
Bakın bu sabah Middlesex’den önce sizin kapağınızı açtım. Saat sabah 8:02. Yer Albina Press (her daim bir klasik). Middlesex sonuna yaklaştığı için iyice ağırlaştım. Bitince içine düşeceğim bunalımın ölçülerini tahmin ediyorum. Bir sevgiliden ayrılmışım gibi olacak. Taş gibi bir boşluk içime yerleşecek. İçimdeki ses (Elif’im) başka romanlar girecek hayatına, üzme kendini bu da geçer diye beni teselli etmeye çalıştıkça moralim iyice bozulacak. (Son aşkımın tazeliğini sonsuza dek koruyamayacağımı kendim de bildiğimden.) O yüzden son yüzde yirmide işi ağırdan alıyorum, her fırsatta kendisi ile buluşmak için fırsat yaratmıyorum. Önce bir epostalara bakayım, sonra okurum diyorum.
Ama tek sebep romanımla arama koymak istediğim tatlı mesafe değil. Sizlerin yazılarıma göstermiş olduğunuz ilginin parmaklarımın kindle’dan önce klavyeye uzanmasında epey bir etkisi var sevgili okur. Şu taşlama, bok atma sanatının ilişkilerimizi zehirlemesi ve bizleri müthiş yorması konusu mesela, meğerse herkesin ortak derdi imiş. Yakınında bulunmayı pek sevdiğim bilge kadınlar arkadaşlarımdan biri olan Petek Hoca çok yerinde bir yorum yapmış ve demiş ki:
“Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilmiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için herhalde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış İstanbul’da. Acaba İstanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.”
Özellikle de altını çizdiğim o cümleyi pek yerinde buldum. Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor? Bir nevi aşağılık kompleksi mi bu? Birisi hakkında iyi bir şeyler söylemek ancak o kişi öldükten sonra mı mümkün oluyor? (Ben gizli gizli cenazesini hayal ederek kanına tatlı bir zevk zerk edenlerdenim.) Neyse, bu işte bizlerin ortak yarası imiş. Belki Okan Bayülgen’den sonra iyice yaygınlaşmış, meşrulaşmıştır bu dalga geçmek üzerinden kurulan bağlar. Annemler de birbirleri ile dalga geçiyorlar ama iletişimin çok ufacık bir bölümünü oluşturuyor bu taşlamalar. Ve bence bizden en önemli farkları altta kalmamalıyım endişesi yok, gülüp geçiyorlar. Bizim kuşağın (1960-1990 arası doğanları bizi kuşak yaptım. Bir eksik iki fazla.) varlıklı, eğitimli, yüksek hayat kalitesinde büyümüş çocuklarının bir acısı bu galiba.
Şimdi bizim kuşağı böyle yıllara sığdırınca aklıma, 90’lar ucundan bizim kuşağa dahil edebileceğim bir öğrencimin sevgilisi ile yaptığı Skype görüşmesi geldi. Genç öğrencimle ben Avrupa’nın bir şehrinde aynı odada kalıyoruz. Ben bir köşede yazı yazarken, o da sevgilisi ile Skype’da konuşuyor. Sanırsınız ki meydan muharebesi yapıyorlar. Odanın yatak tarafıdan “geri zekâlı, ay hadi bıktım senden, aptal, salak, of yeter be, çok salaksın oğlum/kızım”lar gırla gidiyor. Konuşma bittiğinde, (of tamam hadi bıktım senden kapatıyorum\ salak!) kızımızın sinirleri gergin tabii. Aranız mı kötü, kavga mı ettiniz filan diyorum. Yoo biz hep böyleyiz, diyor. Diyorum, “Bu oğlan senin sevgilin değil mi, birbirinizi sevmek için beraber olmayı seçmediniz mi? Her zamanki haliniz sevgiye dair tek bir söz bile içermiyorsa, bu nasıl sevgililik kurumu?” Ağzımdan çıkan sözler aynen nenemin sözleri (demek ben de bir sevgilimle böyle konuşmuşum bir zamanlar ki nenem bana bu lafları etmiş.) farkındayım, ancak şimdi anlamı yüreğime yerleşmiş. Neneciğim, nur içinde yat, e mi?
***
Bizi içe dönüşe yönlendiren disiplinler (yazı da dahil) sadece içeriyi keşfetmeyi değil, aynı zamanda kaleyi içerinden güçlendirmeyi de amaçlıyor. İçerisi güçlü olduktan sonra kim korkar altta kalmaktan değil mi? Öyle olmuyor işte. Alışkanlığın canı çıksın. Ben hala İstanbul’da eş dost arasında kendimi gardımı almış, şatafatlı bir hamle ile üste çıkmayı planlarken buluyorum ara sıra. Bu ne demek? Kalenin tadilatı henüz bitmemiş mi demek? Büyük olasılıkla. Bitmez, bitemez öyle kolay kolay zaten. Bitti dediğimiz gün biz bitmişiz demek zaten.
Kalenin tadilatı devam ediyor. Kalemiz bir ömür tadilatta kalacak. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Biz tadilat esnasında dahi kalenin içinde rahat edeceğimiz bir ortam yaratıyoruz, sizi de bekleriz bu arada. İçeride size taş atılmayacaktır, gardınızı girişte bırakabilirsiniz.
Bu gard ne demek aslında?
Gardımızı aldığımız her sefer ne düşünüyoruz? Çoğul konuşmamayım şimdi, doğruya doğru, sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben benim istikametime doğru yapılan bir şakaya karşı gardımı alırken şöyle düşünüyorum:
Bu insan(lar) beni sevmiyor. Bu insan (lar) benim arkadaşlarım değiller.
Bu arada bu insanlar benim arkadaşlarım ve beni sevdiklerini biliyorum. Ama işte gardı ve karşı atağı gerektiren (gerektirdiğine inandığım) durumlarda birden perspektifimi çarpıtan bir gözlük takmış gibi oluyorum. O gözlüğün ardından baktığımda gördüğüm şey:
Bu insanlar beni sevmiyor.
Bu bahsettiğim Transpersonal Psikoloji’de kullanılan bir teknik. Karşınıza bir grup yeni tanıştığınız insan koyuyorlar ve hayali bir gözlüğü yüzünüze yerleştirmenizi istiyorlar. İlk gözlükten bakınca karşınızdaki yüzlerin hepsi dost canlısı görünüyor. Arka fonda bir ses, size ne gördüğünüzü söylüyor. Bu insanlar benim dostum, bu insanlar benim iyiliğimi istiyor, beni beğeniyor, beni seviyor vs. Sonra gözlüğü değiştir diyorlar. Yeni bir gözlük takıyoruz. Bu defa arka fondaki ses diyor ki, bu insanlar beni sevmiyor, beni beğenmiyor, beni küçük görüyorlar vs.
Amaç hangi sesin iç sesimize daha fazla benzediği. İnsanların bizi sevdiğine mi inanıyoruz, yoksa bizi baştan beğenmedikleri varsayımı ile ilişkiye başlıyoruz?
Bu durum sadece yeni tanıştığımız veya tanımadığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiye özgü değil. İç kalemiz belli bir sağlamlığa erişmediği takdirde ayaklarımız hep kaygan bir zeminde duruyor. Bizi sevdiğine inandığımız bir insanın ufak bir ihmali veya sivri sözü, bir sabah bizi asık suratla karşılaması veya bir ricamızı ret etmesi, bizi derhal “bu insan beni sevmiyor” merceğinin arkasına geçiriveriyor. Belki bir saniye sürüyor ama oluyor. Saniye ardına saniye ekleniyor, sonunda biz yoruluyoruz. Gard almaktan, taarruza geçme ihtiyacımızdan, kendi tepkilerimizden sıkılıyor, yoruluyor ama neden bazı ilişkilerin bizi mutlu etmediğini çıkaramıyor, çoğunlukla kendimizi suçluyoruz. (Sorun sende değil bende honey.)
Sonra da üzülüyoruz. Üzüntü esaslı bir konu. Bugün bundan bahsedecektim değil mi? Üzüntüye yer açmak. Bakın parmaklar kendiliğinden nerelere gittiler. Üzüntüye yer açmak yine yarına kaldı. Bu vesile ile şu soruya da cevap vereyim, çünkü çok sık soruluyor. Nasıl oluyor da tam şu aralar bulunduğunuz içsel evrim noktasına dair şeyler yazmayı başarıyorum? Bu benim değil, sizin başarınız aslında. Benim parmaklarla iletişime geçen sizsiniz. Parmaklar onlardan istenen şey ne ise o konuda yazıyorlar. Ben arada bir tünel oluyorum sadece.
Bir kez daha 1000. Kelimeye yaklaşırken ancak ben parmakları durduruyor ve kindle’a uzanıyorum. Bundan sonraki bir saati Calliope ile kahve içerek geçireceğim.
Müsadenizle…
Defne.
Yarın : (kısmetse) Üzüntüye yer açmak ve Yoga sonrası ilk yaz tatili felaketi…
Merhaba,
Insanlik Ayibi yazinizdan beri blogunuzu takip ediyorum. Okumasi o kadar keyifli, o kadar keyifli ki, özellikle su son seri yüzünden günde defalarca kontrol ettigim mail kutumu, özellikle yeni bir yazi daha gelmis mi diye dikkatle incelerken buluyorum kendimi. Bir ice dönük olarak her bir yazinin geldigini gördügümde mutlu oluyor, yazinin sonlarina dogru gelirken, bitmesin diye, scrollu tekrardan yukari kaydirip yeniden basliyorum okumaya; cünkü “mutlaka kacirdigim bir cümle vardir” diyorum, “bu kadar cabuk bitemez bu yazi” diyorum. Umarim bu konuyla ilgili söyleyeceklerinizin bitmesine daha cooook vardir… Bazen öyle cümleler var ki, iste ayni bugünkü gibi ( “Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor”), o kafamdaki düsüncelerin iste en yalin anlatilisi bu diye bagiriyor icimdeki ses ve icim inanilmaz mutlulukla doluyor o anlarda. Tesekürler & sevgiler!
Sevgili Seda,
Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim. Bu konuyla ilgili söyleyeceklerim daha var. Hem farkettiğin gibi konu konuyu açıyor. Hepsi de birbirine bağlanıyor. Bu arada biz de birbirimize bağlanıyoruz. Güzel bir süreç bu. O beğendiğin cümle (kıymet bilmek ile başlayan) bana değil, sevgili meslekdaşım ve dostum Petek Erim’in incisi.
Yorumunla beni yüreklendirdiğin için teşekkürler! Nice iyi yazıları beraber yazmaya…
Sevgiler,
Defne
Defne, peki öyle hissetmemek için, gardımızı almamak, taarruza geçmeye hazır beklememek için ne yapmalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Bu noktaları biraz daha açar mısın? Çok teşekkürler. Sevgiler.
Farketmek herşeyin başı. Gardını aldığını farkettiğin anlardan başlayabilirsin. Orada kendini yakalayıp, bir bırak yaa, sana bu insandan zarar gelmez diye düşünebilirsin. O anda merceğinden dünyaya baktığın “bu insan beni seviyor” gözlüğünü takabilirsin. En basitinden cevap vereceğine, gülümseyip başını öne eğebilir, ya da konuyu değiştirebilirsin. Aklıma bunlar geliyor, ben azından böyle yapıyorum. Çok yakın arkadaşımsa sarılıp, ben yine de seviyorum seni dediğim de oluyor. Çok tekrarlanıyor ve kalbin kırılıyorsa dürüstçe bunu da anlatabilirsin. “Βu tip sataşmalar beni çok yoruyor” diyebilirsin. Tepki vermemek bir süre sonra bir farklılık yaratıyor. İstersen bir süre dene bu teknikleri, sonra yine yazışalım.
Sevgiler,
Defne
Defne, çok teşekkürler. Dün akşam kojoyla tartışırken dediğin gibi yaptım. Cevap vermedim. Başımı öne eğip sustum. Oluşan sessizlik ortamı gevşetmeye yetti. Sonrasında daha sakin bir paylaşım ortamı oluştu. Farkında olmak anahtar, dediğin gibi. Fardındalık için biraz çaba gerekiyor sanırım. Kendimizi yakalayabilmek ve duygularımızı doğru anlamlandırmak önemli. Bu da yavaşlamayla olacak gibi geliyor bana. Bilmem öyle mi?
Kocaman sarılıyorum 🙂
Karsidakinin neden saldirgan oldugunu anlamaya calismak da ise yariyor.
Bulunan cevap sonunda zaten o kisiye karsi ofkelenmenizi aptalca kiliyor ve gard felan almaya gerek kalmiyor. Hatta daha ileri gidiyor burada isler karisiyor.
Aslinda en basta sizin gard alacak olan zihin yapinizi coktan anlamis olan ego golgesinde harcanmis kutsal zeka, size saldiriyor. Yani belkide sanirim.
doğru zamanda, tam yerinde anlatılar: 4-5 gündür her sabah senin yazını okuyarak, hem de yatakta telefonla(!) güne başlıyorum. açtığın, anlattığın, paylaştığın için müteşekkirim. burada anlatmam imkansız ama duymam gerekenler sanki birer ilahi ses gibi iniyor, her şeye rağmen!
devam et, n’olur 🙂
Sizin yorumlarınız ve satırların diğer ucundaki varlığınız da bana ilahi bir ilham veriyor. Yazmaya devam elbette! Teşekkür ederim.
Ben çok sevdiğim bir kitaptan ayrılınca onunla çok ama çok küçük bir noktadan bağlantılı, ama onunla karşılaştırmayacağım, tür olarak bambaşka bir kitap seçerim. Hem onu hatırlar hem de başka dünyalara kaçabilirim böylece! Naçizane tavsiyem, eğer daha önce okumadıysan, Ursula K Leguin’den “karanlığın sol eli”. Ki zaten her eve lazım, ilaç niyetine..
Tavsiyene uyup hemen Karanlığın Sol El’ini ediniyorum. Teşekkürler. ☺
bu yazdıkların çok ilginç. pek çok şey, mesela üzüntüye yer olmaması, mesela gözünden bi yaş gelicek gibi olması ama durmak. bir de, en çok, konuştuğumda bunun bir anlam ifade etmiyor gibi hissettirmesi. bir de okuldan sonra napıcamı bilememek.
Ben de gard alma kisminda degil ama bu ic sesi degistirme konusunda zorluk cekiyorum (biliyorsun). Bir sey oluyor, ilk tepkimi birakip farkli yorumluyorum, iki sey oluyor, hic yorumlamamaya calisiyorum, uc sey oluyor aldirmiyorum, ama sonra kesin, bir zayif animda uzgun animda iste bir animda…bir sey oluyor ve ben kendimi gene “kimse beni sevmiyor zaten” “kimse beni istemiyor” “kimse bana onem vermiyor” derken buluyorum ve bu her zaman, yillarin pratigi ile herhalde, diger seslerden baskin, digerlerinden cok daha inandirici geliyor.
Bu ve buna benzer seyler oldugunda (ki Istanbula donup de dunyam sasinca ben bunu da farkedip hafiften dus kirikligina ugramistim, sanmistimki benim kale arada boyle sapasaglam oldu, o kadar ugrastim falan, ama alakasi yokmus) farkediyorum dedigin gibi kalenin tadilatinin surdugunu. “Kalemiz bir omur boyu tadilatta kalacak.” super soylemissin Defne.
Denizetto,
Biz şimdi acayip ilginç teknikler öğreniyoruz bu iç ses ile igili. Gelince senin üzerinde bir ikisini denerim. Yorumların için çok teşekkürler!
Bekliyorum sekercim, bir an once gel! Sana da yazilarin icin tesekkurler 🙂
Def’cim, beni onore etmişsin. Çok mutlu oldum. Bak demek öğrenmişiz, laf ola cancaazlıklıklardan değil, içtenlikle takdiri öğrenmişiz. Yıllardır kimde neyi beğeniyorsam söylemeyi, yüzüne yüzüne adet edindim. İnsan konuşmayı yeniden öğreniyor böyle yapınca. Sen de ne çok yol gitmişsin. Beğeniyorum çok:)
Merhaba, Middlesex’i bir kaç hafta önce bitirdim. Sonlara doğru yazarın hedefinden vazgeçtiğini ve romanı bir şekilde bitirme arzusuna girdiğini düşündüm. Buna rağmen benim için her sayfası merak uyandıran bir okuma oldu. 1919 İzmir’inin bu kadar kanlı canlı anlatılması beni çok etkiledi.
Middlesex ne harika bir romandı..kuşaklararası aktarılan travmalar, özellikle de zorunlu göç travması insanın kendi içsel yolculuğunu da zorlaştırıyor. Kuşaktan kuşağa aktarilan bu travma kaygı ve huzursuzluk şeklinde tezahür ediyor ve insanın kendisini hayatı kontrol etmeye zorlamasına neden oluyor. Bu da insanın içine dönüp bakmasını güçleştiriyor..Middlesex bunu en şahane şekilde anlatmış hakikaten..
Ben şimdi bir de Audio CD olarak satın aldım, araba kullanırken, yolda yürürken, metroda filan da dinliyorum. Her bir satırını ince ince dokumuş üstat! İnsan hiç sıkılmıyor, keşif hiç bitmiyor. Bu arada bir sır vereyim size: 2016 Martında çıkacak olan yeni romanım Middlesex’den esinlenerek yazıldı!!!:)