“Uyan, uyan da bak dışarısı ne güzel!”
Gözlerimi zar zor açtım. O da ne! Odamızın perdesiz penceresinden Uludağ’a bakıyorum. Çamlar, meşeler, selviler, kavaklar bembeyaz! Kar yağmış. Atina’ya kar yağmış. Kar yağmış ve çamların dallarını eğecek ağırlığa gelmiş. Arabaların üzerini kaplamış. Bu bir ilk. Atina’ya taşındığımızdan beri benim başıma ilk defa geliyor yani.
Yataktan çıkmak çok zor oldu. Atina binaları kar kış dinlemiyor. Kaloriferin yandığı iki saat var: Sabah yedi ile sekiz arası ve akşam yedi ile sekiz arası. Sonra herkes kendi kendini ısıtmaktan sorumlu. Biz biraz fazla uyumuşuz. Kaloriferi kaçırmışız. Dün gece Netflix’den Marie Kondo belgeseli seyretmeye daldığımız için uykuya daldığımızda saat gece yarısını geçmişti. Marie Kondo evlerimizi düzenleyerek hayatımızdaki eksik parçayı bulan tatlı Japon kadın. Kitapları bir kaç yıldır en çok satanlar raflarından inmiyor. Ben okumamıştım ama Netflix’in pırıltılı tanıtımına kapıldım. Rica minnet bir bölüm seyredelim ne olur, ne olur diye Bey’i de razı ettim. Sonra da kaptırdık. Uyumadan önce en son ben Marie Condo’yu İstanbul’a veya bir Yunan adasına getirtip bir seminer ayarlamayı kuruyordum. Öyle bir kaptırış.
Marie Kondo çok şeker bir kere. Dünyalar güzeli bir Japon kadını. Kar beyazı hırkalar, pembe kloş etekler giyiyor. Siyah saçları pırıl pırıl ve gülbeyaz bir teni var. Güzelliği orada bitmiyor. Etrafına saçtığı bir de ışık var. Bizim Bey’in keskin gözlem gücüyle belirttiği üzere ancak içinde huzur ve neşeyi bulmuş insanların aydınlığını yansıtıyor kadın. Amerika’da bir takım dağınık evlere girip çıkıyor, dolaplarını, çekmecelerini, garajlarını düzenleyerek onlara da neşenin yolunu gösteriyor. Belgesel bu hikaye üzerine kurulu.
Düzen, çocukluğumdan beri benim için de pek önemli bir konu olmuştur. Evlerin düzeni ile neşenin arasınd bir bağ olduğunu nasıl ne zaman keşfetmiştim, bilmiyorum ama odamı toplardım daima. Marie Kondo’nun tekniğini dinlerken o yüzden de başımı sallayıp durdum. Yatağımı toplamadan evden çıkmayın. O yeah! Bunu Perihan Mağden de söylerdi. Yatağınızı toplayın, yoksa tüm gün peşinizden gelir. Sonra Marie Hanım diyor ki her şeyin bir yuvası olsun, onunla işiniz bitince yuvasına koyun. Evet, bundan daha doğal bir şey olabilir mi? Kahve içtin, kupa mutfağa döner. Kirli kupanın benim gönlümde tek bir yeri vardır: Bulaşık makinesi. O yüzden bulaşık makinesinin temiz tabaklarla dolu beklemesi beni derin bir kedere iter. Kıyafetler giyilmiyorsa yerlerine asılmalıdır. Yuvaları orasıdır. Çalışma odasındaki sandalyenin arkası bir hırkanın yuvası değildir mesela. Onu orada görmek de neşemi kaçırır. Her çekmece başka bir kıyafet takımının yuvasıdır. Tişörtlerimi Marie Kondo gibi katlamam ama muhakkak katlarım. Ve her şeyi aynı biçimde katlarım, evet. Çalışma odasına yemekle girmek hiç tercih ettiğim bir şey değildir. Yoganın ve yazının yer aldığı yerlere domestik unsurlar girmesin. Sadece kahve. İçildiği sürece. Kitapları salona götürdüysem onlarla işim bittiğinde toplayıp çalışma odasına geri taşımaya özen gösteririm. Çamaşır sepetini boş görmeyi tercih ettiğimden sık sık çamaşır yıkarım. Ütülenecekleri bir sepete koyar hep aynı temiz örtüyle üstlerini örterim. Yemek yaptıysam o yemeği yemeden önce mutfağı toplarım. Kirli bulaşıkların mutfakta durduğu bir mutfak içeride beklerken rahat rahat yemeğimi yiyemem. Evden çıkmadan önce mutlaka her şey yuvasına geri döndü mü diye kontrol ederim. Bir şeyi ortada, yuvası dışında gördüysem koşar yerine yerleştiririm.
Eh, hal böyle olunca Marie Kondo bana konuşuyor gibi gelmesin de ne olsun? Hemen ben de benzer bir şeyi Türkiye’deki evler için yapayım diye düşündüm. Ben de ülkemizin Marie Kondo’su olamaz mıyım? Olurum tabii! Çocukken de Yasemin’in evine gittiğimde onun dolabını toplardım. Çağırın geleyim, sizin evinizi de nasıl toplayacağınızı anlatayım.
Marie Kondo heyecanı yüzünden geç uyandık. Zaten kar da yağmış. Kalktık. Kahvemizi yapmamızla kapının çalması bir oldu. Yardımcımız Galiba pür neşe eve daldı. Onun neşesi bana hiç bulaşmadı. Aksine o yüksek sesle espiri üzerine espiri patlatırken ve gülmediğimiz için espirilerin de sesinin de dozunu yükseltirken ben surat astım. Bey bana bakıp “po po po!”dedi. Yunanca’da bu vay vay vay gibi bir şey demek. Bayan Sparis’in durumu kritik bugün. Evet neden böyle? Bazı sabahlar Bayan Sparis’in insanlara tahammül eşiği yerlerde. Konuşan her iki ayaklı neşe kaçırmaya yeterli. Kimse konuşmasın. Evde yalnız kalabildiğim eski günleri düşünüce gözlerim yaşardı. Ne çok özledim evde yalnız kalmayı bir bilsen dedim bizim Bey’e. What a loss, dedi. Komiklik olsun diye demedi, bunun benim için önemli bir yitim olduğunu bilecek kadar tanıyor beni.
“Haydi git. Senin kahven açılmıştır.”
Dışarısı kar kış kıyamet, hiç fark etmez. Yoga kıyafetimin üzerine bir boğazlı kazak, bir yün etek, atkı, bere, eldiven, tamamım. Sokaktayım. Bir nefes alabilirim. Tek başınayım. Neden ben böyleyim tanrım? Ben olsam almam beni. Kesin.
Bayan Sparis’in konuşmaya ve konuşan insana tahammülü bu denli az iken taksiye binmesi söz konusu olamaz. Atina’nın flörtçü taksicileri Bayan Sparis’i sessizliğe terk etmezler. Onu kahvesine götürecek olan 15 numaları troleybüsün on iki dakika sonra durağa geleceğini söylüyor tabela. Bekleyelim. Spotify’dan Kalben’i dinleyelim beklerken. Çünkü Kalben’i dinlemek öykü okumak gibidir. Her bir şarkı bir öykü anlatır. Zengin, derin, anlamlı, sizi acı tatlı gülümseten şarkı sözleri. Şiirin ve edebiyatın etkisi kısa zamanda Bayan Sparis’de kendini gösterir. Artık kendi dertleri önemsizdir. Her birlikte akıp gidiyoruzdur işte şu hayatta.
15 numaralı troleybüsün on iki dakikası Einstein’ın izafiyet kuramınına açılım sağlayacak şekilde uzadı. Telefon altı dakika geçtiğini söylüyor ama tabelaya bakıyorsunuz, sadece iki dakika geçmiş. 15 numara on dakika sonra gelecek. Sonra bir dört dakika daha geçiyor (kolumdaki saate göre) ama otobüslerin geliş saatlerini gösteren tabelaya bakarsanız 15 numaranın gelmesine sekiz dakika var. Hangisine inanacağım? Kolumdaki saate mi, tabeladakine mi?
Bu bana Turk Telekom’la konuşmamızı hatırlatıyor. Bana göre ben o mesajları göndermedim ama onlara göre gönderdim. Bana göre bana tarifem yurtdışında etkin hale gelmiştir diye bir mesaj gelmedi. Onlara göre geldi. İspat edebilir miyim? Benim hesabıma telefonlar, mesajlar, internet kullanımları yükleyebilirler. Ben kullanmadığımı ispat edebilir miyim? Hayır. Onlara göre ben yaptım, bana göre ben yapmadım. Hangimize inanacak sayın hakim?
Ben olsam almam beni. Adamdan saymam beni. Uzun uzun soymam beni. Deli miyim?
Çok güzel ya!
Kalben kalbimi ısıtıyor tamam ama eldivenlerin içinde ellerim hafiften donmaya başlamış. O sırada troleybüs geldi. Balık istifi. Bu kadar beklersek olacağı bu, kapılardan sarkarak gittik bir süre. Sonra boşaldı. Ben oturdum hatta.
Nihayet kahvemdeyim. Ne anlattın şimdi sen bize derseniz, inanın ben de bilmiyorum. Sonuna kadar geldiyseniz teşekkür ederim.
*Başlık ve yazının içindeki alıntı Kalben’in Saçlar şarkısından.
