
«Tek başına geçirilen vakitler bazı insanlar için aldıkları nefes kadar önemlidir» diyor Susan Cain.
Bütün yoga disiplinlerinde nefes demek can demektir. Beden vasıtası ile yaptığımız bütün yoga sistemlerinde amaç, cansız bölgelere o canı akıtmak ve muntazam akışı korumaktır. Can sadece iç organlara değil, ruha da gereken bir besindir. Yoga yoluyla sadece bedeni değil, ruhumuzu da canımızla besleriz. Bedene ve ruha canı taşıyan araç nefestir. Malumunuz olduğu üzere, nefesin bittiği yerde can da bedenden çıkıp gidecektir.
Nefes bedenin her bir köşesine akmayı öğrenirken, sadece fiziksel duruş alışkanlıklarımızı değil, zihinsel/duygusal davranış kalıplarımızı da «hizaya» getirmeye başlar. Yoga yapa yapa daha dik oturmayı, başın ağırlığını (omuzlarda taşımak yerine) karın merkezi ile dengelemeyi, karın boşluğundaki sıkışıkları gevşetere iç organları canlandırmayı, diyaframı tam kapasite kullanarak ciğerlerimizi temizlemeyi öğreniyoruz. Bütün bunlar olurken hayatımızı ve ilişkilerimizi kısıtlayan davranış kalıpları ve işlevlerini yitirmiş değer yargılarımız (aile kuralları ile bağlantılı) da, duruş bozukluklarımız gibi erimeye ve yerlerini taze başka davranış ve inanışlara bırakmaya başlıyorlar.
Bütün bu dönüşüm ancak kontrolü bıraktığınız anda oluyor. Kendi dönüşümümden kendim sorumlu olmak istiyorum derseniz, eski kalıpları sadece «upgrade» etmiş oluyorsunuz. Kontrolü bırakmak, teslim olmak ne demek? Neyin kontrolünü bırakmak? Ben bir şey mi kontrol ediyordum ki?
Yogadan sonraki ilk yaz pılımı, pırtımı toplayıp Tayland’a temelli yerleşmek üzere Türkiye’ye döndüğümde ben çok değiştiğimden çok emindim. Sadece fiziksel olarak değil, kişiliğim de değişmişti sanki. Yoga sayesinde içe dönük tabiatıma kavuşmuş olduğumdan mutluydum. Yalnız, yeni bir dine geçen «dönme»ler gibi ben de yeni hayatımın prensiplerini hayata geçirirken işi abartmıştım. Bunu o sırada farketmedim. Her sabah kapılı kapılar ardında 2 saat yoga yapıp, sonrasında da bir saat (hala kapalı kapılar ardında) yemeden, içmeden, konuşmadan oturunca, nihayet kahvaltı sofrasına teşrif ettiğimde kafam dumanlı, gözlerim bir boş bakıyordu. Annem endişe ile durumu farketti. Pek durgundum. Telaşlandı. Onu durgun değil, huzurlu olduğuma ikna edemedim.
İkna edemedim çünkü huzurlu değildim. Bütün içe dönmelerim, saatlerce odaya kapanmaların bir ritüeldi aslında. Üstelik oradan burada okuyup da bir araya getirdiğim yanlış asana/pranayama tekniklerini uygulamaktan sinirlerim de laçkaydı. Ama mertliğe bok sürmemek için kendimi huzurlu olarak sunmam gerekiyordu. Yoganın beni mutlu kıldığına, sorunun çevremde, sorunun onlarda olduğuna bir şekilde ikna etmem gerekiyordu onları.
Ben de kavga ettim.
Zaten yogaya –ya da kendini keşif sürecini getiren herhangi bir yola- başlayan pek çok genç insan gibi, ben de oklarımı aileme saplamak üzere çoktan bilemiştim. Hayatımdaki mutsuzluklardan, komplekslerimden, başarısız ilişkilerimden, hepsinden, hepsinden onlar sorumluydu. Beni yeterince takdir etmemiş, beğenmemiş, cesaretlendirmemişlerdi. Ben aslında neler olabilirdim de, annemi babamı memnun etme pahasına vazgeçmiştim. Dışa dönük, neşeli, fıkır fıkır bir karakterin onların gözünde daha sevilesi bir çocuk olduğuna karar vermiş ve içe dönük tabiatımı beğenmeyecekler diye onlardan saklamıştım.
Daha neler neler!
Sabahları hayalet gibi nihayet odamdan çıkıp kahvaltı sofrasında sevinç içinde beni bekleyen annemin karşısına geçtiğimde huzurlu muydum? Annem mutfağa koşup bana mis gibi taze kahve, kabukları soyulmuş domatesler, simitler hazılarken ne yapıyordum? Yemek masasının karşısına düşen 8. kat penceremizden Zincirlikyu mezarlığına bakıyordum boş boş.
Canım anneciğim tatlı tatlı benimle sohbet etmeye çalıştığında, biraz sessiz olmasını istiyordum. Henüz «dünyevi ilişkilere» hazır değildim. Çok sonra yoganın insana öyle kafası dumanlı, duygusal haller değil aksine telaştan ve endişeden arınmış neşeli bir ruh hali hediye ettiğini öğrenecektim. O yaz değil ama çok sonra. O yaz sinirlerim –bir ihtimal yanlış yanlış yaptığım pranayamalardan- alt üst vaziyette annemlerle kavga ederek geçti.
28 yaşında yeniden ergenliğe adım atmıştım.
Annem her zamanki gibi yine benim iç dünyamda ne olup bittiğini benden iyi bilmişti. Huzurlu muzurlu değil, düpedüz bunalımdaydım. Üstelik Bradshaw’un işlevsiz aile kuralları teorisini öğrenmeme daha on yıl vardı ama aile karmasını kırmak denen şeyi duymuş ve Türkiye’ye annemin evine bir misyon ile dönmüştüm. Ailemizi kurtaracaktım. Neden? Bilmiyorum. Ailede bir kişinin yogaya başlaması bütün aileyi dönüştürmüş. Bunu da duymuştum. Kendimi kurtarıcı gibi görüyordum. Kesinlikle onlardan daha iyiydim. Her zamanki ukalalığım iki misline çıkmış, dört başlı canavar gibi önüne geleni yargılıyor, değerli ilişkileri yağmalıyordu.
O yaz bana nasıl tahammül ettiler bilmiyorum.
Aradan geçen yıllar içinde içe dönmenin insanları ret etmek anlamına gelmediğini de öğrendim. Evet, Susan Cain’in de söylediği gibi, içe dönüklerin her gün bir kaç saat tek başına vakit geçirmeleri enerjilerini şarj etmeleri açısından çok önemli. Bizim bir süre boşlukta kalmamız gerekiyor. Ve bu boşluk –sevgili içe dönükler buraya dikkat edin, neden hala yorgun olduğunuzu açıklayabilir bu bölüm- zihnin birden fazla at koşturduğu durumlarda yaşanmıyor. Yani diyelim tek başına kalmak üzere odanıza kapandınız, ya da bir kafeye gittiniz. Bilgisayarı açtınız, emailllerinize, Facebook’a ve internetin diğer harikalarına daldınız. Aaa sonra bir baktınız tek başınalık süreniz doluvermiş, bir sonraki randevuya gitmeniz gerekiyor. Ve ne oluyor? İstemiyorsunuz o randevuya gitmek? Niye? Hala yorgunsunuz. Hala yalnız kalmak istiyorsunuz. Niye? Çünkü yalnız kalacağınıza, iletişimi sürdürdünüz ve şarj olamadınız.
Tek başınalığın bizi şarj edebilmesi için dış dünyadan bir süreliğine kopmak şart. Yoksa şarj olmuyoruz. Bir saat güzel bir kitap okumak, doğada yürüyüş, deniz kenarında yürüyüş, sırt üstü yatıp müzik dinlemek, yazı yazmak…Bunlar içe dönükleri şarj eden şeyler.
Ancak içe dönüklük asosyallik anlamına gelmiyor. Evet, içe dönükler koca bir grup halinde buluşmalardan çok iki üç kişilik arkadaş toplantılarını tercih ediyorlar. Uzun bir masada oturan yirmi kişi ile geyik yapmak, iki- üç kiş ile derin sohbetlere girmekten çok daha zor bir şey, orası doğru. Havadan sudan muhabbetlerle geçen bütün bir pazar gününü bir rahatlama değil, stres kaynağı olarak da görebilirler. Ama her halükarda içe dönük tabiata sahip olmak, asosyal olmayı gerektirmiyor. Bunalımlı olmak ise hiç değil. Günlük tek başınalık dozunu almış içe dönükler arkadaş toplantılarının bir numaralı yıldızı olabilirler. Onların dingin, sakin, enerjileri diğer insanlarca özlenen ve aranan bir şeydir aslında. Siz de bilirsiniz.
İçe döndüğümüz zaman enerji depoluyoruz. Modern dünyada gündelik hayat enerjimizi sürekli emen, yutan bir şey. İş hayatı, trafik, az zamana çok şeyler sığdırma gayreti, parasal dertler, medya, diziler ve sonsuz sosyalleşmeler her gün canımızdan biraz çalıyor. Canı yeniden üretmek için içe dönük-dışa dönük herkesin birazcık sessiz, hareketsiz, tepkisiz durmaya, ya da yavaşlamaya ihtiyacı var.
Ailede yogaya başlayan bir kişinin bütün aileyi dönüştürdüğü ise bir gerçek. Ama bu dönüşüm yoga insanın kendini kurtarıcı ilan etmesi ile olan bir şey değil. Sahici dönüşümlerin hiç biri zorlayarak, birilerini taklit ederek ya da içi boş ritüelleri tekrarlayarak olmuyor. Dönüşüm teslimiyetle geliyor. İnsanın kendini, diğerlerini ve durumları kontrol etme arzusunu terbiye etmesiyle oluyor.
Bradshaw’un teorisinde geçen işlevsiz aile kuralları, sadece bizi değil, kendi anne babalarımızı da kısıtlayan kurallar. Bu kuralları bize –bilmeden farketmeden-onlar geçirmiş de olsalar, o kurallara –bilmeden farketmeden- uyarak onları BİZ yeniden üretiyoruz. Kuralı fark edip de beklenen tepkiyi vermediğimiz gün sadece biz değil, bütün aile dönüşüyor. Kural sadece bizim mikro hayatımızda değil, bütün bir soy boyunca çözülüveriyor.
Ve o kural çözülürken aile fertleri birbirlerine yaklaşıyorlar. Hafifliyorlar. Hele ki kendi kurallarından gülerek söz ettikleri anlarda samimiyetlerin en tatlısı yakalanıyor. Kavga hiç kimseyi dönüştürmüyor. Dünyaya «bu insanlar beni seviyor» gözlüğü ile bakmak ise bütün dönüşümlerin başını çekiyor….
ben de son zamanlarda iyice karmakarışık oldum, niye böyle oldum diyordum, meğer şarj olamıyormuşum… çok beğendim yazıyı hocam, ellerin dert görmesin inşallaaah:)
:)) Çok eğlenceli olmuş bu yazı Def. Hakikaten.. Kendim de tüm o hallerden geçtiğim için biliyorum ne çekilmez ve aslında tamamen şuursuz bir halde olunduğunu. Aynı dediğin gibi ‘iyi tahammül etmişler”:)) bana da:) Ne uzun bir yol Yoga…yine bunu hatırladım. Ayrıca her yazında olduğu gibi çok bilgi var-değerli işe yarar bilgi. Okumak harika oluyor. thnx
Bütün gün dışarıda olduğumda çok yoruluyorum, fiziken değil ruhen. Çevremdeki herkesin harıl harıl çalışıp benim kadar sızlanmadığını görünce şaşırıyordum. Galiba içe dönük bir insanım, bunu farkettim yazınızla, tek olmamam beni rahatlattı. Teşekkürler…
bu yazı , bahsi geçen ‘semptomları’ taşıyan kişileri çok güzel ve net bir dille anlatıyor, ben de çok etkilendim. Yüreğine kalemine sağlık..Sevgiler.
Bu yaziyi anneme gonderecegim birazdan.
Sogukanli, pek bi bilmis, biraz ukala bi kadin olsaydi ” ne o blog mu yazmaya basladin” derdi.
Ama oyle biri olmadigi icin okudukca heyecanlanacak, benim icin bir suredir endiseli oldugu icin rahatlayip sevinecek ve telasla arayip “aaaaaa kizim ayni senin gibi” diyecek.
Tesekkur etmek istiyorum bu yazi icin. Hem de cok.
(ne yazikki yoga bu ayniligin icinde henuz yok. Sabirsizlikla bekleniyor)