Berkeley Notları

Yarın Berkeley’den ayrılıyorum. Ve biliyorum ki bu güneşli, neşeli ama kahvesi pek kötü şehirden cennet Portland’a döndüğümde artık gezi notlarımı aktarmak için çok geç olacak. İnsan gezi yazılarını yerindeyken yazmalı, sonra olmuyor. Diye diye diye günler geçti. Bir Yunanca ödevim var, (kompozisyon) bir de işte Berkeley notlarını size yazma isteğim ama bir türlü oturup da başlayamadım. Biraz dolunay, biraz hocamla yaptığım yoğun kursu yarattığı huzursuzluk, biraz da o huzursuzluk ateşini hissetmeyeyim diye kendimi oradan oraya atma halinden…Meşgulum, çok meşgulum yani.

Berkeley’i San Francico’nun Kadıköy’ü olarak düşünebilirsiniz. Filmlerde, dizilerde gördüğümüz köprüler San Francisco’yu Berkeley ve Oakland şehirlerinin bulunduğu yakaya bağlıyor. Bir de BART var (Bay Area Transit System). O da suyun altından giden bir metro sistemi. Dünden beri grevdeler, buraların Avrupa yakası ile bağlantımız kesik. Olsun, büyük şehirde kaybolmak gibi bir lüksümüz de yok. Kurs gerçekten çok yoğun. Sadece fiziksel olarak değil, yarattığı değişimin duygusal boyutu da çok yorucu. O yüzden hocamız daha en baştan bu kurs süresince günlerimizi oradan oraya koşturarak değil, mümkün olduğunca iç mekanlarda, sakin sakin dinlenerek geçirmemizi öğütledi.

Ki haklıydı.

Haklıydı haklı olmasına da burada da sokaklar cıvıl cıvıl. Ben Portland’dan ayrılırken mevsim kıştı, burada hala yaz sonu. Öğleden sonra tişört, etek bisiklete biniliyor. Nasıl oturulur iç mekanda sakin sakin dışarısı kaynarken?

Berkeley bir öğrenci şehri. Eyaletin ve hatta ülkenin en büyük üniversitelerinden biri olan UC (University of Califonia) Berkeley bu şehrin tepesine kurulmuş. Bizim Boğaziçini anımsatan koca bir kampüs. New England stili binalar, yemyeşil bayırlar, mermer merdivenler, heykelller…1960lardaki sosyal patlamanın kalbi Berkeley de atmış. San Francisco hipilerin başkenti olmuşsa, karşıyakası Berkeley de öğrenci hareketinin başını çekmiş. Kampüs hala sosyal ve politik bilinci yüksek insanlarla dolu. 68 ruhunu hala hissedebiliyorsunuz.

UC Berkeley benim hayalimdeki üniversiteydi. 14 yaşındayken Joan Baez’i ve ardından 1960’lı yılları, hipileri, toplumsal patlamayı ve 1968 öğrenci hareketini keşfetmenin doğal sonucu olarak UC Berkeley’de okumayı hayal eder olmuştum.  Boğaziçi Üniversitesini bitirip, doktoraya, mastera, ne olursa artık ona Berkeley’e gidecektim. Bu planlar dahilinde kendimi bölümün hocalarına tanıtmak ve sevdirmek amacı ile 1998 yaz döneminde Sosyal Antropolji bölümünden bir ders bile aldım. Dersin doktora öğrencisi genç hocası dışında beni tanıyan da seven de olmadı ve iki yıl sonra ben doktora başvurumun daha bölüme bile varmadan ret edildiğini öğrendim. Boğaziçindeki üçüncü yılımı derslere gireceğime çimenlere yatıp kumpir yiyerek geçtiğim için lisans ortalamam düşük idi. Üstelik girmediğim o dersleri ortalamamı etkilemeyecek bir şekilde bırakabileceğimden  (withdrawal denen basit bir işlem ile) habersiz boş verip kalmıştım. UC Berkeley, transkripteki bir değil dört adet F harfi ile uğraşacak bir kurum değildi. Bu vesile ile şimdiki gençlere tavsiyem: Asla derslerinizden kalmayın, aman sonra alır geçerim diye boşvermeyin. Transkriplere F’nin çizigisi bile değmesin. )

Neyse, hayatımın on dört yaşında planladığım gibi gitmeyeceğine dair güvenim ilk defa bu noktada kırıldı sanırım. Bu bakımdan Berkeley’den bana gelen ret mektubu hayatımın ilk büyük yenilgisidir diyebilirim. Ama işte neye niyet neye kısmet? Bu sabah otobüs bekledim, bekledim, bekledim. Sonunda geldi, içi tıklım tıklım. Bisiklet yerleri de dolu. “Bir sonrakine binersin” dedi, şoför bey. “Yirmi dakikaya gelir”. Yoga dersinden bacak kaslarım inim inim inliyor , yoksa ne işim var otobüste? Ama yirmi dakikayı duyunca bastım pedala, ne yapayım? Çünkü o otobüs beni bir yere kadar götürecek, sonra aktarma yapacağım, ötekisi kim bilir ne zaman gelecek? Belki de bisiklet hanesi yine dolu olacak vs vs. Bas pedallara. Ah bacacıklarım. Beş altı blok gittim, baktım köşede bir başka otobüs duruyor. Yine bizim evin oraya, ama başka yoldan giden. Bisiklet hanesi de boş. Kırmızı ışığın yeşile dönmesini bekliyor. Uçarak önünü kestim, bisikleti yerleştirdim. oooh, on dakika sonra evdeyim. Öteki otobüsü bekleseydim bir de aktarma yapmam gerekecekti.

Hayat da böyle işte. UC Berkeley’e kabul edilseydim doktoraya giderdim. Doktoraya gitseydim, işte şimdi şu aralar tezimi teslim ediyor olurdum. Bütün enerjimi, dikkatimi, vaktimi, yazma ve yaratma hevesimi o teze akıtmış olduğum için şimdi size yazıyor olmazdım. Yine ders verirdim muhtemelen ve yine ders vermek, kafaları açmak, hayata, insana, topluma , gerçeğe dair yeni perspektifler sunmak beni bugünki gibi doyururdu.  Bundan önceki yazıları, Mavi Orman’ı, ilk romanım Saklambaç’ı (Ocak’ta çıkıyor inşallah!), şimdi üzerinde çalıştığım ikinci romanımı yazmamış olurdum. Aynı üniversitenin Los Angeles şubesine (UCLA) kabul edildim ama gitmedim. Gitseydim bu kadar çok yazı üretemezdim sanırım. Yine çok şeyler öğrenir, çok değerli hocaların derslerine girerdim muhakkak ama yoganın benliğime kattığı zenginlik, derinlik ve tatminin bulamazdım. Sanki.

Şimdi öyle geliyor. O otobüse binmeyip de yola devam etmekle hayatımı daha kolay ve mutlu kıldım sanki.

Yine de UC Berkeley kampüsünde dolanarak, orada öğrenci olmayı hayal ediyorum. Öğrenciler bana şimdi çocuk gibi geliyorlar. İnsan üniversite çağında ne kadar çocuksu göründüğünün farkında olmıuyor. Büyüdüm, tamamım, herşeyi biliyorum havalarına giriyor. Oysa nasıl da çocuk gibi görünüyor herkes. Hafif kambur sırtlar, güvensiz bakışmalar, gamsız kıkırdaşmalar… On beş yıl önceki hayaletim, ’98 yazında Yasemin ile gittiğimiz her kafede, her dükkanda karşıma çıkıyor. İnsan havayı, suyu, kokuları, tatları, gençken hissettiği gibi hissetmiyor sonrasında. Onu fark ettim. Duyu organları körleşiyor.  Yaşlılar “eski baharlar kalmadı artık” filan diye konuşurlar ya, eski baharlar kalmadığından değil, yıllar içinde hisler de azaldığından öyle geliyor. Yaşla beraber kendine güven, anlayış ve  tatmin geliyor ama o ürpertiler gidiyor.

Foto: wikipedia'dan alındı.
Foto: wikipedia’dan alındı.

Bu arada şunu da fark ettim Berkeley’e kabul edilmek için Asyalı olmak gerekiyormuş. Beni o yüzden almamışlar herhalde. Öğrencilerin yüzden doksanı Asyalı. Koreli, Japon, Çinli… Buraya yabancı öğrenci olarak kabul edilmek çok zor. Kendi okulunun değil, şehrinin, ülkenin ilk yüzünde olman gerek. Bunlar da öyle “genius” çocuklar demek ki. Gelecek Asya’nın sevgili okurlar.

Bir de burada tamamen unuttuğum bir pratik ile yeniden karşılaştım. Onu da yazmadan edemeyeceğim: Kesişmek. Herkes birbirini kesiyor. Kütüphaneye, lokantaya, kafeye giriyorsunuz, bütün kızlar süzüyor, bekar erkekler bakışlarına bir karşılık alana kadar bakıyorlar. Bu hep yaptığımız bir şeydi, şimdi hatırladım. Varlığımıza onay istercesine kesişirdik. Öyle romantik romantik bakışmaktan bahsetmiyorum. Bu çok çabuk varılan bir anlaşma. Bir kadın/erkek olarak beni tanı diyor bir taraf, öteki de tanıyor. Zaten o da aynı taleple gelmiş. Bakışılıyor ve olay bitiyor. Herkes kendi işine. Unutmuştum, iyi geldi.

Ben gençliğimin hayaleti ile sağda solda karşılaşır, gençlik üzerine düşünürken psikoloji sınıfımdan bir arkadaşımın Facebook duvarında şu soruyu gördüm:

Gençliğinize bir mesaj verecek olsanız, ona ne dersiniz?

Derim ki kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak.

Ben ona öyle deyice aynı mesaj yankılandı, gelecekten bana…

Kendini dert etme, hissetmeye, yaşamaya bak!

Her şey geçer.

Her şey yenilenir.

Takılma, devam et!

Kütüphane değil define adası!
Kütüphane değil define adası!