Ağır Blog

Photo: Aisha Harley
Photo: Aisha Harley

Doesn’t everthing die at  last , and too soon?

Tell me , what is it  you plan to do

with your one wild and precious life? *

-MARY OLIVER

“THE SUMMER DAY “

Aramızdan ayrılanlara…

Bugün öğlen Portland’da yaşayan teyzemle buluşmak üzere Ken’s Bakery’ye gittim. Ken’s Bakery Portland’ın Nişantaşı diye adlandırdığımız 23. Caddede yer alıyor. Her sabah koca somun ekmekler, çıtır çıtır kruvasanlar, ekler, makarun filan yapan hafif Fransızımsı bir fırın. Çok popüler bir yer. Öğle saatlerinde çorba, salata, sandviç de çıktığı için iğne atsan yere düşmüyor.

Teyzem doğma büyüme Nişantaşı kızı olduğu için bu mahallede yaşıyor, Portland’lıların aksine her yere ya yürüyerek ya da otobüsle gidiyor. Kahvesini eline alıp Ken’s Bakery’nin önündeki kaldırımda sigara içiyor.

Yarım saat erken gelmişim. Boş bir masa bulunca hemen atladım, kaptım, oturdum. Bir kahve ısmarladım. Teyzem gelene kadar kitap okur, belki de Middlesex’im ile bu kahve masasında vedalaşırım diye düşündüm. Çantamın derinliklerinde kindle’ımı aranırken, elime bir başka kitap geldi.  Broken Open: How Difficult Times Help Us Grow. Transpersonel Psikoloji eğitimizin okuma listesinden bir kitap. Yazarı Elizabeth Lesser. Kütüphaneden almıştım, bugün geri götürme günü diye sabah çantama atmışım. Eğitim için okumamız icap eden ilk bölümden sonrasına bir türlü bakmaya fırsat olmadı. Kitap çalışma masamın köşesinden bana  haftalarca baktı. Ben, biliyorsunzu ona değil Middlesex’e uzandım. Böyle böyle, sonunda teslim günü geldi çattı.

Elime gelmişken, bir bölüm daha okuyayım bari dedim. Aradan bir sayfa açtım. The Hundredth Name (Yüzüncü İsim) diye bir bölüm açıldı. Ölümden bahseden bir bölümdü. Daha ilk sayfanın sonuna gelmeden gözlerim dolmaya başladı. Babamı kaybetmemizin üzerinde  henüz sadece bir kaç ay geçtiği  için ölüm hakkında birşeyler okuyunca hemen  gözlerim doluyor.  Ama bölüm ölümden çok ölümü unutarak yaşadığımız hayatlarla ilgiliydi. Tam ben de eşimin geçen blogda bahsettiğim  hastalığının benim hayatımı ne kadar zenginleştirip, derinleştirdiğini yazmayı planlarken karşıma çıkan bir paragrafla irkildim. Lesser, Parkinson hastası arkadaşı Bruce Talbot’da alıntı yapmıştı. Talbot şöyle diyordu:

“Şunu bir kere anlayalım: Hasta ve sağlıklı insanlar aynıdır. Her birimiz için nihayetinde aynı kurgu geçerlidir. Doğduk, yaşıyoruz ve öleceğiz. Kronik hastalığı olan bizim gibi insanların, sağlıklı insanlara kıyasla bir avantajı var. Bu berbat hastalığın ağırlığını ya da başka  hastaların yaşadıklaırı zor koşullarını hafifletmek  gibi bir niyetim yok ama kronik bir hastalıktan mustarip benim gibi insanlar için bu kurgu daha sade ve (söylesem mi?) kimi önemli durumlarda daha kolay bile olabilir. Bizim avantajımız hayatın çarklarının zaten bir kaç önemli diş öne atmış olmasından geliyor. Günler hızla kum saatinden akıp gidiyorlar. Biz bu gerçeği can verici bir netlikle görme şansına sahibiz.”*

Sevdiğiniz bir insan kronik bir hastalıktan mustarip olunca onunla geçen her dakika değerli bir şey haline geliyor. Neden? Hasta insan ölüme sağlıklı olandan daha mı yakın? Gerçeğin hiç de olmadığını bize öğreten yüzlerce örnek sunuyor hayat önümüze. Buyurun işte turp gibi sağlıklı babam, geçirdiği bir buhranı atlatamayıp kafasına dayadığı tetiği çekti. Onu kaybedene kadar ölümün bu kadar yakınımızda dolaştığını tahmin eder miydim? Onunla geçirdiğim zamanların inci gibi, zümrüt gibi nadir bulunan bir taş değerinde olduğunu bildim mi? Bilmedim, nasıl olsa bir gün takarım diye çekmecenin dibine attığım yeşim taşlarına davrandığım gibi umarsız ve savrukça yaklaştım beraber geçirebileceğimiz zamanlara.

Şimdi eşimle geçirdiğim zamanların üzerine titriyorum. Bol bol kahkaha atıyoruz. Üzüntüyü öfkeye çevirmemeye gayret ediyorum. Ivır zıvırı için endişelenip söylenmemeye gayret ediyorum. Bu ilişki sevdiğim her insanla ve en çok da kendimle kurduğum ilişkiye ayna tutuyor. Çünkü kurgu hepimiz için aynı. Doğduk, yaşıyoruz, öleceğiz. Kaybedecek vakit yok.

Ama bu kurgu içinde üzüntünün de bir yeri var. Kayıplar karşısında verdiğimiz doğal bir tepki üzülmek. Sadece kendi üzüntümüzü değil, çoğunlukla atalarımızın kayıplarının yaşanmamış, bastırılmış, kaytarılmış üzüntülerini de taşıyoruz. Bugün teyzemle buluşmamızın amacı psikoloji ödevim için yazdığım otobiyografim için bilgi toplamaktı. 20. Yüzyıl başında bizim oralarda doğmuş bir çok insan gibi benim büyükbabalarım, büyükannelerim de zor günler geçirmişler. Makedonya’daki topraklarından sürüldükten sonra yerleştikleri Selanik’de daha bir kuşak bile yetiştiremeden trenlere doldurulup İstanbul’a yollanmışlar. Kıyafetlerini bile toplamadan, kapılarını bile kilitlemeden…Kedilerini komşularına teslim ederken, yakında döneceğiz, bizi merak etmeyin diyerek…Kapısını açık bıraktıkları evlerine bir daha hiç dönmeden, bir başka ailenin apar topar terk etmek zorunda kaldığı başka bir eve yerleştirilmişler. Başınıza böyle bir şey geldiğini hayal edebiliyor musunuz?

Bu insanların torunu benim annem ve teyzem. Bu insanların evlerinin, komşularının, topraklarının, hayatlarının, lisanlarının kaybı benim üzüntüm. Aynı kurgu, çok daha kederlisi belki, daha koyu acı ile sıvanmış olanı büyük ihtimal, sizin büyükleriniz tarafından yaşanmış. Onların hayat mücadelesi sırasında savuşturdukları acıları, karnımız tok, sırtımız pek doğduğumuz hayatlarımızda bizim üzüntümüz olarak bize miras kalıyor. Bunların üzerine kendi hayatlarımızın üzüntüleri var. Bizim kayıplarımız. Ölenlerimiz, hastalarımız, kendi kayıplarımız…

Üzülmek yasak değil, insan evladının en doğal hakkıdır. Acının üzüntü tünelinden geçip süzülmesi insanlık için en hayırlısı süreçtir. Öfkeye, intikama, kine dönüşmeden, üzüntüden süzülmesi…

Beni doktoradan vazgeçiren kilit cümleyi eden sevgili dostum Dicle, tarihin ve insanlığın acısı ile ne yapacağını bilemediği için kendini bir sabah Boğaz köprüsünden attı. Üzülmek onun kafasında da yasak bir şey miydi? Hiç bilemedik. Aile kurallarını, üzülmeyi kendimize yasak etmiş olduğumuzu bilmiyorduk o zamanlarda. Hiç konuşmadık.

Romanlardan konuştuk onun yerine. Bizim bir koca doktora, master tezleri boyunca ıkınıp da akademik dünyaya kattığımız – o da belki- bir tanecik fikri, bir tanecik teoriyi tek bir paragrafta söyleyiveren romancılardan konuştuk. Hayranlıkla, gıptayla, iştahla…

“Söyleyeceklerini romanlar aracılığı ile söyleyebileceksen, hiç girme doktora işine. Otur romanını yaz!» demişti Dicle bana, UCLA’e doktoraya gitsem mi gitmesem mi diye kıvrandığım o Tayland öncesi yaz günlerinin birinde bana.

Ama ben size Tayland’dan önceki değil, sonraki yazı yazacaktım değil mi? Bakın, üzüntüyü yaşamaya izin verdikçe kendime, üzüntü bir ağırlık değil, bir hafiflik olarak yayılıyor içime. İki gün önce liseden bir dostumuzu lösemiye kaybetmiş olduğumuzu öğrendik. Dünyanın dört bir yanına dağılmış bütün sınıfımız her bir anda yasa girdik. Hepimizin gözünün önünde bir anda bir pencere açıldı. Değerli olan şeyleri hatırladık o pencereden bakarken. Çocuk olduk yeniden. Günlük hayatlara teslim olsak da özümüzde hep aynı kaldığımızı gördük oradan bakarken. Özümüzün sevgiden yoğrulmuş olduğunu.

Kimse üzüntüsünden kaçmaya çalışmadı. Kimse üzüntüyü öfkeye, endişeye dönüştürmeye, ne yapalım hayat devam ediyor hadi, kalanlarımız sağ olsun demedi. Kimse suçlu aramadı. Kimse üzüntüsüne müdahale etmedi. Cenazeye gidemedik ama ben o sabah Facebook üzerinden tuttuğumuz yası okurken, kendimi bizim okulun avlusunda, lacivert hırka ve ceketli omuzlarımızı birbirimize yaslamış, gözlerimiz kapalı, sessizce dururken gördüm.

Babam öldüğünde sevgili Petek Hoca bana en anlamlı gelen mesajı yazmıştı:

«Acını acı çekmeden yaşamanı diliyorum.»

İşte size üzüntüye izin vermek konusunda biraz daha yazmayı planladığım bu soğuk, güneşli yeni ay gününde, sırf kütüphaneye götürmeden önce bir göz atayım bari diye açtığım kitabın Yüzüncü İsim adlı bölümüyle karşılaşınca, ister istemez gülümsedim sevgili okularım. Yine ilahi bir el araya girdi galiba.

Lesser’in lösemiye kaybettiği arkadaşı Ellen’in (evet bir de böyle bir raslantı vardı!) ölümünü anlattığı bölüm şöyle bitiyor:

“Kuran’da Allah’ın doksandokuz ismi vardır. Son isim, Allah’ın Yüzüncü İsmi, gizlidir. Tasavvuf geleneğinde de tesbihlerin bir boncuğu eksiktir hep.  Eksik boncuk Allah’ın gizemini temsil eder. Derler ki Tanrı’nın gerçek ismi, bizim de gerçek ismimizdir -son nefesimizi verirken keşfedeceğimiz. Ellen son nefesini verdiğinde benim ölümlü zihnimde kısa süreliğine bir pencere açıldı. Orada ölümle yaşam arasındaki çizgide dururken, öte alemlerin Yüzüncü İsmi kulağıma fısıldadıklarını duyar gibi oldum. Emin oluncaya kadar pencere kapandı ve ben yaşama döndüm. Şimdi, arada sırada, özellikle Ellen’in son anlarını düşünürken, o pencere bir gıdım açılıyor ve ben İsmi duyuyorum.” *

***

Yoga’dan Sonraki Yaz’a yaklaşıyoruz ve aile karmasını kırmaya…Az bir sabredin. Bakın içe döne döne nerelere geldik! Hepinize sevgiler!

Defne

Elizabeth Lesser, Broken Open: How Difficult Times Can Help Us to Grow. Villard Books Trade Paperback Edition, 2005  sf. 197.

*En nihayetinde ve çok yakında herşey ölecek değil mi?

Söyle bana, bu deli ve kıymetli yaşam için,

Senin planın nedir?

Ağır Blog’ için 3 yanıt

  1. proxidox 11/01/2013 / 10:44 pm

    Ben de annemi kaybettiğimde bana yazdıklarını hiç unutmam Def’cim, “yasını tut, siyahlar giy, eşinle dostunla olmak, sosyalleşmek için kendini zorlama” demiştin. Tam da yapmak istediklerim bunlardı, nasıl bu kadar iyi anlayabildiğine hayret etmiştim. Seninle apayrı coğrafyalardan sürüp giden bağımızı ve desteğimizi ne çok seviyorum! Benim de kökler Selanik’ten, acaba ordan bir alakası var mıdır diye arada düşünüyorum. Makedonya Balkanlar…o toprakların insanları nerden geldikerini bilmeseler bile birbirlerini derinden tanırlar, severler demişti bir arkadaşım, bir zamanlar. Aklımda kalmış. Galiba öyle bir şey.

  2. Petek Erim 11/01/2013 / 10:56 pm

    yıllar önce (her ne sebeptense) proxidox ismiyle bir hesap açmışım, arada otomatik ordan sign in ediyor. Kafa karıştırmasın its me demek istedim 🙂

  3. Deniz 12/01/2013 / 12:59 am

    Ben once annemle, sonra diger sevdiklerimle gecirdigim zamanlar hakkinda daha dikkatli olmaya babam oldukten sonra daha bir basladim galiba. En azindan annemin durumunda kesinlikle oyle, vakit gecirirken artik son derece akut bir sekilde bilincideyim, bir gun, babam gibi, eger bir sey olur da ben onceden olmezsem, ki o da olabilir, onun da gittiginin haberi gelecek. Yasin etkisi herhalde biraz. Her bir olum, her bir (zamani yok ama) zamansiz olum, daha da kaziyor mesaji, kaybedecek vakit yok. Sanirim o ironili, taslamali, laf sokmali konusmalara, gereksiz hir gurlere dayanamamin sebebi bu benim…vakit kaybi…

    (Istanbulun tarihsel olarak balkanlarla iliskisinin altini cizerek benim de anneannemlerin balkan savaslarinda kavala’dan goc etmek durumunda kaldiklarini da ekleyeyim :))

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s