Üzülmek Yasaktır!

Photo: Aisha Harley
Photo: Aisha Harley

The Trouble is You think You Have Time

-Jack Kornfield

 

Ve işte nihayet üzüntü hakkında bir şeyler yazmak üzere karşınıza geçtim.

Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilince çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedendeki hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve keder bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten dolayı onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar, şiirler düzmüyoruz. Daha basit bir şey üzüntü, daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alanı da pek bir dar zaten, diyoruz. Sanki.

Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Üzüntü belirir belirmez onu geçirmeye, yok etmeye “iyi”leştirmeye öyle odaklıyız ki kendisiyle doğru dürüst tanışamıyoruz bile. Daha çok aşina olduğumuz duygularımız var. Mesela endişe ve öfke. Bunlar üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz body-guard duygular bence.

Bir örnek vereyim:

İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzelerim ve oldum olası hazmedemediğim (sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun, demişti bir kez Zhander Hoca) beyaz pilavdan oluşan akşam yemeğim sonrasında mide kramplarıyla iki büklüm kıvranıyorum. Ağzımdan nefesler alıyorum, karnımı gevşetiyorum, ovalıyorum, yok hiç bir şey işe yaramıyor. Kramplar canımı alıyor. Öyle fenayım. Tek istediğim sırt üstü yatıp karnıma Digest Zen (sindirimi sağlayan mucizevi bir yağ karışımı) masajı yapmak. Ama gelin görün ki dışarıdayız. Sebzeleri, pilavı bir lokantada yemişiz, eve dönmek gerek.

Çoğunuz biliyorsunuzdur bizim Bey’in bacakları tutmuyor. MS hastalığı yüzünden tekerlekli sandalye ile hareket ediyor. O kramp arası onu arabaya, tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirdim. İnleye inleye eve sürdüm. Sonra yine tekerlekli sandalyeyi, arkasından bizim Bey’i arabadan çıkardım. Beraber bizim daireden içeri girdik. Kendimi hemen yatağa atacağım. Olmadı. Bey’in bir kaç başka şey için de bana ihtiyacı oldu. Tuvalete gitmesi, ayakkabılarını çıkarması filan gerekiyor ve normalde bütün bu işlerini benim yardımımla yapabiliyor. Her akşam yaptığım bu işler, o kramp anında birden gözümde müthiş büyüdü ve birden hiç beklemediğim bir üzüntü dalgasıyla sarsıldım. Gözlerim doldu. Onu orada bırakıp yatak odasına geçtim, yatağa uzandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Ben çocukluğumdan beri çok ağlarım. Severim de ağlamayı. Rahatlatır, hatta güçlendirir beni akıttığım göz yaşları. Sırt üstü yattığım yerde birazcık ağladım, sonra baktım yavaş yavaş tanıdık bir duygu beni sarmalamaya başlıyor. Kim o? Öfke tabii ki. “Niye buradayız Allah aşkına» diye soruyor tıslaya tıslaya «Dünyanın bu ücra köşesinde bize yardım edecek kimimiz kimsemiz yok? Ne işimiz var bizim burada?» İç ses değil kocakarı mübarek. Öyle söyleniyor!

O söylendikçe benim gözyaşlarım kuruyor ve hedef bulmuş öfkem (bizim Bey)  oklarını bilemeye başlıyor. Tuvaletten kalkıp yanıma geldiği an başlayacağım fırlatmaya. Sırf o rahat ediyor diye dünyann bu uzak köşesinde, ailelerimizin desteğinden mahrum yaşıyoruz. (yanlış ama o anda takan kim?) Hep onun yüzünden. Tuvaletten gelmesini bile beklemeyeceğim. Şimdi hemen odadan banyoya bağırabilirim. Dilimi iyice sivriltmiş suçlamayı odadan banyoya yollamak üzereyken, içimden bir ses, ses de diyemeyeceğim, bir el beni durdurdu.

«Bir dakika durur musun?” dedi yumuşak el/ses. «Sen biraz önce ağlıyordun hani. »

«Evet, ne olmuş?»

«Ne hissediyordun ağlarken?»

«Ağlıyordum çünkü burada herşeyi ben tek başıma yapmak zorundayım! Oysa… »

«Yok, yok, neden ağlıyordun demedim. Ne hissediyordun, diye sordum. Sebepleri düşünmeden önce, hangi duygu ile kendini yatağa atmıştın?»

«Ü-ü-üzgündüm.»

«Hımmm, peki şimdi? Öfkenin perdesini kenara çekecek olursak?»

«Halâ üzgünüm.»

«İzin verir misin?»

«Neye?»

«Üzüntüyü yaşamana, öfkeye, endişeye kaçmadan, üzüntüyü iyileştirmeye çalışmadan orada durmaya. Bir denemek ister misin?»

Bu benim için çok zor bir şey. Üzüntüye izin vermek. Bradshaw’ın Aile Kurallarını bir kısmınız duymuşsunuzdur belki. İleride bu konuda daha çok yazmak istiyorum. Şimdi kısaca ne olduğunu anlatayım: Hepimizin bilinçaltına ve davranışlarına sızmış bir takım aile kurallarımız var. Bir uzman tarafından mercek altına alınmadığımız takdirde kolay kolay kendi başımıza keşfedebileceğimiz kurallar değil bunlar. Bilincimizin altına, üstüne ince ince yerleşmiş kurallar. Kuşaklar boyunca ailemiz bu kuralları, değerleri ve inançları içselleştirmiş, dünyayı o kuralları merceğinden algılamaya şartlanmış ve kuralları farketmeden sonraki kuşaklara geçirmiş.

Bradshaw’a göre en güçlü aile kuralları insan olmak ve hayatın anlamı ile ilgili olarak ailemizden öğrendiğimiz değer yargıları.

Anlamlı bir hayat yaşamak için…

Gerisini siz nasıl dolduruyorsanız o sizin en temel aile kuralınızı belirliyor.

Anlamlı bir hayat yaşamak için insanlığa faydan dokunmalı

Anlamlı bir hayat yaşamak için kendi mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın

Anlamlı bir hayat yaşamak için başkalarının mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için bir aile kurmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için ülken için canını vermeye hazır olmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için çalışıp, ekmeğini kazanmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için ailenin ne pahasına olursa olsun korumalısın.

Bu en temel aile kuralı. Hepiniz kendi inançlarınıza bakarak aile kuralınızı bulabilirsiniz. (Yogada karma kırmak denen şey de işte bu kuşaklardır sorgulanmadan aktarılan aile kuralını keşfedip kendini ve sonraki kuşakları o kuraldan özgürleştirmek anlamına geliyor. Bu konuya da bir sonraki yazıda değinelim.)

Hayatın anlamına dair taşıdığımız temel kuralının yanısıra, o temel kuraldan çıkarak dallanıp budaklanan başka bir dolu aile kuralı var. İşte bazıları:

  • Aileyi «dışarıya» karşı küçük düşürecek durumları «dışarıdan» gizleyeceğiz. (Ensest, aldatma, iflas, homoseksüellik konularını asla –kendi aralarında bile- konuşmayan ailelerin kuralı)
  • Bütünün devamı, bireyin mutluluğunun üstündedir. (Bütün ıstıraba rağmen boşanmayan karı-kocaların kuralı)
  • Ailenin onuru bireyin  hayatından daha değerlidir. (Oğullarını kız kardeşlerini öldürmeye kandıran ailelerin kuralı)

Ve daha küçük kurallar:

  • Öfke sadece babanın hakkıdır. Çocukların ve annenin öfkelenmesi yasaktır.
  • Çocukların aile kararlarında söz hakkı yoktur.
  • Çocukların konuşma hakkı yoktur.

Ve bunların yansıra:

  • Ailemiz sınırları içinde  Üzülmek Yasaktır.

Kulağa saçma gelen bu son kural çoğumuzun ailesinde geçerli aslında. Bizim ailede bu kural hala geçerlidir mesela. Bilerek isteyerek yeniden üretmiyoruz kuralı, kendi ana-babamızdan takdir ve sevgi görmek için uyduğumuz, daha sonra da içselleştirip en sonunda kendi çocuklarımıza aktardığımız bir inanç/davranış kalıbı bu. Bunca bolluk ve saadetin içine doğmuş bir çocuğun hayatından şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya ve üzülmeye hakkı yoktur. Allah’ın gücüne gider. (çocukken en çok başıma bu gelecek diye korkardım.) Çocuklar özellikle, ama genelde herkes, aile sofrasında neşeli, konuşkan, «cıvıl cıvıl» olmalı, üzüntülerinden bir hamlede sıyrılmayı bilmelidirler.

Bu tip bir ailede büyüdüyseniz büyük olasılıkla üzüntü denen duygu belirdiği anda bir diğer duyguyu tetikliyordur: Suçluluk duygusu. Suçluluk duygusu, adı üstünde bir suçluyu gerektirir. Kendimizi suçluyorsak buradan endişe doğar.  Kendimizi suçlamıyorsak bir başka suçlu bulmamız icab eder. İlk hedefi bulduğumuz anda suçluluk duygusu kendini öfkeye bırakır. (Benim sırt üstü yatarkenki halim. )

Öfke ya da endişe, üzüntüyü kışkışlasın diye salıverdiğimiz nispeten kolay, anlaşılır, aşina olduğumuz duygulardır. Aile içinde yasaklanmamışsa kolaylıkla sizi yanlış yere yönlendirebilirler. Tuvalette oturan bizim Bey’in halini düşünün. Karın kramplarından mustarip karısı önce hıçkırıklara boğulup mekanı terk ediyor, iki dakika sonra yan odadan saldırıya başlıyor. Ortada fol yok yumurta yokken –bir de yanlış yere- suçlanıyor adam. Niye? Çünkü karısı üzüntüyü tanımadığı gibi orada duramıyor. Kaçması gerek üzüntüden. Çünkü onun kafasında üzülmek yasaktır.

Öfkemi ona yönlendirip (senin yüzünden ben böyle kötü hissediyorum kendimi) saldırınca ben üzüntüyü yaşamaktan kaytarmış olacağım o kesin. Ama bizim ilişkimize ne olacak? Çiftlerin başına çok gelen bir durum bu. Bizim aramızda bir çatlak oluşacak. Onarmazsak ve başka saldırılarla derinleştirirsek günü geldiğinde ilişkimizi çat diye ikiye ayıracak bir çatlağa sebebiyet verecek benim hedefini şaşırmış öfkem.

Ama yok, işte öyle olmadı bu sefer. Ki karma kırmak (bir sonraki yazımızın konusu) böyle bir şey. O ses/el konuşunca (yogayla uyanan bir kaynaktan uzanıyor o el) ben bir durdum. Durdum çünkü biliyorum. Devam ettiğim Transpersonel Psikoloji eğitiminde Bradshaw’un Aile Kuralları konusunu yeni işledik ve her birimiz kendi aile kuralımızı keşfettiğimiz egzersizler yaptık. Benimki «Βu ailede üzülmek yasaktır. Takdir ve sevgi istiyorsanız aile meclislerimize üzüntülerinizden arınarak geliniz. » çıktı.

Bu bilgiyi daha yeni öğrenmiş olduğum için durdum. Kendimi öfkeden çekip üzüntünün merkezine geri taşıdım. Ve orada ne oldu biliyor musunuz? Arka planda çalışan ama çok alıştığınız için artık sizi ne kadar rahatsız ettiğini unuttuğunuz bir makina birden susunca bir sessizlik, bir huzur yayılır, oh be dersiniz ya…Hah, işte aynı öyle oldu. Öfkeden güç alan ses susunca, üzüntünün ortasında yatan ben kendime acımadan, bir bilimkadını sesiyle durumu banyodaki Bey’e rapor ettim:

«Çok üzgünüm.»

***

Bu konu burada kalmaz, haklısınız. Karma kırmak, aile kuralları, üzüntüye izin vermek…Hepsi devam edecek. Yogadan sonraki ilk yazda bunların hepsine yer var. Yarın yine gelirim. Hoşçakalınız.

Üzülmek Yasaktır!’ için 16 yanıt

  1. sinemer 10/01/2013 / 11:50 pm

    O kadar süngüm düştü ki okumaya devam ettikçe. Çocukluğumdan yakın zamana kadar üzülmenin “yasak” olduğu ailemin içinde debelenirken yardım çığlıklarımı ve aslında doğal olarak ifade etmeye yanıp tutuştuğum üzüntülerime gem vurmam gerektiği devamlı söylendiğinden hep üzüntüm daha farklı, tuhaf ve kendime zarar veren şekillerde ifade buldu. Yoga hayatıma girdikten sonra bir cesaret yine ifade etme, ne ise olanı saklamaya uğraşmama ve paylaşma sevdasına girdim fakat karşımdaki ebeveynler hala aynılardı. “Üzgünüm, çünkü……” diye boşlukları doldurarak anlatıp, tarafsız bir şekilde beni dinleyerek üzüntümün ifade bulmasına izin vermeleri için olan o inatçı ümidimi kaybetmem de çok zaman almadı. Çünkü aldığım cevap hep aynıydı: “Üzülme.” Ben: “Ama üzülüyorum, olan anlatıyorum sana,” Annem: “Ama niye böyle hissediyorsun? neşeli, şen şakrak ol. Etrafında insan kalmaz.” Bu noktadan sonrası benim kopuşum ve akabinde konuşmayı terkettikten sonra içime çöken derin ve ağır boşluk olur. Hala üzülünce suçluluk hissetmeyi engelleyemiyorum çoğu zaman ve aileyle paylaşma konusunda da pes ettim. Malesef ki bu aramıza bir mesafe sokmuş ve engellenemez bir biçimde aslında ilişkimizi yüzeyselleştirmiş gibi hissediyorum. Keşke öyle olmasaydı…

  2. ayse 11/01/2013 / 12:00 am

    Tek kelime ile harika Defne cim..Senin bu ic konusmalarin bana cok zol gosterici oluyor, tesekkurler….

  3. guguk kuşu 11/01/2013 / 12:19 am

    Sevgili Defne Hanım, “Çoğunuz biliyorsunuzdur” ile başlayan cümlenizi ve devamını okuyunca üzüntünün ne demek olduğunu çok iyi anladım zaten. Eşinizin bu durumunu bilmeden okuduğum tüm postlarınızda hep imrenilecek bir hayatınız olduğunu düşündüm, elbette bu hayatı oluşturmaktaki sizin çabalarınızı gözardı etmeden. Zorlu bir hayatmış meyvelerin nedeni herzaman olduğu gibi. Dostlarımızla yaptığımız bir sohbette, dostum ön bahçeye de arka bahçeye de aynı kiraz ağacından diktik. Ancak ön bahçedeki kiraz ağacı daha küçük olmasına rağmen, boyuna bakmadan birsürü kiraz verirken arkadaki baya büyüdü ama meyve felan vermiyor dedi. Eşim “arka bahçeniz çimenlik olduğu için sürekli sulanıyor, oysa ön tarafı siz ihtiyaç ölçüsünde suluyorsunuz. ağaçlar böyledir fazla iyi şartlarda meyve vermezler dedi. Çok etkilenmiştim bu sohbetten. Sizde görmüş olduğum meyveleri artık daha bir saygıyla değerlendreceğim. Yalnızlık hakikaten zordur bilirim. Ama o yanlnızlık GERÇEK OLANI bulmamız için oluşturulmuş hayatsal bir arındırmadır ve işe yarar, tıpkı sizde olduğu gibi. Yürekten sevgiler.

  4. Anonim 11/01/2013 / 2:21 am

    Ben de 2 gün önce yatağımda kıvrılmış ağlarken kendime sadece üzüntüyü yaşama alanı yarattım, gerisi teferruattı… sonra dedim ki ruhumun yıkanması gerekiyordu iyi oldu 🙂
    Bir önceki yazını okurken, “zamanlama bu kadar olur, tam bana yazmış Defne” diye aklımdan geçiriyordum ki, sen bunu, bir sonraki cumlende söyledin.
    Sevgiler,
    Yıldız
    (sosyolog yogi)

  5. Anonim 11/01/2013 / 3:00 am

    Seni benimle tanıştıran Dr. Kemal Raşa’ ya seniz nezninde teşekkür etmek istiyorum.Bağımlı gibi sabah akşam Defne yazsada okusam.Neden bu gün yazmayacak mı?Hala gelmedi yazı.Yoksa uyuyormudur. Hadi Defne uyuyorsan uyan geç klavyenin başına dediğim bile oldu. Seninle tanışmak güzeldi…

  6. bendenvebizden 11/01/2013 / 5:43 am

    Çok aydınlatıcı bir yazı daha. Yüreğinize sağlık 🙂

  7. Ozgur turan 11/01/2013 / 7:36 am

    Bu kadar şeffaf ve içten olduğun için seni okumayı çok seviyorum Defne, iyi ki tanıdım bu blogu ve seni. Sevgiler.

  8. ayşenur 11/01/2013 / 9:00 am

    defne tam üzerinde çalıştığım ince ince baktığım yapılarıma engellerime tercüman oluyorsun ..tesadüf değil hiç bir tanışıklık..sevgilerimi yolluyorum..emeğine sağlık.

  9. perilievren 23/01/2013 / 8:55 am

    Öyle tozlanmış yerlere dokundu ki bu yazı… Önce geçenlerde kızımla ilgili yaşadığım birşeylere dokundu. Kısa süre önce o şeylerle ilgili bir yazı yazmıştım, yazdığım süre boyunca hep ağlayarak… http://guneslibirgun.wordpress.com/2013/01/10/dur/
    Şİmdi anlıyorum ki içinde bulunduğum ruh halinin sebebi benim yeterince üzülemememmiş belki de. ÇÜnkü ben üzülemiyorum, evet. Üzülemiyorum… Önceleri bunun sebebinin vakitsizlik olduğunu sanıyordum. Çünkü ne zaman böğüre böğüre ağlamak istesem ya Peri’yi çişe tutmam, ya Peri’yi doyurmam, ya yıkamam, ya uyutmam vb gerkiyor, erteliyorum. Eeee, böyle şeyler ertelenmez ki:))) dur şimdi vaktim yok, akşam kız uyuyunca üzüleyim diye birşey var mı? Zaten onun yanında ağlamak istemiyorum. Bunu istemememin sebebi bana öyle öğretilmiş olmasıymış, bunu da artık görebiliyorum. Neden onun yanında ağlamamalıyım? Anne olmak mütemadiyen sırıtkan bir suratla dolaşmak mı demek? Annem bizim yanımızda hiç ağlamazdı. Ergenlik çağındayken onun ağladığını ilk kez gördüğümde ne kadar şaşırdığımı anlatmama gerek var mı?
    Sonuçta öfkeliyim. O yemek yemediğinde, koltuğun tepesinde zıpladığında, ısrarla uyumadığında öfkeliyim. Herşey onun yüzünden. İşimi onun yüzünden bıraktım. Belim onun yüzünden ağrıyor. Başım onun yüzünden ağrıyor. Onun yüzünden umutsuz ev kadınına bağladım. Onun yüzünden onun yüzünden… Zavallı çocuk nelere sebep olduğunu bilse:)))
    Yazını okumaya devam ettikçe başka yerlere de dokundu. Orta okul yıllarıma gittim. İstanbulun en özel, en güzel okullarından birinde yatılı öğrenciydim. Dİğer kızların aksine aşk romanları değil de Bilim Teknik falan okuduğumdan mıdır nedir, bir ara hiç arkadaşım yoktu. Diğerleri bana “uzaylı” diye isim takmışlardı, dalga geçerlerdi benle. Çok üzülürdüm. Geceleri yatakanede ışıklar sönünce sessizce ağlardım – ama sessizce… Kİmse duymamalı. Bİr hafta sonu eve gelince anneme bunu anlattım. Bana dedi ki: “Kızım, bak en iyi okulda okuyorsun, seni seven bir ailen var. daha ne istiyorsun?” Sustum tabi – içimde onarılmaz bir hayal kırıklığıyla.
    Ben bir ay önce yogaya başladım:) Kendime hayat boyu sürecek bir yeniyıl hediyesi verdim. Öğrenciyken birkaç ders devam etmiştim ama niye bilmiyorum sürdüremedim. Zamanı değildi belki. Blogunu keşke daha önce keşvetseydim:) Okumaya sondan başladım. Kİtabımı, diğer şeyleri bir kenara koydum, her akşam çayımı alıp düzenli olarak senin yazdıklarını okuyorum.
    Teşekkür ederim:)

  10. peacefulmarvin 25/01/2013 / 12:34 pm

    Bizim ailede üzülmek yasak mı değil mi bilmem ama, sanırım herkes üzüntüsünü kendi başına yaşama eğiliminde oldu hep. Üzüntüsünü dışarı vurursa, diğer aile bireylerinden birini (ya da hepsini) bu üzüntüye ortak edecek, onların da üzülmesine sebep olacaktır çünkü. Ben daha çok annemi üzmekten çekinmişimdir mesela. En ufak bir üzüntümde, ağlamışsam mesela, hemen farkeder ve sorar, ben de geçiştiririm, yok bir şey diyerek. Bir başka nedense, üzüntümün sebebini küçümseyecek, ciddiye almayacak olmaları. Böyle bir şey yok belki de, hatta ben de tam anlamıyla ihtimal vermesem de, içten içe böyle bir duyguyu da taşıyor olabilirim. Zaten böyle durumlarda hemen “üzülme, geçer, zamanla geçer” gibi tesellilerle avutmaya çalışır karşıdaki kişi. Belki de bu “üzülme!” tesellisi ciddiye alınmama hissini doğuruyor içten içe.
    İşte bunlardan dolayı, ailemle yaşadığım dönemlerde, üzüntümü tam yaşayamadığımı, bastırdığımı sanıyorum. Ve böylece üzüntünün peşinden hangi duyguların geleceğini de keşfetmek zorlaşıyor. Yani üzülme süreci hep kesintiye uğruyordu.
    Ama yalnız yaşamaya başladıktan sonra bunu çok daha iyi anladım. Bu kez üzüntüden ve verdiği sıkıntıdan kaçmak için başka, çok yeni tepkiler verdiğimi farkettim. Acaba bu daha önce yaşadıklarımla kıyaslanamaz bir şiddette de ondan mı dedim önce. Ama bu tamamiyle yalnız kalmam ve beni avutacak ya da yargılayacak kimse olmamasındandı. Yani şiş gözlerimi görüp de “ağladın mı sen?” diyecek kimse olmayınca doya doya ağlayabildiğimi farkettim. Üzüntünün peşinden öfke, kızgınlık, nefret, acıma, utanma, suçluluk gibi daha bir çok duygunun geldiğini gördüm. Bunları yaşarken kimseye açıklama yapmak ya da utanmak zorunda değildim. Ve bunların çoğunu da dalgalar halinde, önce başkalarına, sonra kendime, sonra tekrar başkalarına yönlendirdiğimi farkettim. Ama en önemlisi, doyasıya yaşadım.
    Bu saydığım duygular o kadar güçlü ki, eğer izin verirsem üzüntü aralarında kaynayıp gidiyor gerçekten. İşime de geliyor, çünkü üzüntünün fiziksel acıyla kıyaslanacak bir etkisi de var, bu acıdan kurtulmak için de diğer duygulara sarılıyoruz sanırım. Çünkü insan onunla kaldığında ya birbiri ardından gelen düşünceleri silmek için beynini uyuşturmak, hissizleşmek, ya da diğer yıkıcı duygulara yönelip suçu başka bir şeye/kimseye yüklemek istiyor.

    • sumandef 30/01/2013 / 11:55 am

      Senin ailende de üzülmek yasakmış besbelli!
      Çok güzel ifade etmişsin, üzüntü ile yeniden tanışma sürecini.
      Teşekkür ederim!
      Defne

  11. Anonim 11/05/2014 / 2:15 pm

    aynı anda birden çok şeye üzülmek ile(birbiriyle alakasız) sadece birşeye üzülmek arasında bir yazı yazar mısınız?

    • kalemtıraş 19/05/2014 / 6:33 pm

      Üzüntü aslında tek başına bir duygu. Kayıplar karşısında ortaya çıkıyor. Birden fazla kayıp olabilir hayatta. Ya da tek bir ve çok büyük bir kayıp olabilir. Her seferinde beyinde aynı nöronlar ateşleniyor, üzüntü, hüzün ya da keder ortaya çıkıyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s