Bir İçe Dönüş Hikayesi-1

Keçinin Rüyası
Foto: Sertaç Ergin
Tasarım: Thinker Belles

İşte yine ben. Kalabalık bir kafede, kulaklıklarımın arkasına saklanmış, dünyada benden ve siz sevgili okurlardan başka kimse yokmuş gibi davranıyorum. Telefon ve karşımda oturan bizim Bey sessize alındı. Ha, bir de Bob Dylan eşlik ediyor bize. North Country Blues adlı, on beş yaşımdan beri yüreğimi dağlayan o acıklı şarkısıyla.

Bu kafeye Bey ile beraber geldik. Doksan dakika boyunca okuyup yazmaya ihtiyacım var diye. Onun bilgisayarını da yanımıza aldık. Şimdi büyük bir masada karşılıklı oturuyoruz. Bey beni hiç rahatsız etmiyor. Kendi bilgisayarına gömülmüş gitmiş.  Zaten evde de olsak benim kulağımdaki kulaklık “müsait değililiz, daha sonra tekrar arayın” anlamına geliyor. Bir ara romanımı yazarken, “rahatsız etmeyin” işareti olarak başıma bir örtü takıyordum. Her şekilde bizim Bey, yazımın kesintiye uğramasının ruhumda yarattığı hırçınlığı tanıdığı için bırakın kulaklığı, türbanı; parmaklarımın klavyede tıkır tıkır eden sesini bile duysa, beni kendi halime bırakma zamanının geldiğini biliyor. 90 dakikalık vardiyadayız şimdi. 90 dakika boyunca birbirimizi rahatsız etmeyeceğiz, konuşmayacağız. Ben 90 dakika içinde bu yazıyı bitirip yayınlayacağım. Sonra  sosyallaşeceğiz.

Susan Cain tek başına geçirilen zamanlardan bahsederken, “tek başınalık bazı insanlar için nefes aldıkları havadır” diyor. Ben onlardan biriyim. Hergün bir kaç saatimi tek başıma geçirmem gerek. Yoksa boğulacak gibi oluyorum.

Okuldayken bazı tenefüslerde çıkmaz, havasız, camları buğulu, floresan ışıkla aydınlatılmış sınıfta tek başıma otururdum. Özellikle kümelere bölündüğümüz 3. sınıfta tenefüsleri tek başıma geçirmek istediğimi hatırlıyorum.  Çok arkadaşım vardı. Alt kat tenefüshanesinde folklor çalışırlardı. Ben de folklor oynuyordum ve ekibin en yeteneksizi olduğumu hocamız da dahil herkes biliyordu. Aşağıdaki tenefüshanede en çok benim çalışmam gerekiyordu. Onun yerine ben arkamdaki askılara asılmış  paltolara sırtımı dayayıp buğulu camları seyretmeyi tercih ediyordum. Küme senesi bana fazla gelmişti. İkişerli sıralarda oturacağımız dördüncü sınıfı iple çekiyordum.

Tek başınalık içe dönüklerin nefes aldıkları havadır, diyor Susan Cain. Sonra da içe dönüklüğü şöyle tanımlıyor:

İçe dönükler iç dünyaya, düşünceler ve hisler dünyasına dönük insanlardır.  Dışa dönükler ise dış dünyaya, etkinliklere ve davranışlarla ilgilenirler. İçe dönükler olayların arkasındaki anlamı merak ederler, dışa dönükler olaylara balıklama dalarlar. İçe dönükler ancak tek başlarına kaldıklarında şarj olurlar, dışa dönükler yeterince sosyalleşmedikleri zaman kendilerini yorgun hissederler. İçe dönükler az miktarda dış uyarıcı yeterlidir.  Sessiz bir evde oturup kitap okumak onları memnun eder. Dışa dönükler serüven severler, seyahatlerinde yeni insanlarla tanışmayı, onlarla saatlerce sohbet etmeyi severler. Dış dünyanın uyarıcılarına daha çok ihtiyaçları vardır.

Çoğunuz bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Ben bir gün Tayland’a gitmeye karar verdim.  Aslında bir gün değil, bir akşam verdim kararımı. Amerika’dan gelen burslu doktora kabulümü red etmiş, babamın, “peki kızım doktora yapmayacaksan ne yapacaksın?” sorularına maruz kaldığım bir akşam yemeğindeydim.  Babamın kuzenlerinin birinin evinde. Bütün aile kulak kabartmış ne cevap vereceğim diye beni bekliyorlardı.  Ben kadife kanepenin fitillerinde tırnaklarımı gezdirerek ne cevap versem diye düşünüyordum. Çünkü vallahi de, billahi de bilmiyordum ne yapacağımı.

“Bilmem, biraz seyahat eder, dünyayı gezerim belki ” dedim zar zor duyulur bir sesle.

“Kızım hangi parayla gezeceksin dünyayı?”

“Ne kadar gezeceksin dünyayı?

“Peki gezdin geldin ne olacaksın? Gezgin mi olacaksın?Ah hah hah hah! ”

Gecenin devamında Godet’ye gittim. Cuma gecesi bütün arkadaşlarım oradaydılar. Bir türlü alışamadığım tekno müziğinde sallanıyorlardı. İçkiler pahalıydı.  Bira aldım, ben de onlarla sallanmaya başladım. Bir an önce sarhoş olmalıydım. Canım sıkılıyordu. Arkadaşlarıma bakıp acaba bir tek benim mi canım sıkılıyor diye düşündüm. Müzikten mi, babamların sıkıştırmalarından mı, ayıklığımdan mı neden böyle sıkılıyorum acaba? Bir sigara yaktım. Birama bitirdim. Bana ikinci bir bira alacak kimse var mı acaba diye etrafa bakındım. Kimse yoktu. Gece hayatına ilk defa benden genç insanların karıştığını o gece farkettim. Godet kapanınca, Roxy yerine eve dönmeye karar verdim. Çıkışta arkadaşlarımın sarhoş ısrarları karşısında bir durakladıysam da (Roxy’de beni heyecanlı bir şey bekliyor olabilir miydi?) bir taksiye atlamayı başardım.

Eve dönünce internete bağlandım. (dial-up connection, diiiit, diiit, dıbım dıbım dıbım) Gönüllü çalışma imkanlarını önüme süren bir iki siteye adımı, sanımı, ilgi alanlarımı yolladım.  Neresi olsa gidecektim. Afrika, Güney Amerika, Asya, ne olursa dedim. O gece Roxy’de arkadaşlarımın yanında dans edeceğime, dünyanın dört bir yanına epostalar yollarken hayatımın bir döneminin perdelerini indirdiğini  hissediyordum.  Beni neyin beklediğini hiç ama hiç bilmeden bilgisayarı kapattım. Çatı katı dairemizin  yatağıma doğru eğim yapan tavanının altında, üç koca kediyi koynuma alıp uykuya daldım.

Tayland’dan gelen cevap ertesi sabah beni ekranımda bekliyordu…

Kanepelerinde, yerlerinde öbek öbek arkadaşlarımın uyuduğu eğik tavanlı salonumuzu çıplak ayaklarımla boydan boya geçip klavyeye uzandım.

Hayatımda hiç bir yabancı ülkeye tek başıma gitmemişim.

Beni neyin beklediğini bilmediğim bir geleceğe “evet” yazıp gönder tuşuna bastım.

Doğru şeyi yapmış olduğumun bilinci ruhuma ağır ağır, tatlı tatlı yayıldı.  Arkadaşlarımı uyandırıp sucuklu kahvaltı hazırlamaya karar verdim.

90 dakikam bitti ama hikaye bitmedi. Yarın devam ederim. Olur mu? İçe dönüklerin dışa açılma saati geldi.

Sevgiler hepinize.

Defne

İçe Dönmek- Son Bölüm

Foto: Aisha Harley
Foto: Aisha Harley

«Tek başına geçirilen vakitler bazı insanlar için aldıkları nefes kadar önemlidir» diyor Susan Cain.

Bütün yoga disiplinlerinde nefes demek can demektir. Beden vasıtası ile yaptığımız bütün yoga sistemlerinde amaç, cansız bölgelere o canı akıtmak ve muntazam akışı korumaktır. Can sadece iç organlara değil, ruha da gereken bir besindir. Yoga yoluyla sadece bedeni değil, ruhumuzu da canımızla besleriz. Bedene ve ruha canı taşıyan araç nefestir. Malumunuz olduğu üzere, nefesin bittiği yerde can da bedenden çıkıp gidecektir.

Nefes bedenin her bir köşesine akmayı öğrenirken, sadece fiziksel duruş alışkanlıklarımızı değil, zihinsel/duygusal davranış kalıplarımızı da «hizaya» getirmeye başlar. Yoga yapa yapa daha dik oturmayı, başın ağırlığını (omuzlarda taşımak yerine) karın merkezi ile dengelemeyi, karın boşluğundaki sıkışıkları gevşetere iç organları canlandırmayı, diyaframı tam kapasite kullanarak ciğerlerimizi temizlemeyi öğreniyoruz. Bütün bunlar olurken hayatımızı ve ilişkilerimizi kısıtlayan davranış kalıpları ve işlevlerini yitirmiş değer yargılarımız (aile kuralları ile bağlantılı) da, duruş bozukluklarımız gibi erimeye ve yerlerini taze başka davranış ve inanışlara bırakmaya başlıyorlar.

Bütün bu dönüşüm ancak kontrolü bıraktığınız anda oluyor. Kendi dönüşümümden kendim sorumlu olmak istiyorum derseniz, eski kalıpları sadece «upgrade» etmiş oluyorsunuz. Kontrolü bırakmak, teslim olmak ne demek? Neyin kontrolünü bırakmak? Ben bir şey mi kontrol ediyordum ki?

Yogadan sonraki ilk yaz pılımı, pırtımı toplayıp Tayland’a temelli yerleşmek üzere Türkiye’ye döndüğümde ben çok değiştiğimden çok emindim. Sadece fiziksel olarak değil, kişiliğim de değişmişti sanki. Yoga sayesinde içe dönük tabiatıma kavuşmuş olduğumdan mutluydum. Yalnız, yeni bir dine geçen «dönme»ler gibi ben de yeni hayatımın prensiplerini hayata geçirirken işi abartmıştım. Bunu o sırada farketmedim. Her sabah kapılı kapılar ardında 2 saat yoga yapıp, sonrasında da bir saat (hala kapalı kapılar ardında) yemeden, içmeden, konuşmadan oturunca, nihayet kahvaltı sofrasına teşrif ettiğimde kafam dumanlı, gözlerim bir boş bakıyordu. Annem endişe ile durumu farketti. Pek durgundum. Telaşlandı. Onu durgun değil, huzurlu olduğuma ikna edemedim.

İkna edemedim çünkü huzurlu değildim. Bütün içe dönmelerim, saatlerce odaya kapanmaların bir ritüeldi aslında. Üstelik oradan burada okuyup da bir araya getirdiğim yanlış asana/pranayama tekniklerini uygulamaktan  sinirlerim de laçkaydı. Ama mertliğe bok sürmemek için kendimi huzurlu olarak sunmam gerekiyordu. Yoganın beni mutlu kıldığına, sorunun çevremde, sorunun onlarda olduğuna bir şekilde ikna etmem gerekiyordu onları.

Ben de kavga ettim.

Zaten yogaya –ya da kendini keşif sürecini getiren herhangi bir yola- başlayan pek çok genç insan gibi, ben de oklarımı aileme saplamak üzere çoktan bilemiştim. Hayatımdaki mutsuzluklardan, komplekslerimden, başarısız ilişkilerimden, hepsinden, hepsinden onlar sorumluydu. Beni yeterince takdir etmemiş, beğenmemiş, cesaretlendirmemişlerdi. Ben aslında neler olabilirdim de, annemi babamı memnun etme pahasına vazgeçmiştim. Dışa dönük, neşeli, fıkır fıkır bir karakterin onların gözünde daha sevilesi bir çocuk olduğuna karar vermiş ve içe dönük tabiatımı beğenmeyecekler diye onlardan saklamıştım.

Daha neler neler!

Sabahları hayalet gibi nihayet odamdan çıkıp kahvaltı sofrasında sevinç içinde beni bekleyen annemin karşısına geçtiğimde huzurlu muydum? Annem mutfağa koşup bana mis gibi taze kahve, kabukları soyulmuş domatesler, simitler hazılarken ne yapıyordum? Yemek masasının karşısına düşen 8. kat penceremizden Zincirlikyu mezarlığına bakıyordum boş boş.

Canım anneciğim tatlı tatlı benimle sohbet etmeye çalıştığında, biraz sessiz olmasını istiyordum. Henüz «dünyevi ilişkilere» hazır değildim.  Çok sonra yoganın insana öyle kafası dumanlı, duygusal haller değil aksine telaştan ve endişeden arınmış neşeli bir ruh hali hediye ettiğini öğrenecektim. O yaz değil ama çok sonra. O yaz sinirlerim –bir ihtimal yanlış yanlış yaptığım pranayamalardan- alt üst vaziyette annemlerle kavga ederek geçti.

28 yaşında yeniden ergenliğe adım atmıştım.

Annem her zamanki gibi yine benim iç dünyamda ne olup bittiğini benden iyi bilmişti. Huzurlu muzurlu değil, düpedüz bunalımdaydım. Üstelik Bradshaw’un işlevsiz aile kuralları teorisini öğrenmeme daha on yıl vardı ama aile karmasını kırmak denen şeyi duymuş ve Türkiye’ye annemin evine bir misyon ile dönmüştüm. Ailemizi kurtaracaktım. Neden? Bilmiyorum. Ailede bir kişinin yogaya başlaması bütün aileyi dönüştürmüş. Bunu da duymuştum. Kendimi kurtarıcı gibi görüyordum. Kesinlikle onlardan daha iyiydim. Her zamanki ukalalığım iki misline çıkmış, dört başlı canavar gibi önüne geleni yargılıyor, değerli ilişkileri yağmalıyordu.

O yaz bana nasıl tahammül ettiler bilmiyorum.

Aradan geçen yıllar içinde içe dönmenin insanları ret etmek anlamına gelmediğini de öğrendim. Evet, Susan Cain’in de söylediği gibi, içe dönüklerin her gün bir kaç saat tek başına vakit geçirmeleri enerjilerini şarj etmeleri açısından çok önemli. Bizim bir süre boşlukta kalmamız gerekiyor. Ve bu boşluk –sevgili içe dönükler buraya dikkat edin, neden hala yorgun olduğunuzu açıklayabilir bu bölüm- zihnin birden fazla at koşturduğu durumlarda yaşanmıyor. Yani diyelim tek başına kalmak üzere odanıza kapandınız, ya da bir kafeye gittiniz. Bilgisayarı açtınız, emailllerinize, Facebook’a ve internetin diğer harikalarına daldınız. Aaa sonra bir baktınız tek başınalık süreniz doluvermiş, bir sonraki randevuya gitmeniz gerekiyor. Ve ne oluyor? İstemiyorsunuz o randevuya gitmek? Niye? Hala yorgunsunuz. Hala yalnız kalmak istiyorsunuz. Niye? Çünkü yalnız kalacağınıza, iletişimi sürdürdünüz ve şarj olamadınız.

Tek başınalığın bizi şarj edebilmesi için dış dünyadan bir süreliğine kopmak şart. Yoksa şarj olmuyoruz. Bir saat güzel bir kitap okumak, doğada yürüyüş, deniz kenarında yürüyüş, sırt üstü yatıp müzik dinlemek, yazı yazmak…Bunlar içe dönükleri şarj eden şeyler.

Ancak içe dönüklük asosyallik anlamına gelmiyor. Evet, içe dönükler koca bir grup halinde buluşmalardan çok iki üç kişilik arkadaş toplantılarını tercih ediyorlar. Uzun bir masada oturan yirmi kişi ile geyik yapmak, iki- üç kiş ile derin sohbetlere girmekten çok daha zor bir şey, orası doğru. Havadan sudan muhabbetlerle geçen bütün bir pazar gününü bir rahatlama değil, stres kaynağı olarak da görebilirler. Ama her halükarda içe dönük tabiata sahip olmak, asosyal olmayı gerektirmiyor. Bunalımlı olmak ise hiç değil. Günlük tek başınalık dozunu almış içe dönükler arkadaş toplantılarının bir numaralı yıldızı olabilirler. Onların dingin, sakin, enerjileri diğer insanlarca özlenen ve aranan bir şeydir aslında. Siz de bilirsiniz.

İçe döndüğümüz zaman enerji depoluyoruz. Modern dünyada gündelik hayat enerjimizi sürekli emen, yutan bir şey. İş hayatı, trafik, az zamana çok şeyler sığdırma gayreti, parasal dertler, medya, diziler ve sonsuz sosyalleşmeler her gün canımızdan biraz çalıyor. Canı yeniden üretmek için içe dönük-dışa dönük herkesin birazcık sessiz, hareketsiz, tepkisiz durmaya, ya da yavaşlamaya ihtiyacı var.

Ailede yogaya başlayan bir kişinin bütün aileyi dönüştürdüğü ise bir gerçek. Ama bu dönüşüm yoga insanın kendini kurtarıcı ilan etmesi ile olan bir şey değil. Sahici dönüşümlerin hiç biri zorlayarak, birilerini taklit ederek ya da içi boş ritüelleri tekrarlayarak olmuyor. Dönüşüm teslimiyetle geliyor. İnsanın kendini, diğerlerini ve durumları kontrol etme arzusunu terbiye etmesiyle oluyor.

Bradshaw’un teorisinde geçen işlevsiz aile kuralları, sadece bizi değil, kendi anne babalarımızı da kısıtlayan kurallar. Bu kuralları bize –bilmeden farketmeden-onlar geçirmiş de olsalar, o kurallara –bilmeden farketmeden- uyarak onları BİZ yeniden üretiyoruz. Kuralı fark edip de beklenen tepkiyi vermediğimiz gün sadece biz değil, bütün aile dönüşüyor. Kural sadece bizim mikro hayatımızda değil, bütün bir soy boyunca çözülüveriyor.

Ve o kural çözülürken aile fertleri birbirlerine yaklaşıyorlar. Hafifliyorlar. Hele ki kendi kurallarından gülerek söz ettikleri anlarda samimiyetlerin en tatlısı yakalanıyor. Kavga hiç kimseyi dönüştürmüyor. Dünyaya «bu insanlar beni seviyor» gözlüğü ile bakmak ise bütün dönüşümlerin başını çekiyor….

Bir İçe Dönüş Hikayesi-4

Ve o kapıyı çaldım. İki gün sonra başlayacak yoga kursuna katılmak istediğimi söyledim. “Tamam” dediler, “Ιki gün sonra saat 7’de burada ol.”

“Oldu, “dedim ben de içimden.

Tamam erken uyanmayı severim ama erken dediysek güneşten önce de demedik.  Gitmeyecektim kursa. Yoga benim neyimeydi zaten? Hakkında hiç bir şey bilmiyorum. H.İ.Ç.B.İ.R.Ş.EY. (ağır ağır okuyun diye böyle yazdım.) Sevgili okurlar, bugün taksi şoförlerinden tutun simitçilere kadar herkes yoga hakkında bir şey biliyor. O bir şey çoğunlukla yanlış ama bir şey biliyorlar değil mi? Rahatlatır, stres attırır, kasları esnetir, Hindistan çıkışlıdır, ruhani bir tarafı vardır, filan bu tip bilgiler artık kamuya hakim oldu.  İnanın bana, ben yoganın hareket edilerek yapılan bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Meditasyon mu sanıyordum o halde? Yooo, meditasyon değildi. (o kadarını biliyormuşum. Joan Baez meditasyon yapıyor diye. Bir de Marsel arkadaşımız.)

Eh peki be bekleyerek gittin de o kapıyı çaldın o zaman, diyeceksiniz değil mi?

Vallahi bilmiyorum.

Yeni işime başladığım Nong Khai’ye varalı iki ay olmuş. Yakışlıklı Yaz Aşkı -inanmazsınız- hala benimle birlikte. Ama bir eve yerleştik, benim sabahları gidip akşamları döndüğüm bir işim var diye ortalık biraz sakinleşmiş. Evin mutfağı yok, biz de diğer komşularımız gibi balkonda tüp üzerinde yemek pişiriyor, yer sofrasında yiyor, bulaşıkları banyoda yıkıyoruz. Yakışlıklı Yaz Aşkı öyle güzel yemek pişiriyor ki, stüdyo dairemizde akşam yemeği davetleri bile vermeye başlamışız.

Bu yoga kursunu da gidip gelirken görüyorum. Yabancıların yaşadığı çakıl taşlı  sokağın güzel ahşap evlerinin birinin önünde kara tahtaya yazılmış bir ilan. 7-günlük Yoga’ya Giriş Kursu. Sokağın ucundaki Mutmee Guesthouse’un lokantasına çok gittiğimiz için okuldaki hocalarla gözüme çarpıyor ilan. Gözüme çarpıyor ama aklıma bile gelmiyor o ilanın benim için de olabileceği.

Taa ki Poppy’nin yoga kursunu yeni bitirdiğini duyana kadar. Poppy bizim okulda çalışan bir diğer hoca. Ben yaşlarda, İrlandalı, cool bir kadın. Gür kestane rengi saçları ve kızıl çilleri var. Diğer gürültücü İngiliz kızlarla değil de tek başına takılmayı tercih ediyor. Kasabanın sokaklarında karşılaştıkça kibarca gülümseyip birbirimize geçiyoruz. O gürültücü İngiliz kızlardan birinin yogaya gittiğini duysaydım ilgilenmezdim ama Poppy’nin gittiğini duyunca bir “acaba mı?” belirdi içimde. Benim de yoga yapabileceğim ihtimali Poppy’nin sayesinde aklıma düştü.

Sonra da işte kapıyı çalmışım.

Yine de gitmeyecektim de, (sabahın 7sindeymiş, üstelik daha parasını da ödememiştim) kursun başlamasından bir önceki gece hocalara sokakta rasladım. Ben onları tanımadım. Kapı arasında ettiğimiz iki laftan ne hatırlayacağım? Ama onlar beni tanıdılar. “Yarın sabah bekliyoruz, geliyorsun değil mi?” diye arkamdan bağırdılar. Bisikletle önlerinden geçmişim. (Sonra o anı çok düşündüm. Düşündüm çünkü meğer benim hocalar öyle evlerinden akşam vakti çıkıp da o gün oturdukları ve benim önünden bisikletle geçtiğim lokantaya filan gelmezlermiş. Bir tanesinin doğum günü diye, yılda bir kere dışarı çıkmışlar. Ben de önlerinden geçmişim ve bütün hayatım değişmiş.)

“Madem yakalandım, bari gideyim” dedim ve sabahın köründe kalkıp yola koyuldum. Yine inanmayacaksınız (hakikati değil de bir hikaye yazıyor olsam bu kadarı abartı olur diye bu bölümü çıkartırdım ama…) ama Yakışlıklı Yaz Aşkı yogaya da benimle geldi! Evet, evet, Defne Hocanız hayatının  yoğun yoga kursuna bir çift olarak  başladı!

Sonrasını çoğunuz biliyor…çok yazdım. Sonra bana bir şeyler oldu. Bir kere yoga denen şeye bayıldım. Biraz bale, biraz cimnastik, biraz aerobik gibi geldi ki hepsini pek severdim. Ama hepsinden farklı bir tarafı da vardı. Ne olduğunu anlamamıştım o farklılığın, nefesti belki, belki hocamızın öğleden sonraları anlattığı felsefede gizliydi farkı. Kendimi çok mutlu hissediyordum bittiğinde. Derslerden sevinç içinde çıkıyordum. Bütün hislerim keskinleşmiş, Yoga Evi’den okula bisiklet üzerinde giderken boynuma, bacaklarıma, kollarıma dokunan serin sabah havası, burnuma dolan yemek, çiçek, meyve kokuları, renkler hepsi canlanmıştı. Daha iki saat önce dert ettiğim şeyler şimdi tüyden hafif geliyordu. Beni yoran ve yavaşlatan ergenlik ve ilk gençlik yılları aradan çekilmiş, ben yirmi yedi yaşımda yeniden çocuk olmuştum. Öyle kahkalar atıyordum.

Dördüncü gün ağladım. Kimse beni ağlamaya teşvik etmedi ama susturmaya da çalışmadı. Üzüntümü yaşamam için bir alan yarattılar, gerisine karışmadılar. Ben acele acele gözyaşlarımı silip, tamam pardon, özür dilerim, geçti filan demeye çalışırken, hocamız “üzüntüyü yaşamaya iznin var” gibi şey söyledi. Bu söz o anda beni müthiş rahatlattı. Çünkü bir şekilde (aile kuralı muhtemelen) üzgün olmaya hakkım yok diye düşünüyor, kendi üzüntümü yaşayabileceğim alanları kendi elimle kapatıyordum.

O bir haftada hocalarımız bize yogaya dair temel bilgileri öğrettiler. Yerinde, isabetli ve hala kendi yogamda ve derslerimde kullandığım bilgiler bunlar ama benim için çok daha önemli olan bir başka şeyi daha öğrettiler bize o kursta.

İçe dönmeyi.

Her dakika konuşmak, her söze cevap vermek zorunda olmadığımızı. Tek başınalığın nimetlerini. Sessizliğin kıymetini. Yavaşlığın, yumuşaklığın, zerafetin gücünü.

Orada, bir haftada Susan Cain’in ‘Dışa Dönüklük İdeali” olarak tarif ettiği ve benim de her başarının arkasında saklı olduğunu düşündüğüm ideali alt üst ettiler. İçe Dönük tabiatın nimetlerini anlattılar. Dünyanın içe dönüklerin sessizliğine, yumuşaklığına, sakin sakin iş bitirme yeteneklerine ve bireyselliğine ne kadar muhtaç olduğunu anlattılar. Onlar anlatır ve mevcudiyetleri ile bana örnek olurlarken ben de sonunda yatağında huzurlu bir uykuya dalan bir çocuk gibi içime dönmeye başladım.

Meğer ne kadar yorulmuşum dışa dönük yaşamaktan…

Yakışlıklı Yaz Aşkı kursu bitirince İstanbul’a döndü.

Kız Callie’nin, oğlan Cal’e dönüşürken yaptığı gibi ben de öğrenilmiş dışa dönük davranışlarımı bir kenara koyup, çocukluğumdan beri içine girmediğim esas tabiatımın içine kozasına geri dönen kelebek gibi kıvrıldım, bir üç yıl daha orada kalıp iyice dinlendim.

***

Βitmedi…Daha devamı var. Ayrılmayın.

Sevgiler,

Defne

42

İçe Dönüklük: Lanet mi Nimet mi?

Foto: Serhan Keser
Foto: Serhan Keser

İçe dönüklük konusunun ucunu bırakmayacağım söylemiştim değil mi?

Geçen günler boyunca içe dönük- dışa dönük mizaçlar konusunda biraz araştırma yaptım.  Bu kavramlar ilk olarak Jung tarafından modern psikolojiye dahil edilmiş olsalar da, Antik Yunan’dan beri insan doğasını tanımlamak için kullanılan kavramlar. Hatta sadece insanların değil hayvanlar ve hatta bitkilerin bile içe-dışa dönüğü oluyormuş. (Ben bunu bizim kedilerden biliyordum zaten.) İçe-dışa dönük mizaçlar elbette ki iki kategori olarak var olmuyor. Bu kavramlar tek bir spektrumun iki ucunu tutuyor. Hiç kimse yüzde yüz içe veya dışa dönük değil. (Yüzde yüz olduğunda psikoza dönmüş oluyor, içe veya dışa dönüklük.)

Yogacı eski bir dostumun tavsiyesi sayesinde Susan Cain’i keşfettim.  Quiet diye bir kitap yazmış. Quiet, 2012 yılının en iyi kitaplarından biri sayılıyor. Tam başlığı şöyle:

Quiet: The Power of Introverts in World That Can’t Stop Talking

(Sessiz: Konuşmadan Duramayan Bir Dünyada İçe Dönüklerin Gücü.)

Hemen aldım kitabı tabii. Giriş bölümünde bir test vardı. 20 soruluk. Şöyle sorular:

  1. Telefonum çaldığında genelde açmam, telesekreterin devreye girmesini beklerim.
  2. Doğum günlerimde parti yapmak yerine, aileden bir iki kişiyle yemek yemeyi tercih ederim.
  3. Tek başıma kalmayı severim.
  4. Tartışmadan hoşlanmam
  5. İşimde grup halinde değil tek başıma çalışmayı tercih ederim.

İşte böyle yirmi tane soru. Ben bu yirminin on sekiz (18) tanesine doğru diye cevap verdim. Risk almayı sevmem maddesi ile, yumuşak bir konuşma tarzım vardır maddesine hayır dedim. Bu ikisi dışındaki bütün maddelere verdiğim evet cevabı benim içe dönüklüğümü kanıtladı. Ben de çok sevindim.

Neden sevindim? İnsan hiç içe dönük çıktığı için sevinir mi?

İşte bugün tam da bu konuda yazmak istiyorum.

Susan Cain’in de kitabında vurguladığı gibi, günümüzde dışa dönüklerin yüceltildiği bir dünyada yaşıyoruz. Başarı bir şekilde, (okulda, işte, sosyal hayatta) dışa dönüklükle birleştiriliyor. Grup içinde sivrilenlerin başarılı olduğuna dair bir inancımız var. Bu görüş içe dönükler için şu anlama geliyor: Değişmediğim sürece başarılı olamayacağım. Başarılı olmak istiyorsam, içe dönük tabiatımdan sıyrılmalıyım.  Üstüne üstlük bu görüş aile, öğretmenler, medya, iş ortamı ve arkadaşlar tarafından da devamlı olarak yeniden üretilerek bize geri veriliyor.

Bak o kadar yeteneklisin, biraz daha girişken olsan…

Ortaya çık, kendini tanıt, böyle köşende oturursan öğrenciler seni nasıl bulacak?

Gece dışarı çık, dağıt, dans et, iç biraz, rahatla ki bir sevgili bulabilesin.

Biraz yırtık ol, biraz kendini göster, ortaya çık. 

Söylemin nasıl yeniden üretildiğini anladınız.

Hayattaki başarımız dışa dönüklüğümüzle doğru orantılı olarak artacak sanki.

İçe dönükler kendi içlerine dönerek başarılı olamazlar mı?

Tabii ki olabilirler. Susan Cain’in Quiet’in giriş bölümünde verdiği içe dönük dâhiler listesinde bakın kimler var: Einstein, Chopin, Proust, Spielberg, Orwell, Newton, J.K. Rowling…Bu insanların hayatta istediklerini başarmak için dışarı dönmelerine gerek kalmış mı? Yooo.  Oturdukları yerden yazdılar, çizdiler, eserleri dünyaya döndü, kendilerinin dönmesine gerek kalmadı.

Türkiye, bildiğiniz üzere, çok iyi kitaplar yazan yazarların sırf içe dönük mizaçları nedeniyle karalandığı bir ülke. Yok televizyonda duruşu şöyleymiş, yok kafede rasgelmişiz de gülümsememiş, yok sosyal zekası düşükmüş. Yazarın kendini ifade ettiği yer kitaplarıdır, kamusal alan değil.  Yazarın kamusal alandaki duruşuna bakıp kitabı hakkında yargıya varmak, hele ben o adamı sevmiyorum, duydum ki o kadın kötü yürekliymiş (yemin ederim böyle konuşan insanlar var!) diyerek iyi, çok iyi kitapları okumayı ret etmek bence hayatta büyük bir kayıp.

Benim de yazılarımı severek takip eden okurları, İstanbul’a döndüm diye boynuma atlamak isteyen öğrencileri soğuk ve mesafeli tavrımla hayal kırıklığına uğrattığım çok olmuştur. Hatta bir defasında bir öğrenciye “lütfen öpüşmeyelim” dedim diye ne dramlar yaşanmıştı!  Ben öyle sıcak, sokulgan bir insan değilim. Karşımda duran insanla arama takip mesafesi sokmaya ihtiyacım var.

Belki de soğuk, kendini beğenmiş, sosyal özürlü, tuhaf veya utangaç yaftasını yapıştırdığımız insanlar aslında sadece içe dönüktür.

Türkiye’de içe dönük olarak başarı elde etmek, dünyanın diğer ülkelerine göre daha mı zor yani? Bilmiyorum. Böyle büyük genellemelere nice kapsamlı araştırmalar sonucunda bile varılamayacağını öğrendiğim bir meslekten geliyorum. O yüzden oraya girmeyelim.

İçe dönük ile içe kapanık aynı şey değil bu arada..  İçe dönük, dış dünyadan çok kendi içinde olup bitenlerle ilgilenen kişi. Kendi duygularının esaretinde farkındalığını yitirmiş kişi değil içe dönük. Tam tersine dikkatli, canlı, farkında, algısı keskin. Kimi içe dönüklerin (her zaman değil) sezgileri de güçlü.  Susan Cain’in de vurguladığı üzere içe dönüklük ile utangaçlık da aynı şey değil. Utangaçlık etrafın yargısından korkmak anlamına geliyor. İnsanların ne diyeceğine aldırmadan kendini ifade eden, hayatını yaşayan, yazan çizen pek çok içe dönük var.

Onlar kendilerinin farkındalar mı?

Bence burası çok önemli. Çünkü benim gibiyseniz, yani spektrumun içe dönük tarafına meyil eden bir mizaca doğduğunuz halde, cesur ve ne istediğini bilen, o istediğini elde edene kadar sebatla çalışan, bir de üstelik sahneleri, ilgiyi, övgüyü seven bir tipseniz vay halinize…Böyle bir tipseniz içe dönük mizacınızı keşfetmeniz için hayatınızın ilk otuz yılını ardınızda bırakmanız gerekebilir. Herkes sizin ne kadar dışa dönük, korkusuz ve becerikli olduğunuzu konuşurken, esas istediğinizin tek başınıza bir köşede kitap okumak olduğunu kendiniz bile bilemezsiniz. Bütün partilerin olmazsa olmaz figürü siz iken, erken yatmak istediğinize kimse inanmaz.

Çoğumuz kendi gerçeğimize otuzlu yaşlarımızda uyanıyoruz. Yirmili yaşlar (istisnalar kaideyi bozmaz) genelde kafamızda kurduğumuz “başarı” idealinin peşinde geçer. O ideal bizim öz doğamıza uyar mı, bizi uzun vadede mutlu eder mi, bu gibi sorular aklımıza az gelir. Yirmili yaşların başında bize çok heyecan veren şeyler büyüsünü yitirirken esas doğamız hakkında biraz düşünmeye başlarız. Otuzlu yaşların çoğu bu esas doğayı araştırmakla geçer. Eski hayal kırıklıklarının, utançların ve öfkelerin sebebi bulunur. Tekrarlanan kalıplar kırılmaya başlar.

Benim şimdi eşiğinde durduğum kırklı yaşlar, esas doğamızı bulup orada yaşadığımız zamanlar olabilir mi? Annem kendini en güzel ve güçlü hissettiği yaşının kırklı yaşlar olduğunu söylemişti bir kere bana. Esas doğamızı sonunda keşfedip, onun içinde rahatladığımız içindir belki.

Yakında göreceğiz.

Benim içe dönük mizacımla yoga sayesinde buluştum.

Bunun hikayesini de bir sonraki blog’da anlatayım, olur mu?

Susan Cain ile ilgili linkler

http://www.thepowerofintroverts.com/about-the-author/