Sen de parmağın bir ekrana yapışık, yarı felçli bir vaziyette okuyor da okuyor musun?
Çaresizlik, yüreğinde harmanlanan acı ve öfkeyi midene yumruk gibi indiriyor da, hissetmemek için kendini gündelik işlere mi veriyorsun? Midende o hiç geçmeyen yumruk ve “ben tek başıma ne yapabilirim ki”nin metalik yalnızlığı içinde nasılsın diyenlere sen de ağzında bir şeyler mi geveliyorsun?
İnan ki yalnız değilsin okur.
Ben iki gündür dersten gelir gelmez çalışma odamın bir köşesine top gibi büzülüp tek bildiğim yere, edebiyata sığınıyorum ama ne okuduğumun tadı var, ne de kahvenin. Bir şeyler yapmalıyım, sokaklara çıkıp isyan etsem, on binlere karışsam? Hiç bir şeye mecalim yok. Belki bir gruba mensup olsaydım, üniversitede doçent, fabrikada işçi ya da bir cemaatin üyesi onlarla beraber katılacağım bir protesto eyleminin içinde anlamlı bir bütüne aidiyetimi hissederdim.
Oysa şimdi hiç bir şey hissedemiyorum.
Bu hissedemeyiş halinin matem olduğunu bilecek kadar çok insan gömdüm hayatımda. Matemi tek başına yaşamanın dayanılmaz yalnızlığını da biliyorum. O yüzden bir parmağım hep bir ekranın üzerinde… O ekranda aynı matemi yaşayan insanlar var. Uzanıp parmağımla dokunmak istiyorum onlara, tek başınalığım aklıma geliyor.
Ben sokaklara çıkıp isyan edemiyorum. Bunu yapabilen dostlar beni bağışlasın. Ben sokaklara dökülmekten artık korkuyorum.
O yüzden sevgili okur, ben seninle burada, parmağını dokundurduğun şu ekranda buluşmayı seçiyorum.
Biliyorum, bıktın. Biliyorum, kendi ülkede yaratıcı, huzurlu, sağlıklı ve onurlu bir yaşam istiyorsun. Bu senin en tabii hakkın. Bu bütün insanların en tabii hakkı.
Bu hakkını dile getirdiğin anda bile başına bir şeylerin gelebileceği korkusuyla yaşadığın bir ülkedesin.
Biliyorum bazen alın başınıza çalın, deyip buralardan gitmek istiyorsun.
Ben gittim sevgili okur. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, en güzel memleketlerin, en tatlı suları kıyısında rüya gibi evlerde yaşadım. Bisikletimle pirinç tarlalarında dolaştım, tuzlu rüzgar saçlarımı dağıttı, uzun kuyruklu teknelerle güneşin bir tarafından doğup diğer tarafından battığı minicik elektriksiz, telefonsuz adalara vardım, bir hamakta yatıp günlerce kitap okudum, yüzlerce öğrencim beni bağrına bastı, aşık oldum, sayfalar dolusu yazdım…
Yine de yine de bir tek gün sizin olsun diyerek ardımda bıraktığım ülkemin hasreti yüreğimi bırakmadı.
Melodram olsun diye söylemiyorum okur. O hasret ustalıkla konuştuğum lisanlara sızan aksan gibi yüreğimde ince ince sızladı durdu.
Buradan başka ülken yok okur.
Ve burası hâlâ senin ülken. Benim ülkem, bizim ülkemiz. Kaçma, yılma, pes etme zamanı değil. Çok eziyet çekmiş, ağır yaralanmış bir yavru gibi bağrımıza basmamız gereken yurdumuz burası. Bizim. Başkasının değil.
Biliyorum, yılıyorsun. 1 Kasım’ı unutup başka programlar yaptığın oluyor ve hatırlayınca çaresizlik yumruk gibi midene iniyor. “Sonuç belli oldu zaten” diyorsun başını sallayarak.
Sonuç belli değil okur. Sen yalnız değilsin. Sen çaresiz ve zayıf da değilsin.
Bak ben parmağımı uzatıyorum, sen de uzan dokun bana. Yayılalım büyüyelim, sesimizi duyurup, o kadar sevdiğimiz bu yurdu ona zulm edene bırakmayalım.
Bugün öğlen Portland’da yaşayan teyzemle buluşmak üzere Ken’s Bakery’ye gittim. Ken’s Bakery Portland’ın Nişantaşı diye adlandırdığımız 23. Caddede yer alıyor. Her sabah koca somun ekmekler, çıtır çıtır kruvasanlar, ekler, makarun filan yapan hafif Fransızımsı bir fırın. Çok popüler bir yer. Öğle saatlerinde çorba, salata, sandviç de çıktığı için iğne atsan yere düşmüyor.
Teyzem doğma büyüme Nişantaşı kızı olduğu için bu mahallede yaşıyor, Portland’lıların aksine her yere ya yürüyerek ya da otobüsle gidiyor. Kahvesini eline alıp Ken’s Bakery’nin önündeki kaldırımda sigara içiyor.
Yarım saat erken gelmişim. Boş bir masa bulunca hemen atladım, kaptım, oturdum. Bir kahve ısmarladım. Teyzem gelene kadar kitap okur, belki de Middlesex’im ile bu kahve masasında vedalaşırım diye düşündüm. Çantamın derinliklerinde kindle’ımı aranırken, elime bir başka kitap geldi. Broken Open: How Difficult Times Help Us Grow. Transpersonel Psikoloji eğitimizin okuma listesinden bir kitap. Yazarı Elizabeth Lesser. Kütüphaneden almıştım, bugün geri götürme günü diye sabah çantama atmışım. Eğitim için okumamız icap eden ilk bölümden sonrasına bir türlü bakmaya fırsat olmadı. Kitap çalışma masamın köşesinden bana haftalarca baktı. Ben, biliyorsunzu ona değil Middlesex’e uzandım. Böyle böyle, sonunda teslim günü geldi çattı.
Elime gelmişken, bir bölüm daha okuyayım bari dedim. Aradan bir sayfa açtım. The Hundredth Name (Yüzüncü İsim) diye bir bölüm açıldı. Ölümden bahseden bir bölümdü. Daha ilk sayfanın sonuna gelmeden gözlerim dolmaya başladı. Babamı kaybetmemizin üzerinde henüz sadece bir kaç ay geçtiği için ölüm hakkında birşeyler okuyunca hemen gözlerim doluyor. Ama bölüm ölümden çok ölümü unutarak yaşadığımız hayatlarla ilgiliydi. Tam ben de eşimin geçen blogda bahsettiğim hastalığının benim hayatımı ne kadar zenginleştirip, derinleştirdiğini yazmayı planlarken karşıma çıkan bir paragrafla irkildim. Lesser, Parkinson hastası arkadaşı Bruce Talbot’da alıntı yapmıştı. Talbot şöyle diyordu:
“Şunu bir kere anlayalım: Hasta ve sağlıklı insanlar aynıdır. Her birimiz için nihayetinde aynı kurgu geçerlidir. Doğduk, yaşıyoruz ve öleceğiz. Kronik hastalığı olan bizim gibi insanların, sağlıklı insanlara kıyasla bir avantajı var. Bu berbat hastalığın ağırlığını ya da başka hastaların yaşadıklaırı zor koşullarını hafifletmek gibi bir niyetim yok ama kronik bir hastalıktan mustarip benim gibi insanlar için bu kurgu daha sade ve (söylesem mi?) kimi önemli durumlarda daha kolay bile olabilir. Bizim avantajımız hayatın çarklarının zaten bir kaç önemli diş öne atmış olmasından geliyor. Günler hızla kum saatinden akıp gidiyorlar. Biz bu gerçeği can verici bir netlikle görme şansına sahibiz.”*
Sevdiğiniz bir insan kronik bir hastalıktan mustarip olunca onunla geçen her dakika değerli bir şey haline geliyor. Neden? Hasta insan ölüme sağlıklı olandan daha mı yakın? Gerçeğin hiç de olmadığını bize öğreten yüzlerce örnek sunuyor hayat önümüze. Buyurun işte turp gibi sağlıklı babam, geçirdiği bir buhranı atlatamayıp kafasına dayadığı tetiği çekti. Onu kaybedene kadar ölümün bu kadar yakınımızda dolaştığını tahmin eder miydim? Onunla geçirdiğim zamanların inci gibi, zümrüt gibi nadir bulunan bir taş değerinde olduğunu bildim mi? Bilmedim, nasıl olsa bir gün takarım diye çekmecenin dibine attığım yeşim taşlarına davrandığım gibi umarsız ve savrukça yaklaştım beraber geçirebileceğimiz zamanlara.
Şimdi eşimle geçirdiğim zamanların üzerine titriyorum. Bol bol kahkaha atıyoruz. Üzüntüyü öfkeye çevirmemeye gayret ediyorum. Ivır zıvırı için endişelenip söylenmemeye gayret ediyorum. Bu ilişki sevdiğim her insanla ve en çok da kendimle kurduğum ilişkiye ayna tutuyor. Çünkü kurgu hepimiz için aynı. Doğduk, yaşıyoruz, öleceğiz. Kaybedecek vakit yok.
Ama bu kurgu içinde üzüntünün de bir yeri var. Kayıplar karşısında verdiğimiz doğal bir tepki üzülmek. Sadece kendi üzüntümüzü değil, çoğunlukla atalarımızın kayıplarının yaşanmamış, bastırılmış, kaytarılmış üzüntülerini de taşıyoruz. Bugün teyzemle buluşmamızın amacı psikoloji ödevim için yazdığım otobiyografim için bilgi toplamaktı. 20. Yüzyıl başında bizim oralarda doğmuş bir çok insan gibi benim büyükbabalarım, büyükannelerim de zor günler geçirmişler. Makedonya’daki topraklarından sürüldükten sonra yerleştikleri Selanik’de daha bir kuşak bile yetiştiremeden trenlere doldurulup İstanbul’a yollanmışlar. Kıyafetlerini bile toplamadan, kapılarını bile kilitlemeden…Kedilerini komşularına teslim ederken, yakında döneceğiz, bizi merak etmeyin diyerek…Kapısını açık bıraktıkları evlerine bir daha hiç dönmeden, bir başka ailenin apar topar terk etmek zorunda kaldığı başka bir eve yerleştirilmişler. Başınıza böyle bir şey geldiğini hayal edebiliyor musunuz?
Bu insanların torunu benim annem ve teyzem. Bu insanların evlerinin, komşularının, topraklarının, hayatlarının, lisanlarının kaybı benim üzüntüm. Aynı kurgu, çok daha kederlisi belki, daha koyu acı ile sıvanmış olanı büyük ihtimal, sizin büyükleriniz tarafından yaşanmış. Onların hayat mücadelesi sırasında savuşturdukları acıları, karnımız tok, sırtımız pek doğduğumuz hayatlarımızda bizim üzüntümüz olarak bize miras kalıyor. Bunların üzerine kendi hayatlarımızın üzüntüleri var. Bizim kayıplarımız. Ölenlerimiz, hastalarımız, kendi kayıplarımız…
Üzülmek yasak değil, insan evladının en doğal hakkıdır. Acının üzüntü tünelinden geçip süzülmesi insanlık için en hayırlısı süreçtir. Öfkeye, intikama, kine dönüşmeden, üzüntüden süzülmesi…
Beni doktoradan vazgeçiren kilit cümleyi eden sevgili dostum Dicle, tarihin ve insanlığın acısı ile ne yapacağını bilemediği için kendini bir sabah Boğaz köprüsünden attı. Üzülmek onun kafasında da yasak bir şey miydi? Hiç bilemedik. Aile kurallarını, üzülmeyi kendimize yasak etmiş olduğumuzu bilmiyorduk o zamanlarda. Hiç konuşmadık.
Romanlardan konuştuk onun yerine. Bizim bir koca doktora, master tezleri boyunca ıkınıp da akademik dünyaya kattığımız – o da belki- bir tanecik fikri, bir tanecik teoriyi tek bir paragrafta söyleyiveren romancılardan konuştuk. Hayranlıkla, gıptayla, iştahla…
“Söyleyeceklerini romanlar aracılığı ile söyleyebileceksen, hiç girme doktora işine. Otur romanını yaz!» demişti Dicle bana, UCLA’e doktoraya gitsem mi gitmesem mi diye kıvrandığım o Tayland öncesi yaz günlerinin birinde bana.
Ama ben size Tayland’dan önceki değil, sonraki yazı yazacaktım değil mi? Bakın, üzüntüyü yaşamaya izin verdikçe kendime, üzüntü bir ağırlık değil, bir hafiflik olarak yayılıyor içime. İki gün önce liseden bir dostumuzu lösemiye kaybetmiş olduğumuzu öğrendik. Dünyanın dört bir yanına dağılmış bütün sınıfımız her bir anda yasa girdik. Hepimizin gözünün önünde bir anda bir pencere açıldı. Değerli olan şeyleri hatırladık o pencereden bakarken. Çocuk olduk yeniden. Günlük hayatlara teslim olsak da özümüzde hep aynı kaldığımızı gördük oradan bakarken. Özümüzün sevgiden yoğrulmuş olduğunu.
Kimse üzüntüsünden kaçmaya çalışmadı. Kimse üzüntüyü öfkeye, endişeye dönüştürmeye, ne yapalım hayat devam ediyor hadi, kalanlarımız sağ olsun demedi. Kimse suçlu aramadı. Kimse üzüntüsüne müdahale etmedi. Cenazeye gidemedik ama ben o sabah Facebook üzerinden tuttuğumuz yası okurken, kendimi bizim okulun avlusunda, lacivert hırka ve ceketli omuzlarımızı birbirimize yaslamış, gözlerimiz kapalı, sessizce dururken gördüm.
Babam öldüğünde sevgili Petek Hoca bana en anlamlı gelen mesajı yazmıştı:
«Acını acı çekmeden yaşamanı diliyorum.»
İşte size üzüntüye izin vermek konusunda biraz daha yazmayı planladığım bu soğuk, güneşli yeni ay gününde, sırf kütüphaneye götürmeden önce bir göz atayım bari diye açtığım kitabın Yüzüncü İsim adlı bölümüyle karşılaşınca, ister istemez gülümsedim sevgili okularım. Yine ilahi bir el araya girdi galiba.
Lesser’in lösemiye kaybettiği arkadaşı Ellen’in (evet bir de böyle bir raslantı vardı!) ölümünü anlattığı bölüm şöyle bitiyor:
“Kuran’da Allah’ın doksandokuz ismi vardır. Son isim, Allah’ın Yüzüncü İsmi, gizlidir. Tasavvuf geleneğinde de tesbihlerin bir boncuğu eksiktir hep. Eksik boncuk Allah’ın gizemini temsil eder. Derler ki Tanrı’nın gerçek ismi, bizim de gerçek ismimizdir -son nefesimizi verirken keşfedeceğimiz. Ellen son nefesini verdiğinde benim ölümlü zihnimde kısa süreliğine bir pencere açıldı. Orada ölümle yaşam arasındaki çizgide dururken, öte alemlerin Yüzüncü İsmi kulağıma fısıldadıklarını duyar gibi oldum. Emin oluncaya kadar pencere kapandı ve ben yaşama döndüm. Şimdi, arada sırada, özellikle Ellen’in son anlarını düşünürken, o pencere bir gıdım açılıyor ve ben İsmi duyuyorum.” *
***
Yoga’dan Sonraki Yaz’a yaklaşıyoruz ve aile karmasını kırmaya…Az bir sabredin. Bakın içe döne döne nerelere geldik! Hepinize sevgiler!
Defne
Elizabeth Lesser, Broken Open: How Difficult Times Can Help Us to Grow. Villard Books Trade Paperback Edition, 2005 sf. 197.
*En nihayetinde ve çok yakında herşey ölecek değil mi?
Ve işte nihayet üzüntü hakkında bir şeyler yazmak üzere karşınıza geçtim.
Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilince çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedendeki hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve keder bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten dolayı onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar, şiirler düzmüyoruz. Daha basit bir şey üzüntü, daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alanı da pek bir dar zaten, diyoruz. Sanki.
Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Üzüntü belirir belirmez onu geçirmeye, yok etmeye “iyi”leştirmeye öyle odaklıyız ki kendisiyle doğru dürüst tanışamıyoruz bile. Daha çok aşina olduğumuz duygularımız var. Mesela endişe ve öfke. Bunlar üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz body-guard duygular bence.
Bir örnek vereyim:
İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzelerim ve oldum olası hazmedemediğim (sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun, demişti bir kez Zhander Hoca) beyaz pilavdan oluşan akşam yemeğim sonrasında mide kramplarıyla iki büklüm kıvranıyorum. Ağzımdan nefesler alıyorum, karnımı gevşetiyorum, ovalıyorum, yok hiç bir şey işe yaramıyor. Kramplar canımı alıyor. Öyle fenayım. Tek istediğim sırt üstü yatıp karnıma Digest Zen (sindirimi sağlayan mucizevi bir yağ karışımı) masajı yapmak. Ama gelin görün ki dışarıdayız. Sebzeleri, pilavı bir lokantada yemişiz, eve dönmek gerek.
Çoğunuz biliyorsunuzdur bizim Bey’in bacakları tutmuyor. MS hastalığı yüzünden tekerlekli sandalye ile hareket ediyor. O kramp arası onu arabaya, tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirdim. İnleye inleye eve sürdüm. Sonra yine tekerlekli sandalyeyi, arkasından bizim Bey’i arabadan çıkardım. Beraber bizim daireden içeri girdik. Kendimi hemen yatağa atacağım. Olmadı. Bey’in bir kaç başka şey için de bana ihtiyacı oldu. Tuvalete gitmesi, ayakkabılarını çıkarması filan gerekiyor ve normalde bütün bu işlerini benim yardımımla yapabiliyor. Her akşam yaptığım bu işler, o kramp anında birden gözümde müthiş büyüdü ve birden hiç beklemediğim bir üzüntü dalgasıyla sarsıldım. Gözlerim doldu. Onu orada bırakıp yatak odasına geçtim, yatağa uzandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Ben çocukluğumdan beri çok ağlarım. Severim de ağlamayı. Rahatlatır, hatta güçlendirir beni akıttığım göz yaşları. Sırt üstü yattığım yerde birazcık ağladım, sonra baktım yavaş yavaş tanıdık bir duygu beni sarmalamaya başlıyor. Kim o? Öfke tabii ki. “Niye buradayız Allah aşkına» diye soruyor tıslaya tıslaya «Dünyanın bu ücra köşesinde bize yardım edecek kimimiz kimsemiz yok? Ne işimiz var bizim burada?» İç ses değil kocakarı mübarek. Öyle söyleniyor!
O söylendikçe benim gözyaşlarım kuruyor ve hedef bulmuş öfkem (bizim Bey) oklarını bilemeye başlıyor. Tuvaletten kalkıp yanıma geldiği an başlayacağım fırlatmaya. Sırf o rahat ediyor diye dünyann bu uzak köşesinde, ailelerimizin desteğinden mahrum yaşıyoruz. (yanlış ama o anda takan kim?) Hep onun yüzünden. Tuvaletten gelmesini bile beklemeyeceğim. Şimdi hemen odadan banyoya bağırabilirim. Dilimi iyice sivriltmiş suçlamayı odadan banyoya yollamak üzereyken, içimden bir ses, ses de diyemeyeceğim, bir el beni durdurdu.
«Bir dakika durur musun?” dedi yumuşak el/ses. «Sen biraz önce ağlıyordun hani. »
«Evet, ne olmuş?»
«Ne hissediyordun ağlarken?»
«Ağlıyordum çünkü burada herşeyi ben tek başıma yapmak zorundayım! Oysa… »
«Yok, yok, neden ağlıyordun demedim. Ne hissediyordun, diye sordum. Sebepleri düşünmeden önce, hangi duygu ile kendini yatağa atmıştın?»
«Üzüntüyü yaşamana, öfkeye, endişeye kaçmadan, üzüntüyü iyileştirmeye çalışmadan orada durmaya. Bir denemek ister misin?»
Bu benim için çok zor bir şey. Üzüntüye izin vermek. Bradshaw’ın Aile Kurallarını bir kısmınız duymuşsunuzdur belki. İleride bu konuda daha çok yazmak istiyorum. Şimdi kısaca ne olduğunu anlatayım: Hepimizin bilinçaltına ve davranışlarına sızmış bir takım aile kurallarımız var. Bir uzman tarafından mercek altına alınmadığımız takdirde kolay kolay kendi başımıza keşfedebileceğimiz kurallar değil bunlar. Bilincimizin altına, üstüne ince ince yerleşmiş kurallar. Kuşaklar boyunca ailemiz bu kuralları, değerleri ve inançları içselleştirmiş, dünyayı o kuralları merceğinden algılamaya şartlanmış ve kuralları farketmeden sonraki kuşaklara geçirmiş.
Bradshaw’a göre en güçlü aile kuralları insan olmak ve hayatın anlamı ile ilgili olarak ailemizden öğrendiğimiz değer yargıları.
Anlamlı bir hayat yaşamak için…
Gerisini siz nasıl dolduruyorsanız o sizin en temel aile kuralınızı belirliyor.
Anlamlı bir hayat yaşamak için insanlığa faydan dokunmalı
Anlamlı bir hayat yaşamak için kendi mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın
Anlamlı bir hayat yaşamak için başkalarının mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için bir aile kurmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ülken için canını vermeye hazır olmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için çalışıp, ekmeğini kazanmalısın.
Anlamlı bir hayat yaşamak için ailenin ne pahasına olursa olsun korumalısın.
Bu en temel aile kuralı. Hepiniz kendi inançlarınıza bakarak aile kuralınızı bulabilirsiniz. (Yogada karma kırmak denen şey de işte bu kuşaklardır sorgulanmadan aktarılan aile kuralını keşfedip kendini ve sonraki kuşakları o kuraldan özgürleştirmek anlamına geliyor. Bu konuya da bir sonraki yazıda değinelim.)
Hayatın anlamına dair taşıdığımız temel kuralının yanısıra, o temel kuraldan çıkarak dallanıp budaklanan başka bir dolu aile kuralı var. İşte bazıları:
Aileyi «dışarıya» karşı küçük düşürecek durumları «dışarıdan» gizleyeceğiz. (Ensest, aldatma, iflas, homoseksüellik konularını asla –kendi aralarında bile- konuşmayan ailelerin kuralı)
Ailenin onuru bireyin hayatından daha değerlidir. (Oğullarını kız kardeşlerini öldürmeye kandıran ailelerin kuralı)
Ve daha küçük kurallar:
Öfke sadece babanın hakkıdır. Çocukların ve annenin öfkelenmesi yasaktır.
Çocukların aile kararlarında söz hakkı yoktur.
Çocukların konuşma hakkı yoktur.
Ve bunların yansıra:
Ailemiz sınırları içinde Üzülmek Yasaktır.
Kulağa saçma gelen bu son kural çoğumuzun ailesinde geçerli aslında. Bizim ailede bu kural hala geçerlidir mesela. Bilerek isteyerek yeniden üretmiyoruz kuralı, kendi ana-babamızdan takdir ve sevgi görmek için uyduğumuz, daha sonra da içselleştirip en sonunda kendi çocuklarımıza aktardığımız bir inanç/davranış kalıbı bu. Bunca bolluk ve saadetin içine doğmuş bir çocuğun hayatından şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya ve üzülmeye hakkı yoktur. Allah’ın gücüne gider. (çocukken en çok başıma bu gelecek diye korkardım.) Çocuklar özellikle, ama genelde herkes, aile sofrasında neşeli, konuşkan, «cıvıl cıvıl» olmalı, üzüntülerinden bir hamlede sıyrılmayı bilmelidirler.
Bu tip bir ailede büyüdüyseniz büyük olasılıkla üzüntü denen duygu belirdiği anda bir diğer duyguyu tetikliyordur: Suçluluk duygusu. Suçluluk duygusu, adı üstünde bir suçluyu gerektirir. Kendimizi suçluyorsak buradan endişe doğar. Kendimizi suçlamıyorsak bir başka suçlu bulmamız icab eder. İlk hedefi bulduğumuz anda suçluluk duygusu kendini öfkeye bırakır. (Benim sırt üstü yatarkenki halim. )
Öfke ya da endişe, üzüntüyü kışkışlasın diye salıverdiğimiz nispeten kolay, anlaşılır, aşina olduğumuz duygulardır. Aile içinde yasaklanmamışsa kolaylıkla sizi yanlış yere yönlendirebilirler. Tuvalette oturan bizim Bey’in halini düşünün. Karın kramplarından mustarip karısı önce hıçkırıklara boğulup mekanı terk ediyor, iki dakika sonra yan odadan saldırıya başlıyor. Ortada fol yok yumurta yokken –bir de yanlış yere- suçlanıyor adam. Niye? Çünkü karısı üzüntüyü tanımadığı gibi orada duramıyor. Kaçması gerek üzüntüden. Çünkü onun kafasında üzülmek yasaktır.
Öfkemi ona yönlendirip (senin yüzünden ben böyle kötü hissediyorum kendimi) saldırınca ben üzüntüyü yaşamaktan kaytarmış olacağım o kesin. Ama bizim ilişkimize ne olacak? Çiftlerin başına çok gelen bir durum bu. Bizim aramızda bir çatlak oluşacak. Onarmazsak ve başka saldırılarla derinleştirirsek günü geldiğinde ilişkimizi çat diye ikiye ayıracak bir çatlağa sebebiyet verecek benim hedefini şaşırmış öfkem.
Ama yok, işte öyle olmadı bu sefer. Ki karma kırmak (bir sonraki yazımızın konusu) böyle bir şey. O ses/el konuşunca (yogayla uyanan bir kaynaktan uzanıyor o el) ben bir durdum. Durdum çünkü biliyorum. Devam ettiğim Transpersonel Psikoloji eğitiminde Bradshaw’un Aile Kuralları konusunu yeni işledik ve her birimiz kendi aile kuralımızı keşfettiğimiz egzersizler yaptık. Benimki «Βu ailede üzülmek yasaktır. Takdir ve sevgi istiyorsanız aile meclislerimize üzüntülerinizden arınarak geliniz. » çıktı.
Bu bilgiyi daha yeni öğrenmiş olduğum için durdum. Kendimi öfkeden çekip üzüntünün merkezine geri taşıdım. Ve orada ne oldu biliyor musunuz? Arka planda çalışan ama çok alıştığınız için artık sizi ne kadar rahatsız ettiğini unuttuğunuz bir makina birden susunca bir sessizlik, bir huzur yayılır, oh be dersiniz ya…Hah, işte aynı öyle oldu. Öfkeden güç alan ses susunca, üzüntünün ortasında yatan ben kendime acımadan, bir bilimkadını sesiyle durumu banyodaki Bey’e rapor ettim:
«Çok üzgünüm.»
***
Bu konu burada kalmaz, haklısınız. Karma kırmak, aile kuralları, üzüntüye izin vermek…Hepsi devam edecek. Yogadan sonraki ilk yazda bunların hepsine yer var. Yarın yine gelirim. Hoşçakalınız.