,

May he Rest in Peace,

May he rest in Light,

May God bless his Soul.

My God, I never knew how these words were important! I knew never the power behind them. How they can make you feel better!

Now I as stand in the shady courtyard of the mosque under the chestnut tree, I am looking at the lips of people, with my eyes begging them. Please say the words. Not that I care about the meaning so much. The words become symbols for something. At least for me.  Now they mean something like Namaste.

“I recognize the suffering in you. My condolences.”

Then I want all of them to say: “May God Bless His Soul”.

What if one of them forgets to say it? I am scared. The more I hear people saying it, the easier would be my father’s passage. Maybe it will, maybe it won’t. It doesn’t matter much. All I need is to hear it.

In the future, in every funeral I will go to,  I will generously speak of those words. I will say as often as I can “my condolences”, “may God bless his soul”, “may he rest in peace.”

Then from the mosque we are going to the cemetery. They will bury my father. No, it is not my father who they are going to bury. It is my father’s earthly body which he decided to leave behind. He left it behind and I don’t know where he went to. Nobody does. This is the biggest mystery of humanity. No science, no religion, no mystical system can answer my question. We the living, we are not supposed to know the answer anyway. That is how we are designed. Destined NOT to know.

Where is my father now? I don’t know.

Before we arrive to the cemetery they already dug a pit, which will become the grave. Now they are bringing the coffin nearby. They will open the coffin and lower the body into the pit.  I hear someone is saying, “The son should go down the grave, send his son down the grave!” There are men in front of me. I am moving them aside. I should be by the side of the den. They don’t want me to come close to the grave. It is not appropriate for women to see the dead body being lowered to the grave.

But I have to look at it.

I have to see it!

I have to make sure it is not my father who they are about to bury under the earth. For he never wanted to go under the earth. “When I die, please cremate me,” he said to us. “Then throw my ashes over to the Bosporus, over to the Aegean sea from Halicarnassus.”

That is not your body, Baba. We could not cremate it anyway. We stick with the traditional. Forgive us. For I needed the traditional Baba. For I needed to hear the words of condolences, I needed to stand next to bright faced Imam and pray, I needed a tombstone that I could visit in the future. I needed the mosque, the prayer, the cemetery….everything that is traditional about the funerals.  Call me selfish Baba. I needed them all.

Anyway, like I told you Baba, that thing they are burying under the earth, it is not you. You know, I walked to the edge of the den and looked carefully to make sure. They wrapped it with a white cloth. Head to toe all covered. It is actually a sack with strings on both ends. One above the head and the other around the ankles.  That white bag has nothing to do with you Baba. It could be a flour sack or something. So don’t worry. They are now lowering it from the coffin down to the den. It is a chaos down there, you should see. Are you watching? Everybody is saying something diferent. They are all shouting. They all have their own opinion about how to lower the body down to the grave. Now more people are saying,  “his son, his son should go down.”

They are pushing Selim forward. Selim, my dear brother, is a young man now. He is still as beautiful as a little boy. He is too young, he is too unprepared for all this. I should go down to the den, not Selim, but me. I am the one who is supposed to  place the body in the grave, not Selim. He is too little. Too young. Too pretty for all that .

But now before I know it, Selim  is already there, deep down in the grave.

Then my dear Baba, I don’t know if you can laugh up where you are, but if you can and if you were watching us I am sure you had a good laugh! Then two cousins of ours, second cousins but I don’t know them, they jumped into the den. You know that the grave is too narrow for a body plus three men. One should go apperantly. So for a while they argued about who is going to stay and who is going to leave. They argued like two boys, they pulled and pushed each other to win over. They wanted to bury their dear Dayi (uncle) together.

Selim is standing by head and these two are standing by the feet and all the hustle bustle is taking place next to your earthly body which you decided to leave behind! I want to pull both of those cousins out of the grave and jump in myself. I should be there by the feet. Not them. Selim should be by the head and I should be by the feet. Yes, that feels like the most appropriate way.

But I am not moving. I am not going anywhere. I don’t want to intimidate the bright-faced Imam. He is already tolerating my presence among men, watching the burial scene from the edge of the pit. But I so want to touch the body. I want to touch and make sure, one more time, that white flour sack  is not containing anything similar to you.

But I am not going anywhere. I can’t The tradition is holding me back, keeping me on the edge of the grave.

Later when I asked my brother, “how did the body feel inside the bag Selim? Anything similar to our Baba?” he replied  “No”. “It was hard and cold. Nothing like our Baba.”

You were always warm and soft Baba and your flexible ankles moved in their joints with such ease and softness. There was nothing hard and cold about you. Everybody knows that.

The sun is burning our skin in the quiet cemetery. Bosporus is ahead of us, down the hill. Its waters are summer blue and I can see the boats go by, I can feel the northern breeze coming from Black Sea. My silk headscarf is blowing with the Northern winds. Now they are throwing earth over the body. I am not watching anymore. I am standing next to bright-faced Imam. He has a beautiful voice. He is chanting in Arabic. My hands are open to the summer-blue sky, I am praying. I am not crying. If I don’t know where his soul went to, how can I cry for him? I can only cry for myself and at that instance I don’t feel like crying for myself.

We invited the Imam to our house for more prayers. It is right before sunset. Days are long. Now I remember how beautiful the summer nights in Istanbul were.  The winds bring the smell of seaweed and salt from Black Sea. Venus is on the horizon, moon is ready to take stage.

We put tables out on the lawn. Family and friends are all sitting together. I want more people to come. More more more. If more people pray for my father’s soul, he will find peace faster. I am worried that my dad’s soul has not found the peace yet. I can’t keep my eyes off  the gate. Why didn’t I invite more people? Why didn’t I insist? Still many of them are there. The more friends I have on our table, happier I am. I am also happy that nobody is crying. I want to say our goodbyes in peace and quiet. My mother and Mete babam is sitting on another table acroos from us, Selim is sitting with his friends. Where is Selva? Oh, how I wish Kokia was here with us tonight.

As the chanting starts I am moving into a comfortable position so that I can stay still during the chanting. If I sit still, people around me will calm down as well. I know that from my classes.

Then we all surrender to the prayer. Bright-faced imam is chanting Yasin. He says during the chanting of Yasin, whatever we pray for, God grants it to us. I pray for an easy transition  for my father and wisdom and insight for us the living so that we can differentiate reality from illusion. I want us to chant all together. I wish he chanted the simple prayers that we all know so that we can all chant together. He is doing only a few of them. We are chanting with him.

Hak la ilahe illallah, illallah

La ilahe illallah, illallah

Aylin is sitting next to me. She knows the Arabic prayers by heart. She knows not only the words but also the melody. Listening to her reciting the prayer next to me is so soothing, so relaxing. I hope she chants and makes us chant these prayers when it is 40th day of my father’s death.

After the prayer, it is time to break of the fast (we are in Ramadan month). We are offering food to our young Imam and then eating all together. On our table we are chatting and laughing. We are eating sweet Halva. We all know life still goes on long as it goes on. My mom is wrapping her arms behind me and kissing me as I chew the sweet halva. Halva of my father. Who would have known? I am looking at Selva, my father’s dear wife for 30 years, his soul mate. There is acceptance in her big brown eyes. Selim is smiling at something that his friends are telling him.

It is dark now. The moon is hanging above us, some kittens running around to eat the food we left on our plates. The lights are turned on around the swimming pool. Imam is gone. It is just us now. Minus my father.

Ah, if only we were able to differentiate reality from illusion!   For now all we have to do is  to keep on walking while thinking dream we are living is the reality. That is what we the living is designed for at the first place. To  live  in a dream.

For the next couple of days I am living as an addict. I am addicted to my phone and to my laptop. I am thirsty for every single message, email, any comment under my blog-post, phone calls. Anything would take my thirst away. My phone keeps ringing. I have no energy to answer neither to speak but seeing the names of friends flashing on the screen of the phone is enough to make me happy and strong. I want my inbox to be overloaded with messages, my blog-post to be read by the entire world.

That is how I am feeling.

If the father of a friend dies in the future I will overwhelm her with my messages, that is for sure!

And slowly I am realizing the death around me. So many of my friends had lost their fathers and mothers and siblings and other loved ones. There is not a single household where death has not paid a visit. I am realizing this slowly. Now I want everyone to tell me his or her story. How did you father die? How old were you? What did you do? Tell me. I need to hear, over and over, that this pain is not mine, it is shared by the entire humanity. Tell me how your father died. And they do tell. They say it is like losing your ground, they say it is the like being an orphan, they say there is so much to learn, they say that I will feel him next to you the more than ever, they say it is the biggest gift he can give to me…They know. They are the daugthers, they are the sons of the fathers who died.

But on  the other hand, I know and they know that my pain is my pain. I am alone in my grief. My father was my father. The bond I lost is one and only in the universe. It was between him and I only. Now in the absence of that special bond and I am lonelier than ever. We are all alone when we suffer for our unique losses. That is why I want to stay on my own at nights. I lay on my bed in darkness. I am hung loose in space. Then I am crying. Only when it is night.

Now I am back in Portland. I am sitting in my favorite coffee shop as I write you this. Earlier this morning I did the usual things. First I did my own practice, then I taught my class, then I came for coffee and I am writing. Things I do are the same but life is not. I know that life will not continue in the same track anymore.

Tracks are switched.

I will not get used to it.

I should not get used it.

It is time to start all over. A brand new life. Clean and fresh. Softeneby the loss . Colored by the grief. 

Now I know how much I need other people…

A new life with more love in it.

Photo: Aisha Harley