Yaşamak
Bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi
Kardeşçesine…
Nazım Hikmet

Dün akşam Atina’daki ilk yoga dersimi verdim. Atina standartlarıne uygun bir biçimde gece 8:00 ila 10:00 arası gerçekleşti dersim. Prensipleri tarafından hayatı kısıtlanan bir insandan esnek insana geçiş yapma çabası içinde olduğumdan tüylerimi diken diken bu ders saatini duyduğumda yutkunup (neler yuttuysam o sırada) kabul etmiştim. Dün akşam evden Bhavana Yoga Merkezi’ne yürürken, bu kadar geç saatte ders vermenin, erken saatte ders vermeğe benzediğini düşünüyordum. Yine bütün gün senin keyfince düzenleyeceğin bir biçimde sana kalmış oluyor, bir kurumda yapacağın tek iş günün kuyruğuna denk geliyor. Benim İstanbul’daki programın simetriği.
Stüdyoya yürüdüğüm yedi buçuk sularında sokaklar bomboştu. Bu Atina’da görmeye alışmadığımız bir şey. Aiolu ve Ermou caddelerinde (ki ben bunları bizim İstiklal Caddesine benzetirim) in cin top oynuyor. Dükkanlar kapalı, kepenkler inik, sokak lambaları sönmüş. Biraz sci-fi bir hissi var. Küresel ekonomik kriz önümüzdeki yüzyıl içinde bütün dünyayı pençesine alacaksa, heryer böyle görünecek. Karanlık, ıssız, terkedilmiş ve hüzünlü…
Ama işte hava ekonomik kriz dinlemiyor. Hava oynak, işveli, cilveli…Mis gibi portalal çiçeği kokuyor. Sessiz karanlık sokaklarda yürürken gözyüzünde yıldızlar silme, ay kocaman. Ben çocukken Bodrum’a gittiğimiz tatillerde annemler Ahtapot restoran diye bir yerde yemek yemeyi pek severlerdi. Bodrum’un içinde ama daracık sokakların bir tanesinde saklanmış bir bahçedeydi bu restoran. Herhangi bir evin bahçe kapısı gibi kapısından girip de kendimizi ağaçlardan sarkan Japon fenerlerinin aydınlattığı bir lokantada bulunca çocuk yüreğim hop ederdi. Çok da güzel yerdi. İşte Ahtapot restorana yürürken de böyle portakal kokardı ortalık ve sokaklar sessiz, gökyüzü silme yıldız, ay da dolu dolu parlardı.
Stüdyoya vardım. On iki adet parlak gözlü yoga öğrencisi benim bekliyodu. Nefis bir ders yaptık. Yoga hocalığının çok sevdiğim bir tarafı, öğrettiğimiz şey itibarı ile samimiyetin hemen kurulabiliyor olması. Yoga öğrencisi zaten karşınıza zaten öğrenmeye, denemeye, değişmeye hazır, çocuksu bir merakla geçmiş oluyor. Bana en azından hep böyle öğrenciler denk geliyor. Kendi hissettiklerimi onların bedenlerinde, zihinlerinde, uyandırmak üzere rehberlik ederken zaman benim için zaten duruyor. Saat gecenin onu mu olmuş, yoksa sabah altı mıymış, hiç farkında değilim.
Gece verdiğim ders kendini sabah belli etti. Kaskatı kesilmişim. Yatay düzlemden dikeye geçemiyorum. Bacak kaslarım davul gibi. Boynum ağrıyor, belim tutuk. Aman aman! Çok hafif bir seri yapmak gerek şimdi. Ayağa bile kalkmadan. Kaslarda laktik asit sıfır. Oturduğum yerde nefes alıp vermekten öteye fazla bir şey yapmadığım bir sabah yogasından sonra yine sokaklardayım. Yine o kafeye geldim. 1984 Nostalji‘sini yazdığım modern mimarili minimalist kafeye. Bugün hava biraz serin diye camları kapatmışlar. Benim masa hariç her masada sigara içiliyor. Boğulacağım birazdan. Ama müzikler hala çok güzel. (Twist in my Sobriety mesela şu anda çalan. Tanita Abla)
Hayır, ben aslında bunların hiç birini değil de şunu yazmak için başlamıştım bu yazıya.
Değişmek değişmek diyor, hepimiz değişmek istiyoruz ya…Bunun için ders alıyor, kitap okuyor, yoga yapıyor, yazılar yazıyoruz. Niye istiyoruz değişmeyi? Daha mutlu, daha tatminkar, daha huzurlu hissetmek için kendimizi. Belki dünyayı, iyiliği ve kötülüğü, alemin düzenini biraz olsun anlayabilmek için. Şu ya da bu sebeple değişimi istiyoruz. Bir şeyler de yapıyoruz. Sonra en bildik yerde çuvallıyoruz. Yine o eski, yine o bildik, o çoktan bıktığımız usandığımız tepkimizi veriyoruz. O eski tepki bizi mutsuz etmekle kalmıyor, bir de üstüne hayal kırıklığı ekleniyor. Onca çalışma, onca yoga, terapi, kitap, workshop vs vs vs, canımı sıkan bir durum olduğunda hala 12 yaşımdaki tepkiyi veriyorum. Shit.
Demeyin. Tepkiniz birine verilen bir cevap ise, o cevabı vereceğinize “sözlerini duyuyorum” deyin. Bakalım ne olacak? Beraber deneyelim. Bir daha kendimizi savunmak, doğru bildiğimizi ötekine bildirmek üzere ağzımı açtığımızda içimizden gelenleri değil de şuraya yazdığım cümleyi söyleyeyim:
SÖZLERİNİ DUYUYORUM!
Bir şeyler değişecek mi, sonra da yazalım.
Sevgiler hepinize.