Yavuklunun Yanı (41’e 1 kala bir Keşif)

Dün akşam, yaş 41’e 1 kala yeni bir keşifte bulundum.

Yine Bey ile didişiyoruz. Bütün çiftler gibi bizim de meşhur bir meselemiz var. En mutlu anlarımıza bile gölgesini bırakan, sadece bize özgü ve çözülmez olduğuna inandığımız bir mesele. Çok kişisel sandığımız sorunların içerikten bağımsız olarak birbirinin eşi olduğuna dair inancım doğrultusunda meselenin ne olduğunu yazmayacaktım ama keşfimi açıklamayı kolaylaştırır diye bizim meseleyi örnek olarak vereceğim. İsteyen içini başını ağrıtan herhangi başka bir mesele ile doldurup, yazıyı o mantıkla okuyabilir.

Bizim meselenin ismi “Biz Nerede Yaşayacağız?”. Evli barklı bir çiftin düğünden evvel çeyizdi, sandıktı, beyaz eşyaydı, koltuk kanepe takımıydı derken bu meseleyi çözmüş olmaları beklenir tabii ama biz işte atlamışız. Şimdi Bey’in acil ihtiyaçları (sağlık, tedavi) ve benim daha az acil ama epeyce mühim ihtiyaçlarım (manevi tatmin ve kariyer) dünya üzerinde iki ayrı ve birbirinden çok uzak iki noktayı işaret ettikleri için çuvalladık. Neredeyse üç yıldır bu bizim meselemiz haline geldi, geçici çözümler üretsek de bu konu etrafındaki gerginlik arka planda cızırdamaya devam ediyor ve evliliğimizi etkiliyor. Ben Türkiye’de, ya da en azından onun ülkesi olan Yunanistan’da yaşayalım istiyorum ki sık sık İstanbul’a gidip yoga derslerimi vereyim, kitaplarımın basımı, dağıtımı, tanıtımı için canla başla çalışayım, ailem ve arkadaşlarımla vakit geçireyim, yazılarımı yazdığım lisanda sohbet edeyim. O ise onu belki de tekerlekli sandalyeden kurtarıp yeniden yürümesine imkan tanıyacak bir tedavinin bedavaya sunulduğu Oregon’da kalmak istiyor.

Biz üç yıldır nerede yaşayacağımız konusunda kavga ediyoruz. Kavgalar, “peki o zaman bırakayayım tedaviyi de öleyim”lerden “zaten sen bırakmazsan ben burada öleceğim, görelim bakalım o zaman nerede yaşıyorsun?” gibi çirkin yerlere vardıktan sonra, birbirimizin kollarında ağlayarak sona eriyor ama iki taraf da neticeden memnun değil. Ben üç ay Türkiye’ye gidecek olsam Bey ondan çok uzaklaştığımdan, yalnızlığın dayanılmaz olduğundan şikayet ediyor, ben ise yapmak istediklerimin yüzde onunu bile o üç ayda yapamadığından… Dön baba dön….

Nihayetinde kendi başımıza bu işin altında kalkamayacağımızı anladık ve yardım almaya karar verdik. Bir evlilik terapisti ayalardık. Hakim karşısındaki avukatlar gibi savlarımızı sunduk ona. Terapistimiz bizi dinledi. İkimiz de kendimizi biraz haklı ama çokça suçlu bulduğumuzdan ve bu haklı/suçlu oranını tersine çevirme arzusu ile yanıp tutuştuğumuzdan saldırganlaştık. Ben her zamanki “bak gördün mü bana neler yaptın?” göz yaşlarımı döktüm, o mantıklı ve uzun açıklamalar yaparak bizim meselenin çözümsüzlüğüne parmak bastı. Terapistimiz bizi dinledi, dinledi, dinledi, ve sonra dedi ki “bu sizin meseleyi siz ikiniz birbirinizden uzaklaşmak için araç olarak kullanıyorsunuz.” Ha? “Yok yok” diye düzelttik ikimiz birden. “Meseleyi çözersek biz birbirimize yakınlaşacağız. Tek yapmamız gereken nerede yaşayacağımız sorusuna bir çözüm bulmak. Öyle bir çözüm bulalım ki hem Bey, hem de Hanım ihtiyaçlarını tatmin etsinler.” Terapistimiz bize gülümsedi ve sordu: “Çözümü bulunca meselenin kapanacağından emin misiniz?” Biz çok emin olduğumuz için başlarımızı salladık. Meğer bu kadar kesinlik sadece egodan kaynaklanırmış. Ego -sahici Ben’in aksine- hep eminmiş bizim için neyin en doğru olduğu konusunda. Ego hep emin, hep bir fikir sahibi ve sonuca odaklı yaşayan parçamızmış ve meselenin çözümünü aslında hiç mi hiç bilmiyormuş.

Bizim başlar  (egoların uzantısı olarak)  “evet, evet, hadi geçelim bunları da meseleye bir çözüm bulalım” dercesine sallandılar. Dudaklarımızın kenarında egosal küçük bir fiyonk tebessüm. Terapist zehir gibi bir kadın çıktı, o fiyonktan dudak bükmeyi hemen yakaladı. İki şeyin arasında kaldığımıza dair bir inancımız da varsa, o da ego kaynaklıymış. Ya böyle olacak, ya da öyle… başka yolu yok, işte bu da kendinden çok emin egonun bir incisiymiş. “Bize üçüncü bir yol var mı” diye sordu. Ayol ne olacak üçüncü yıl? Üç yıl oldu, biz kaç yol denedik, yok işte. Üstelemedi ama bir ödev verdi bize… Bu “bizim meseleyi” birbirimizden uzaklaşmak için de birbirimize yaklaşmak için bir araç olarak kullanmayı deneyecekmişiz.

Seansın akabinde ikimiz de pek hassastık. Egolar bir köşeye çekilmiş, sessiz sakin hiç konuşmadan, el ele oturduk. Bizim meselenin bizi birbirimize nasıl yaklaştıracağı konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Nitekim akşam yine bildik saflarımızı almış, artık dilimize yapışmış repliklerimizi tekrarlıyoruz:

“Peki o zaman bırakayayım tedaviyi de öleyim!”

“Zaten sen bırakmazsan ben burada öleceğim, görelim bakalım o zaman sen nerede yaşıyorsun?”

Sonra birbirimizin kollarında ağlamalar, çok üzgünüm, ben de üzgünüm sevgilim, sence bu şekilde ödevimizi yapmış sayılıyor muyuz?

Sizce bu şekilde ödevimizi yapmış, “bizim mesele” vasıtası ile birbirimize yaklaşmış oluyor muyuz?

Tabii ki hayır. Kavgadan sonra yakınlaşmak, sevmek, sevişmek o arka planda cızırdayan gerginliği bir nebze bile azaltmıyor, geçici bir süre onu unutmamızı sağlıyor sadece. (Buna psikolojide “Endişeyi Geçiştirme Mekanizması” olarak Türkçeleştirebileceğimiz  Anxiety Binding Mechanism deniyor.)

Dün gece yine aynı yerdeyiz. Türkiye-Yunanistan seyahatimize 21 gün kala orada kimin ne kadar kalacağı, buraya (Amerika’ya) kimin ne zaman döneceği konusu açılacak ve çözülmeden kapanacak. Konuşma her zamanki hafif tonu ile başladı, acaba şöyle mi yapsak, böyle mi yapsak…. Tam gergin yerlere yaklaşırken, gözlerimden “bak bana neler yaptın” gözyaşları yerine dudaklarımdan şu sözler döküldü:

“Çok istediğim bir şey var. O da bu sefer Türkiye’ye gittiğimizde planladığımız gibi bir ay kalmak yerine, haziran ortasına kadar kalmak.”

Eh, bunu biliyoruz, diyebilir bizim Bey. Biliyor çünkü. Ama demedi. Öyle diyeceğine kulak kesildi çünkü ilk defa meydan muharebesinde pozisyon alır gibi değil de, saf ve sade bir hakikat olarak dile getirmiştim istediğimi.

O küçük ama büyük adımı attığımda ne oldu?

Adım neden büyüktü?

Büyüktü çünkü ben bugüne kadar (41’e 1 kala) hep ama hep istediğim, hayal ettiğim bir şey için mücadele etmem gerektiğine inanmışım. Bu inancın köklerine gitmeyeceğim ama en derinde bir yerde istediğim şeyler için savaşmazsam onların bana verilmeyeceğine, yani o şeylerin benim doğal hakkım olmadığına dair bir inanç taşıyorum. Üstelik öyle her dediğine hayır denmiş bir çocuk da değildim. Diğer çocuklara göre epeyece serbest büyüdüğüm doğrudur. Buna rağmen benim kadar güçlü bir karakter olan annemle yapmak istediğim kimi şeyler konusunda kıyasıya mücadeleye girdiğimiz çok olmuştur. Ama bundan doğal ne olabilir ki? İnsan bir şeyi isterse canını dişine takıp savaşır da savaşır öyle değil mi? O şeyi çok istiyorsa, çatışmaya öyle bir dalar, harp meydanında öyle kıyasıya dövüşür ki sonunda ya karşıdaki pes eder, ya razı gelir, ya da ikna olur, kişi de istediğini alır. Benim zaferlerimin arkasında hep bu kalıp yatar.

Bu keşif bana ait değil aslında. “İstediğin şeyler için mücadele etmek senin için aşina bir durum mu Defne?” diye soran zehir hafiye terapistimizin ustalıkla laf arasına sıkıştırdığı bir keşif bu.

İnsan çok istediği bir şey için mücadele etmezse ne yapar? Onu çok istediği söyleyip bekleyebilir… ki hiç yapmadım. Ama daha evvelden hiç aklıma gelmemiş ve dün gece ilk defa denediğim bir şey daha  yapabilir: Yardım isteyebilir! Bu kadar basit mi? Evet, dönüp şöyle diyebilir:

“Benim çok istediğim bir şey var. Onun gerçekleştirmem için bana yardım edebilir misin?”

Meydan muharebesi için kuşanmış bir kişi bu soruyu duyunca ne yapar? Belki önce bir afallar. Bizim Bey de bir şaşırdı. Ama dudaklarımdan döküşen bu sözleri bir de “tek başıma mücadele etmekten bitkin düştüm kocacığım, hayallerimi gerçekleştirmem için bana el verir misin?” izleyince zırhı, kılıcı, kalkanı birer birer bıraktı ve çıplak kollarına beni aldı. Üç yıldır “bizim mesele” açıldığında en dişli rakibim olarak gördüğüm insanın, bu hayatta yanımda yürümesi için kendi ellerimle seçtiğim hayat arkadaşım olduğu da işte o anda aklıma geldi.!

O an için küçük olan bu adımın benim için ne kadar büyük olduğunu ancak 12 saat sonra bu sabah, yoga dersinden eve dönüp de bizim Bey’i benim  İstanbul’da daha uzun kalmamı mümkün kılacak formülleri tartışırken bulunca anladım.

Meselenin içeriği değil mühim olan, nerede durduğumuz… Yavuklunun karşısına mı geçiyoruz, yanına mı yanaşıyoruz?

Meğer bu kadar basitmiş….

Foto: Görkem Daşkan
Foto: Görkem Daşkan

İlişkilere dair bir Sohbetten Kalanlar

Pek kıymetli hocam Zhander Remete kitabında yogayı  “ruhu ruh olmayan her şeyden ayrıştırma sanatı” olarak tanımlıyor. Bu sabah İstanbul’daki öğrencilerimle telefon üzerinden sürdürdüğümüz bir sohbet sırasında bu konu gündeme geldi. Mesajlar vasıtası ile o kadar çok şey konuştuk ki sanırım sohbetimizden bir yazı çıkacak.

Konu korkuların, şüphelerin, varsayımların gölgelediği aşk ve iş ilişkilerinden açıldı. İlişkiler kendimize, hayata veya varoluşa dair keşiflerimiz sırasında bize ayna tuttukları, kör noktalarımızı aydınlattıkları için yogada (ya da diğer mistik sistemlerde) önemli yer tutar. Evliliğimizin gidişatından korkuyorsak, sevgilimize güvenmiyorsak, beraber çalıştığımız insanların mütemadiyen arkamızdan iş çevirdiklerinden şüpheleniyorsak ne yapacağız?

Bu tip sorular genelde karşımızdakinin davranışından değil, dünyaya ve insanlara şüphe ve kaygı lensinden bakmaya meyilli olanın kendi zihnimizden kaynaklanıyor. Buradan en kolay değil ama en kısa çıkış yolu karşımızdaki insan ile konuşmak, ona kendi içimizi açmak. Konuşmak derken suçlama/saldırı tonunda değil de kendini ifade etme gayreti ile girilen bir sohbeti  kastediyorum.  Saldırı/suçlama tonunu kontrol altında tutmanın en kolay yolu ben ile başlayan cümlelerin senle başlayan cümlere oranına bakmak. Gayemiz kendi kaygılarımızı en saf haliyle ifade etmek ise cümleye “sen şöyle yaptın” ile değil “ben böyle hissediyorum” ile başlamak daha mantıklı ve karşılıklı iletişimin sürmesi için daha verimli bir seçenek. Nitekim “sen” ile başlayan her cümle karşımızdakini bizi dinlemek yerine kendi savunmasını hazırlamaya sevk ediyor.

İnsanın kendi hislerini, kaygılarını, korkularını karşısındaki insana anlatırken saldırı/suçlama tonundan arınması ilk adım ise ikinci adım kendini ifade sırasında öz tahlillerden kaçınmak. Tahlil aslında iletişime pek bir şey katmıyor. Hatta bizi bağ kurmaktan alıkoyuyor bile diyebiliriz. “Ben kendimi böyle hissediyorum, bundan korkuyorum, sana şu açıdan ihtiyacım var gibi” cümleleri “çünkü” takip ettiği anda tahlile başlıyoruz. Neden tam kendimizi anlatırken durumumuzu analiz etmeye girişiyoruz? Belki bir kaçış, belki bir endişe kıvılcımını önleme, haklı çıkma ya da karşımızdakine kendimizi, beğendirme, onaylatma çabası.

O halde samimi bir kendini ifade edişin ilk şartı cümleyi “ben” ile başlatmaksa ikincisi de çünkü’süz sürdürmek olabilir mi?

Samimi ilişkilerin (sevgili, eş, iş arkadaşı, aile ferdi ya da dostluk ilişkileri) önündeki bir diğer engel karşımızdakinin tepkisini kontrol etmek isteyişimiz. İçinde kesinlikle kötü niyet barındırmayan bu istek ilişkilere ve iletişime en fena darbelerden birini vuruyor. Karşımızdakini kırmamak/üzmemek/kızdırmamak için söylemediğimiz söyler hem samimiyetten hem de huzurumuzdan yiyor. Bu durumun özellikle romantik ilişkilerde “ben sana söylemesem bile sen benim buna ihtiyacım olduğunu anlayıp, bana bu istediğimi vermelisin” gibi kangrenimsi tezahürleri görülebiliyor. Maalesef çok sevdiğimiz yavuklu bir medyum değil ve ihtiyaçlarımızı kendi ağzımızla ona her seferinde (evet bir kere değil, her sefer) söylemedikçe onun leb demeden leblebiyi anlamasını beklemek birazcık zalimlik.

Karşımızdakinin tepkisini kontrol altına almaya çalışmak, yani üzülmesin, kırılmasın, kızmasın diye titizlenip lafımızı yutmak ya da sözcüklerimizi cımbız ile ayıklayarak söylemek ilişkiye iki koldan zarar veriyor. Birinci karşımızdaki kişiye tepki vermesi için alan bırakmamış oluyoruz. Gayrı ihtiyari ona diyoruz ki “ben senin ne tepki vereceğini zaten biliyorum. O yüzden de düşüncelerimi (dertlerimi, hayallerimi, kaygılarımı, korkularımı) kendime (senden) saklayıp sana başka (seveceğini/beğeneceğini tahmin ettiğim) bir yüzümü göstereceğim.”

Bu düşünce/davranış zinciri karşımızdaki sevgilinin (ya da patron-fark etmez) bizim tahminimizden farklı bir yanıtı olabileceği ihtimalini baştan iptal ediyor. İlişkiyi bizim varsayımlarımızdan ibaret ve meraktan yoksun bir gerçekliğe (yanılsamaya) indirgiyor.

Ama neden ötekinin tepkisine aldırmaksızın içimizden geçeni söyleyemiyoruz?

Neden sahi?

Bu sorunun cevabı için dikkatimizi karşımızdaki insandan çekip kendi içimize bakalım. Kolay değil, değil mi? Karşımızdakine odaklanıp, “ben ona içimden geçenleri söylerim ama o beni anlamaz ya da kırılır, üzülür, kızar, beni bırakır, işimden kovar,” lara dikkatimizi vermek, enerjimizi bu kaygıların peşinde sarf etmek hem kolay hem de daha aşina olduğumuz bir durum. O yüzden aklımız ilk evvela oraya gidiyor. Ötekine yani. Kendimize değil.

Oysa bir durup düşündüğümüzde, “Sahi ya neden ben içimden geçenleri samimi bir şekilde şu karşımdaki insana söyleyemiyorum?” diye sorduğumuzda samimi bir ilişki için ötekine değil kendi içimize bakmanın tek yok olduğunu görüyoruz. Burada şöyle bir durum ortaya çıkabiliyor: Kendimizden öyle kopuk olabiliriz ki ne hissettiğimizi ararken yine ve tekrar tekrar odağımız ötekine veya durum tahliline kayar. Ya da alışkanlıkla karşımızdakine değil ama bu sefer kendimize saldırı/suçlama tonu ile yaklaşırız ki bunların hepsi egonun içeriye odaklanmadan kaytarma yöntemleri sayılabilir. Nihayet egodan paçayı kurtarıp sıkıntının köküne baktığımızda karşımıza bilin bakalım kim çıkar?

KORKU.

Benim hakkımda ne düşünecek? Onu üzecek miyim? Kızdıracak mıyım? Ne yaparsam beni sevmesini/beğenmesini sağlayabilirim/sürdürebilirim?

İçinde hep korkuyu barındıran bu sorulara sarf ettiğimiz inanılmaz miktardaki enerjiden bizi bitiriyor.

Burada korkuya sorabileceğimiz bir kaç soru var: Ne olur? Ne olur sana kızarsa? Seni beğenmemesi ne anlama gelir? O seni onaylamazsa sen neye dönüşürsün? Başarısız olursan ne hissedersin?

Korkuyu bir varlık gibi karşınıza alıp bunları kendisine sorun. Çok ilginç ve beklenmedik cevaplar alacağınıza eminim. Ayrıca korku başta çıkmaz sokak gibi görünse de bu sorularla çözülüp size yepyeni bir yol da açabilir. Korkuyu son durak diye düşünmemek lazım. Korkudan sonra bir durak daha var:

CESARET.

Ego (ya da zihin) devamlı olarak kendimiz ve dünya hakkında bir yanılsama yaratıyor. Bu yanılsamadan yola çıkarak kurduğumuz ilişkilerin kriz anlarında sadece saldırı/suçlama moduna geçiyoruz. Samimi ve sağlıklı ilişkiler ben’de başlayıp biz’de biten çünkü’süz cümlelerden oluşan sohbetlerle kurulabiliyor. Bu sohbetlerde insan kendini ifade etme şansını ve ötekini dinleme imkanını buluyor.

Bu arada son bir not: Kendini ifade etmek demek, zihin gevezelikleri (bu terim sevgili editörüm Çağlayan Erendağ tarafından sınıfa hediye edildi) ile karşımızdakini boğmak anlamına gelmiyor. Bizim sorumluluğunuz “esas ben” in sesini egonun sesinden ayrıştırıp esas ben’den konuşmayı öğrenmek. Esas benin keşfi ise tek başınalık anlarında, yoga ya da psikolojik danışmanlık seanslarında geliştirebileceğimiz bir pratik.

Özümüzde gizli ışığın kaynağı, esas ben’i egonun, zihnin gölgelerinden arındırıp, hayatı oradan yaşamak… Bütün çabamız bunun için değil mi zaten?

 

 

 

 

Maneviyatta dahi Ataerkil

horoz
Foto: Kokia Sparis

Şimdi böyle bir erkek tipi çıktı piyasaya: Spritüel erkek. Bildiğimiz eski ataerkil-maçovari numaralara spritüel cilası çeken erkek.

Bildiğimiz eski numaralar nedir? İşte sadakatten öcü gibi korkmak, ilk kavganın akabinde kendini bir diğer kucağa atmak, sonra inkar etmek, sonra yalan söylemek, sonra sizin kollarınıza geri dönmek için ilan-ı aşklar etmek… Bir sonraki buhrana kadar sizi bulutlar üzerinde uçurup, ilk kavgada filmi başa sarmak. Bir türlü bağlanmaya, tek eşliliğe, evliliğe, söz vermelere gelememek… Bu arada yakanızı asla ama asla bırakmamak. Tam kurtuldum diye bir zafer turu atacakken kancayı takıvermek. Karşılıksız almak… Bir söz dahi veremeden almak, almak, almak…

Bu tip marifetleri olan bir erkek tipi var. Bu klasik model şehir kadınlarına yabancı değil. Hatta çoğumuz 20li yaşlarımızı bu klasik modelin koleksiyonunu yaparak  geçirdik. 30lu yaşlarda kabak tadı verdiğini hissettik, ama kancalarından takıldığımız oldu. 40lı yaşlarda da bu kancaya takılan çok kadın arkadaşım oldu, aklı selim, çok zeki kadınlar… Ben her seferinde kancanın ucunda çırpınan kendimmişim gibi yandım yakıldım.

Neyse benim dersim klasik modelden değil de bunun spritüel cilası atılmış olanından bahsetmek. Spritüel model de klasik ile aynı özellikleri gösteriyor ama arkasına dağ gibi bir söylemi almış olarak. O ki yoga, meditasyon ve daha nice New Age usülü kendini geliştir-aştır-taştır etkinliği ile iştigal ediyor ve tabii ki bu işleri hepimizden daha iyi biliyor. Daldan dala atladığı için bir tane öğretinin bile derinine giremiyor, bu ayrı bir konu, ya da belki de değil. Çünkü eli yüzü düzgün bir mistik sistemin derinine indiğinde karşılaşacağı manzaranın hoşuna gitmeyeceğini biliyor. Ya da seziyor. Kesinlikle kötü niyetli bir insan değil.

Kimsenin niyeti kötü değil zaten, herkes kendi yarasını koruma derdinde. Bu da ayrı bir konu.  Tabii bir de güya-gurular var. Bu modelin epey geliştirilmiş hali oluyor güya guru. Yoga dünyasında skandalsız gün geçmez oldu mesela. Siz daha bizim sıkıcı sıkıcı yerimizde oturduğumuz sanın. Ne dolaplar dönüyor…

Neye ileride bir gün güya-gurulara da gelir sıra elbet.

Velhasıl bu güya spritüel model sadakatsizliğini meşrulaştırmak için mesela ingilizcesi non-attachment olan bağımlılıktan bağımsızlaşma ilkesini bize hatırlatmayı sever. En sevdiği ilke budur kanımca. Oysa ki “non attachment” ilkesi bir insana sadakat sözü vermeyi engelleyen bir şey değil. Ve hatta cinsel enerjiyi sağa sola saçmayıp, idareli kullanmak; kıymetli, anlamlı ilişkilere kanalize etmek bütün mistik öğretilerin başını çekiyor. Hiç bir geleneksel mistik sistem “tek bir kadına bağlanma oğlum, bu amaç peşinde mümkün olduğun çok kadını koynuna al” gibi bir tavsiye vermiyor.

Ama bizim spritüel cilalı klasik model bunu böyle anlıyor. Zaten belki de böyle anladığı için bu işlere merak salmış. Ne de olsa yoga, meditasyon ve kişisel gelişim dünyası 1 erkeğe 10 kadının düştüğü mini sultanlıklar. Sadakat, söz verme, söz tutma gibi konularda yeterli olgunluğa erişmemiş, cinsel enerjisininin kölesi durumundan henüz sıyrılamamış erkekler için bir cennet aslında. Çünkü bir o kadar da kendi kıymetini bilmeyen, sınır çizmekten bihaber kafası karışık kadın var orada. Bir ilişkinin  yüzde elli sorumluluğu erkekte ise diğer yüzde ellisi de kadında. “Ay vallahi ben sevmekten başka bir şey etmiyorum, o hep benim kalbimi kırıyor” diyen taraf da hiç bir şey yapmayarak kalp kırıklığına meydan verdiği için karşısındaki kadar sorumludur ilişkinin geldiği noktadan. Bu konuyu daha ileride irdeleriz.

Hareme düşmüş sultan erkeğimize bakalım şimdi. Harem halkının diline pelesenk ettiği bir “şimdiki zamanı yaşama” mevhumu var. “Tek gerçek şimdi, şu an, en büyük şimdi, başka büyük yok” söylemi var. O da -çok af edersiniz- kıçından anlaşılmaya müsait bir konsept ne de olsa…

Onu da kat çorbaya. Oldu mu sana spritüel erkek?

Oldu oldu.

Öyle bir oldu ki kapanın elinde kalıyor.

Ne yapsın, onun da egosu var. Gider mi gider. Bu egonun ne menem bir şey olduğunu idrak edemiş ise henüz, spritüel sandığı çalışmaların o egonun emrinde gerçekleşen faaliyet zinciri olduğunu anlamayabilir.

Burada bir ara veriyorum. Çok alakalı değil ama bu spiritüel kelimesine biraz sinir oluyorum. Pek azımız tarafından bilinen türkçesi tinsel. Manevi de diyebiliriz. Müsade ederseniz bu noktadan sonra bu ikisini kullanalım. (Atlas Dergisi’nde çıkan bir yazımda “yoga tinsel bir çalışmadır” dedim diye çok fena saldırıya uğramıştım. Dinsel dediğim sanılmış. Dinsel değil, tinsel. Spiritüelin öz Türkçesi.)

Evet tinsel ya da manevi… Bu tip çalışmaların ilk adımıdır sadakat. Önce hocamıza sadakat sözü veririz, sonra o hocanın hocalarına, mistik sülalemize. “Sizden bana akan öğretiyi sulandırmandan, sızdırmadan, azimle çalışacağım” dersiniz. Bu söz bilinmeyene atılan bir adımdır. “Dur bir bakayım, hoşuma giderse devam ederim” mantığının ters ucunda durur.

Bilinmeyenin uçurumundan aşağı atlamak bütün dönüşümlerin başını tutar.

Sonra yine eski metinlerin bize hatırlattığı üzere yoga (ya da hangi tinsel çalışma ile tamama erme yoluna baş koyduysanız o sistem) ancak ilişkide yaşanır. Ben’in Öteki ile karşılaştığı yerde yoga başlar.

Ben’in öteki ile karşılaşması da öyle “kendimizi akışa bırakalım, bir miktar hoş beş edelim sonra ama sakın ola ki bağlanmayalım” ile özetlenecek bir durum değildir. Tinsel model erkeğimizi korkutmak istemem ama bu kendini keşif süreci evliliğe  benzer. İnsan kendi içine kapandığı yerde değil, ötekine açıldığı yerde kendini keşfeder. Kendi içimize kapandığımız o mağarada çünkü hep ama hep aynı film gösterilmektedir.

Evet Ben ile Öteki’nin buluşması bir düğündür. Resmi ya da imam nikahı değil, yürek nikahı kıyılması icab edilir. Sadece hoşbeş esnasında değil, kanlı ve ısdıraplı zamanlarda da yan yana olmaya verilen sözdür. Bilinmeyenin uçurumdan aşağı kendini beraber bırakmaktır. O düşüş anında karşındakinin aynasında gördüğün surettir.

Zaman denen o bilinmeze öteki ile dalabilmektir yoga.

Hayatı çalmak değil, paylaşmaktır.

Bu tinsel işler cesaret ister yani.

Non-attachment use yanlış anlaşıldığı şeyden çok başka bir şeydir. Onu da başka bir yazıda konuşuruz.

Hepinize çok sevgiler.

Defne

Nikahta Keramet Vardır

(Kuraldışı Dergi‘nin Mart 2013 sayısında yayınlanan yazım)

Foto: Aisha Harley www.aishaharley.com
Foto: Aisha Harley
http://www.aishaharley.com

Yeşil, sakin (kimilerine göre sıkıcı, kimilerine göre cennet) Portland’daki evimizi altı aylığına kapatıp bindiğimiz uçaktan İstanbul’a indiğimizde, bir de baktık ki etraftaki sevgililer patır patır ayrılıyorlar. En sağlam bildiğimiz ilişkiler orta yerinden çatlamış, çatlaktan zehir zemberek akmış. Aldatanlar, kaçanlar, lafını bıçak edip kalp deşenler, kavga edenler… Ayağımızın tozuyla bile girmeden diğer çiftleri saran huzursuzluk bizi de sardı; başladık kavgaya. Nice bilmediğimiz güç ile göklerdeki yıldızların esiriyiz ne de olsa. (Bir de İstanbul trafiğinin.)

İlk sabah çamaşır makinesini yolda giydiğimiz kıyafetlerle doldururken bir şey fark ettim: Sevgilisinden ayrılan arkadaşlarıma özenen bir ses vardı benim de içimde. Terk edip gitmeye gündüz düşlerinde bile vicdanım el vermiyor ama içimdeki ses ağzı sulana sulana “Keşke senin Bey de seni terk edip gitse” diyordu.

O sesi duyunca (şeytan mıdır nedir?) hemen dikkatimi çamaşırlara verdim. Ben evli, mutlu bir kadınım, ne diye terk edilmek isteyeyim? Ama yok, işte renkliler yıkandı, asıldı. Beyazları makineye koyarken, şeytan ses yine kulağımda şimdi Bey beni terk etse, gideceğim memleketleri, yazacağım kitapları, yüzeceğim denizleri filan sayıyor. Ya sabır. Mutlu, evli bir kadınım ben.

Hımmm orada bir dur… diyor bir başka ses daha derin bir yerlerden. Olması gereken ile var olan arasındaki sınırı çizelim bir defa. Mutlu bir kadın olman gerektiğini düşünüyorsun çünkü çok sevdiğin ve dünyada eşi benzeri bulunmayan muhteşem bir adamla evlendin. Ama her an, her dakika mutlu değilsin. Birbirinizi çok sevmenize rağmen kavga ediyorsunuz. Şiddetsiz iletişim kurmaya gayret ettiğiniz halde birbirinizi kırıyorsunuz ve bütün bunların sonucunda sen kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi beceremiyorsun, doğru mu?

Doğru.

İletişimsizlik ve tatmin edilmeyen ihtiyaçlar ilişkiyi inceden çatlatmaya başlıyor. Sonra bir gün çat diyor ortadan kırılıyor. Toparla toparlayabilirsen.

Terk edilme fantezisi benim için yeni bir şey değil aslında. Hatta diyebilirim ki anlaşmazlıkların gün aşırıya çıktığı durumlarda ilişkiyi orta yerde bırakıp gitmek benim için son derece tanıdık ve kolay bir kaçış yolu. Bizim Bey’e rastlayana kadar yaşadığım ilişkilerimde bu yola çok girdim çıktım. Kendim terk etmediysem de, terk edilmek için uygun ortamı yuvayı yapan bir kuş dikkatiyle hazırladım. (Terk edilmek yüzde elli terk edenin işi ise, diğer yüzde elli sorumluluk terk edilendedir). Sonra da kâh melankolik, kâh neşeli vurdum kendimi yollara… Açık denizlerde saklı adalarda kafamı kırıp roman okuduğum hamaklarda sallanmaya…

Bir sonraki ilişkiye kadar.

Oradan sonra hadi bakalım sar baştan.

Çünkü tatlı, saf gençlik günlerimde sanıyordum ki doğru insan karşıma çıkınca bütün sorunlar çözülecek. Hep yanlış taşa baltayı vuruyordum. Beraberliklerin ince ince işlenmiş dantel karmaşıklığındaki doğasından bihaber olduğum için hayatımın aşkını bulduğumda hiç kavga etmeyeceğim zannediyordum.

Nitekim bizim Bey’in benim için son durak olduğunu ilk görüşte anladım. Yok sevgilisi varmış, yok kronik hastalığı varmış, yok beni sadece arkadaş olarak görüyormuş… Hiçbirine kulak asmadım. Bildiğimin gerçekliğinden yüzde yüz emin olduğum o çok nadir anlardan biriydi; korku ve endişeden sıyrılmış bir zihin hali ile bekledim. O kadar emindim ki çaba bile göstermedim. Hatta biraz kaçmaya bile çalışmış olabilirim. Her zamanki ilişki modelimin işlemeyeceğini hissettiğim ve her insan evladı gibi değişmekten ölesiye korktuğum için, bizim Bey’in aklı başına gelene kadar ben de dağlarda, bayırlarda, açık denizlere saklı adalarda biraz gezdim.

Kısmet neyse o oldu işte. O aradı beni. Ben de hemen dünya çevresinde bir tur atıp yıllardır hasretini çektiğim kollarına bıraktım kendimi.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine mi?

Nerede?

Meğer film yeni başlıyormuş. Ben hep arada çıktığım için devamını da, sonunu da hiç görmemişim bu hikâyenin.

Meğer nikâhta keramet varmış!

Şimdi biliyorum biz evlenmeseydik, ben yine kendi yoluma gider, terk etmek ya da edilmek için uygun ortamı hazırlar sonra yine keçi gibi dağlara kaçardım. Ondan sonra da sar baştan.

İçinde keramet olan nikâha ben, sonuna kadar direndim. Direnmek ne kelime! Yeri geldi burun kıvırdım, yeri geldi yerden yere vurdum. Üniversitedeyken gazeteci bir arkadaşım benimle ve sınıf arkadaşlarımla evlilik üzerine bir röportaj yapmıştı da “Düğün, günümüzde işlevini yitirmiş, gereksiz bir törendir” demiştim. Sonra, her gazeteyi elinde büyüteci ile satır satır okuyan nenem benim bu demecimi görüp perişan olmuştu! Ölene kadar da benim gençlik ukalalığı ile ettiğim bu cümleyi tekrarladı durdu: “Defneciğim sen düğün için çağdışı bir müessesedir demişsin. Sevdiğin adamla evlenmek, onunla bir hayat kurmak dünyanın en güzel şeyidir, güzel kızım. Ha, bunu böyle bilesin!”

Bizim Bey bana evlenme teklif ettiğinde, gücünün kaynağını tam olarak hissedemeyen bütün kadınlar gibi ben de bana evlenme teklifi edilsin ama evlenmeyeyim istiyordum. Düşünün: Hayatının aşkı ile yıllardır birlikte olan bir kadın bunu söylüyor. Beni zenginleştiren, güzelleştiren, içinde tatmini ve mutluluğu bulduğum bir ilişkinin üçüncü yılındayım zaten. Başka bir adamda gözüm yok. Gözümün önünde ince, zarif bir pırlanta pırıldıyor. Kadife kutusunda. Karşımda dünyanın en şahane adamı… Bütün bunlara rağmen aklımdan “Teklifinizi biraz düşünmek istiyorum” cümlesi geçiyor mu?

Geçiyor tabii bre! O masallar, karşılarında yüzük gören kadınların göz yaşları içinde ayılıp bayıldığı filmler… yalan bütün hepsi.

Hayatımın aşkına “Evet” derken benim aklımdan geçen “Nihayet işte her şey yerli yerine oturuyor” muydu acaba? Yoksa, bildik kaçış kalıplarımdan mahrum kalınca benden öteye bakalım kim çıkacak diye merak ettiğimden mi gittim nikah masasına?

Nikahta sadece keramet yok, bir de cesaret işi!

Ya da benim için öyleydi.

O cesareti göstermesem, kerameti de göremezdim.

Nikâhın kerameti sadece ayrılmayı zorlaştırıyor diye değil. ( O da var) Ama bence esas keramet, aile ve dostların şahitliğinde iki kişinin bu ilişkiyi yürüteceğine söz vermesi. Modern toplumda iki kişinin beraberliğinin hiç de kolay olmadığını artık herkes biliyor. Beraberliği sürdürebilmek için çevremizdeki insanların desteğine ihtiyacımız var. Sadece hayatta yan yana duracaklarına dair birbirlerine söz veren kadınla erkeğin değil, o nikâh anına tanıklık eden herkesin gördüğü, tanıdığı ve kutsadığı bir bağ kuruluyor nikâh sırasında. Sadece kadınla erkek arasında değil. O ana tanıklık eden herkes arasında.

Bizim nikâhımızı ne bir din, ne de bir devlet adamı kıydı. Ailemizle dostlarımızın önünde, bu hayatta yan yana duracağımıza dair birbirimize söz verdiğimiz töreni bizi tanıştıran dostumuz Aisha yönetti. Annemle babama göre nikâhın devletler tarafından tanınan resmi bir tarafı bulunmaması kaygı vericiydi ama dünyanın en güzel noktasında gerçekleşen törenimiz bizim için yeterliydi. (Bürokratik sebeplerden dolayı birtakım defterlere de imza attık sonra. )

O sözü verdik diye erdik mi muradımıza? Çıktık mı kerevetimize?

Hayır.

İkimizin de bilmediği sularda ilerleyen bir gemi olan evlilik kurumunun her gün yeniden yeniden yapılan anlaşmalarda büyüdüğünü, zenginleştiğini anladık sadece. Kavgaların o kadar kötü şeyler olmadığını öğrendik. Muradına ersen de eski kaçış kalıpları bulduğu her çatlaktan pırtlayacakmış. Çamaşır makinesinden çıkan şeytan benimle konuşmaktan hiç vazgeçmeyecekmiş. (Ona uymak ya da uymamak benim vereceğim bir karar.) Dünyanın en harika kadını/erkeği de olsa eşimiz, sorunlar sürecek ama krizlerden şaşırtıcı bir dürüstlük ve çözüm çıkacakmış. Zaten sorun bende ya da ötekinde değil, ikimizin birden oluşturduğu dinamiğin kuşaklar ötesine dayanan kural ve inançlarında saklıymış. Kendimize ve ailemize bakmadan, içimizdeki huzursuzluğu temizlemenin imkânı yokmuş. Ama bu içe bakışta tek başına olmak da yetmezmiş çünkü ancak ötekinin aynasında görürmüş insan kendi suretini.

Keramet her müminde harikulâde bir halin meydana gelmesi demekmiş.

Kimse seni tamamlayamaz, iki yarım insan bir araya gelince bir tam insan etmezmiş.

Keramet de zaten iki yarımın eriyip birbirine karışmasında değil, iki tamam insanın toplamında saklıymış.

KD © 2013 Her hakkı saklıdır. Sitedeki yazılar izinsiz ve kaynak belirtmeden başka yerde yayımlanamaz. Ancak yazıları yazar ismi ve kaynak belirterek ya da dergiye link vererek paylaşabilirsiniz.

Hayatı Münazara Gibi Yaşamak

Foto: Kokia Sparis
Foto: Kokia Sparis

Bu sabah erkenden yollara düştüm.  Normalde sabahları pek uğramadığım bir yere, şehir merkezine doğru yola çıktım. Arabaların üstünü katlayan kırağı katmanı bugün artık kendisi için kar tabirini kullanabileceğim bir kıvama varmış. Şehir merkezinin sokaklarında sadece evsizler dolanıyor. Malum cumartesi sabahı, daha saat 8 bile değil.  Bankalar, iş merkezleri, alışveriş sarayları henüz kapalı. Evsizler, geceyi geçirdikleri parklarda, banklarda, kütüphanenin devasa merdivenlerinin basamaklarında, uyku tulumlarının içine büzülmüş yatıyorlar. Bazıları sıcak çorba ve kahve veren sığınakların önünde kuyruğa girmiş bile. Benim bir kahve içmek için oturduğum kafenin köşesinde de hırpani kılıklı bir yalnız adam, gözlerini boşluğa dikmiş karton bardaktan kahvesini yudumluyor. Bir diğeri ile otobüs durağında biraz sohbet ettik.  Sözlerle değil de jestler ve tebessümle. Ne söylediğini hiç anlamadım çünkü. Sert buruşuk yüzünde parlayan mavi gözlerindeki deliler özgü o pırıltılardan cesaret aldım, bana sorduğu soruyu bir kaç defa tekrarlattım. Nafile. Sonunda omuz silkip, ingilizcemin yeterince iyi olmadığını söylemek zorunda hissettim kendimi. Ondan sonra iletişim sadece gülümseyerek devam etti.

Uzmanlar, konuşmanın iletişimin sadece yüzde beşini oluşturduğunu söylüyorlar. Benim gibi en çok yazarak iletişim kurabilen birisi için moral bozucu bir veri bu, eğer ki doğruysa. İletişimin geri kalan yüzde 95’i  ses tonumuz,  yüz ifademiz, beden dilimizle  sürdürülüyor(muş). Konuşarak, yazarak yani sözleri kullanarak iletişim kurduğumuz o yüzde beşlik payda bile iletişim, sözlerin içeriğinden çok, konuşanın üslubu ile şekilleniyor.  Konuşurken (yazarken) hangi kelimeleri seçiyoruz? Bazı kelimler tabiatları itibarı ile olumsuz bir ton taşıyorlar. Karı ve herif mesela. Karı ve herif kelimelerini sevdikleri insanlar için kullanan tanıdıklarım var. Farketmeden bir olumsuzluk, bir sevgisizlik ifade ettiklerinin farkındalar mı? Sonra bunların daha masum versiyonları da var: Surat gibi, kafa gibi. (yüz ve baş yerine kullanılan). “Kadının suratı” ile “Kadının yüzü” arasındaki farkı hissediyor musunuz? Biz öğrencilerimle olumsuzluk hissi taşıyan masum kelimeler avına çıkarız sık sık. Sonrasında dilimizi onlardan arındırmak amacıyla. İsterseniz siz de avımıza katılın, varsa aklınıza gelen bu tip kelimeler bana yazın.

İletişimin yüzden beşini oluşturan konuşmanın sadece bir parçasını oluşturan üsluptan bahsediyorum. İletişimin böyle minicik bir yüzdesi hayatlarımızı ne ölçüde etkiliyor olabilir? Şiddetsiz iletişim uzmanlarına soracak olursanız, sağlıklı ilişkilerin sırrı üslupta gizli. “Sen beni üzdün”, “Benim hiç suçum yok!” “Değişmeni istiyorum” gibi cümleler yerine kullanılan: “Kendimi üzgün hissediyorum” “Bu sorunun oluşmasına benim nasıl bir katkım oldu?” ya da “Bu konudaki tavrını değiştimeyi düşünür müsün”ler iki insan arasındaki yıkıcı ilişki/iletişimi dönüştürebilir.  İçerik aynı kalsa bile, üslup bizi başka bir zihniyete taşıyabilir.

Geçen yazıda mütemadiyen eleştirme alışkanlığımızdan bahsetmiştim.  Gelen yorumlar ışığında “eleştiri” kelimesini biraz daha açma ihtiyacını duydum. Çünkü Bombacı Mülayim (returns)in yorumunda belirttiği gibi, eleştiriye karşı tahammülsüzlük derinlerdeki suçluluk duygusunun göstergesi. Eleştiriye tahammülsüzlük sadece suçluluk duygusu değil, aynı zamanda derin bir utanç ve aşağılık kompleksinin de işareti. Eleştirmeyi bilmeden bir zihin, yine yorumda da belirtildiği üzere, dogmaya ve yapay olana inanmaya mahkumdur.

Akılcı, yapıcı, diğerini ezme gayreti değil de doğruyu araştırma niyeti ile yapılmış eleştiriye hepimizin ihtiyacı var. En azından gelişmek, büyümek, potansiyelimize varmak istiyorsak.  Bunun yanısıra bir başka eleştiri türü var.  Akıldan değil duygulardan kaynaklanıyor. Sahici bir merakla değil de sataşma amaçlı yapılıyor. Düşünmeye, ihtimallere alan açmaktan çok, aceleci hükümleri ile yaşamı daraltan bir tip eleştiri. Gözlemin değil tepkinin sonucu yapılan hırçın tabiatlı yorumlar. Benim geçen yazımda “eleştirdiğim” eleştiri türü buydu. Okulda öğrendiğimiz tabiri ile “yıkıcı eleştiri”.

Hayatı münazara gibi yaşamanın müthiş yorucu bir tarafı var. Bir başka yorumda belirtildiği gibi her duyduğumuza cevap verme telaşı, gereksinimi gibi yorucu, yıpratıcı bir şey.  Gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz herşey ve tanıştığımız her insan, içine düştüğümüz her durum bir bir fikir sahibi olmak zorunda değiliz. Gerçekten. Fikir bazen gerçeği örter. Önyargı gibi. Derhal bir takımda yer almak zorunda da değiliz. Hisler telaşsız gelişir. Hele bir onlara yer açalım, düşünce ondan sonra gelsin. Yapıcı eleştiri ondan sonra gelsin.

Bizim Bey beni telaşla birilerine cevap yetiştirmeye çabalarken yakalarsa hep şöyle der:

“Haklı mı olmak istiyorsun, mutlu mu Defne?”

Bu soruyu duyar duymaz, kendi kafa dırdırımdan ne kadar yorulmuş olduğumu farkederim. Tepkisizliğin boşluğunda sadece ihtimallere değil, anlayışa ve huzura da yer açılır. Hayat -ve beraberinde göğüs kafesim- daralacağına, genişler. Hırçın tabiatım dingin sularda dinlenir.

Geshen Kaufmann utanç duygusu için “ruhun hastalığı” tabirini kullanır.  Bradshaw’a göre utanç bütün işlevsiz ilişkilerin ve hatta şiddetin temelinde yatan duygudur. Utançtan aşağılık kompleksi, suçululuk, saldırı, yetersizlik, güvensizlik duyguları doğar. Eleştiriye tahammülsüzlük ve mütemadiyen birilerini /birşeyleri karalamak (hah! bu kelime duruma cuk oturdu) da o çok derinlerde saklı utancın izdüşümlerinden biridir sadece.

Yarın buradan devam edeceğiz…

Yüreklendiren ve kafa açan yorumlarınız için hepinize teşekkürler!

Defne

Üzülmek Yasaktır!

Photo: Aisha Harley
Photo: Aisha Harley

The Trouble is You think You Have Time

-Jack Kornfield

 

Ve işte nihayet üzüntü hakkında bir şeyler yazmak üzere karşınıza geçtim.

Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilince çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedendeki hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve keder bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten dolayı onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar, şiirler düzmüyoruz. Daha basit bir şey üzüntü, daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alanı da pek bir dar zaten, diyoruz. Sanki.

Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Üzüntü belirir belirmez onu geçirmeye, yok etmeye “iyi”leştirmeye öyle odaklıyız ki kendisiyle doğru dürüst tanışamıyoruz bile. Daha çok aşina olduğumuz duygularımız var. Mesela endişe ve öfke. Bunlar üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz body-guard duygular bence.

Bir örnek vereyim:

İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzelerim ve oldum olası hazmedemediğim (sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun, demişti bir kez Zhander Hoca) beyaz pilavdan oluşan akşam yemeğim sonrasında mide kramplarıyla iki büklüm kıvranıyorum. Ağzımdan nefesler alıyorum, karnımı gevşetiyorum, ovalıyorum, yok hiç bir şey işe yaramıyor. Kramplar canımı alıyor. Öyle fenayım. Tek istediğim sırt üstü yatıp karnıma Digest Zen (sindirimi sağlayan mucizevi bir yağ karışımı) masajı yapmak. Ama gelin görün ki dışarıdayız. Sebzeleri, pilavı bir lokantada yemişiz, eve dönmek gerek.

Çoğunuz biliyorsunuzdur bizim Bey’in bacakları tutmuyor. MS hastalığı yüzünden tekerlekli sandalye ile hareket ediyor. O kramp arası onu arabaya, tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirdim. İnleye inleye eve sürdüm. Sonra yine tekerlekli sandalyeyi, arkasından bizim Bey’i arabadan çıkardım. Beraber bizim daireden içeri girdik. Kendimi hemen yatağa atacağım. Olmadı. Bey’in bir kaç başka şey için de bana ihtiyacı oldu. Tuvalete gitmesi, ayakkabılarını çıkarması filan gerekiyor ve normalde bütün bu işlerini benim yardımımla yapabiliyor. Her akşam yaptığım bu işler, o kramp anında birden gözümde müthiş büyüdü ve birden hiç beklemediğim bir üzüntü dalgasıyla sarsıldım. Gözlerim doldu. Onu orada bırakıp yatak odasına geçtim, yatağa uzandım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Ben çocukluğumdan beri çok ağlarım. Severim de ağlamayı. Rahatlatır, hatta güçlendirir beni akıttığım göz yaşları. Sırt üstü yattığım yerde birazcık ağladım, sonra baktım yavaş yavaş tanıdık bir duygu beni sarmalamaya başlıyor. Kim o? Öfke tabii ki. “Niye buradayız Allah aşkına» diye soruyor tıslaya tıslaya «Dünyanın bu ücra köşesinde bize yardım edecek kimimiz kimsemiz yok? Ne işimiz var bizim burada?» İç ses değil kocakarı mübarek. Öyle söyleniyor!

O söylendikçe benim gözyaşlarım kuruyor ve hedef bulmuş öfkem (bizim Bey)  oklarını bilemeye başlıyor. Tuvaletten kalkıp yanıma geldiği an başlayacağım fırlatmaya. Sırf o rahat ediyor diye dünyann bu uzak köşesinde, ailelerimizin desteğinden mahrum yaşıyoruz. (yanlış ama o anda takan kim?) Hep onun yüzünden. Tuvaletten gelmesini bile beklemeyeceğim. Şimdi hemen odadan banyoya bağırabilirim. Dilimi iyice sivriltmiş suçlamayı odadan banyoya yollamak üzereyken, içimden bir ses, ses de diyemeyeceğim, bir el beni durdurdu.

«Bir dakika durur musun?” dedi yumuşak el/ses. «Sen biraz önce ağlıyordun hani. »

«Evet, ne olmuş?»

«Ne hissediyordun ağlarken?»

«Ağlıyordum çünkü burada herşeyi ben tek başıma yapmak zorundayım! Oysa… »

«Yok, yok, neden ağlıyordun demedim. Ne hissediyordun, diye sordum. Sebepleri düşünmeden önce, hangi duygu ile kendini yatağa atmıştın?»

«Ü-ü-üzgündüm.»

«Hımmm, peki şimdi? Öfkenin perdesini kenara çekecek olursak?»

«Halâ üzgünüm.»

«İzin verir misin?»

«Neye?»

«Üzüntüyü yaşamana, öfkeye, endişeye kaçmadan, üzüntüyü iyileştirmeye çalışmadan orada durmaya. Bir denemek ister misin?»

Bu benim için çok zor bir şey. Üzüntüye izin vermek. Bradshaw’ın Aile Kurallarını bir kısmınız duymuşsunuzdur belki. İleride bu konuda daha çok yazmak istiyorum. Şimdi kısaca ne olduğunu anlatayım: Hepimizin bilinçaltına ve davranışlarına sızmış bir takım aile kurallarımız var. Bir uzman tarafından mercek altına alınmadığımız takdirde kolay kolay kendi başımıza keşfedebileceğimiz kurallar değil bunlar. Bilincimizin altına, üstüne ince ince yerleşmiş kurallar. Kuşaklar boyunca ailemiz bu kuralları, değerleri ve inançları içselleştirmiş, dünyayı o kuralları merceğinden algılamaya şartlanmış ve kuralları farketmeden sonraki kuşaklara geçirmiş.

Bradshaw’a göre en güçlü aile kuralları insan olmak ve hayatın anlamı ile ilgili olarak ailemizden öğrendiğimiz değer yargıları.

Anlamlı bir hayat yaşamak için…

Gerisini siz nasıl dolduruyorsanız o sizin en temel aile kuralınızı belirliyor.

Anlamlı bir hayat yaşamak için insanlığa faydan dokunmalı

Anlamlı bir hayat yaşamak için kendi mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın

Anlamlı bir hayat yaşamak için başkalarının mutluluğunu herşeyin üzerinde tutmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için bir aile kurmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için ülken için canını vermeye hazır olmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için çalışıp, ekmeğini kazanmalısın.

Anlamlı bir hayat yaşamak için ailenin ne pahasına olursa olsun korumalısın.

Bu en temel aile kuralı. Hepiniz kendi inançlarınıza bakarak aile kuralınızı bulabilirsiniz. (Yogada karma kırmak denen şey de işte bu kuşaklardır sorgulanmadan aktarılan aile kuralını keşfedip kendini ve sonraki kuşakları o kuraldan özgürleştirmek anlamına geliyor. Bu konuya da bir sonraki yazıda değinelim.)

Hayatın anlamına dair taşıdığımız temel kuralının yanısıra, o temel kuraldan çıkarak dallanıp budaklanan başka bir dolu aile kuralı var. İşte bazıları:

  • Aileyi «dışarıya» karşı küçük düşürecek durumları «dışarıdan» gizleyeceğiz. (Ensest, aldatma, iflas, homoseksüellik konularını asla –kendi aralarında bile- konuşmayan ailelerin kuralı)
  • Bütünün devamı, bireyin mutluluğunun üstündedir. (Bütün ıstıraba rağmen boşanmayan karı-kocaların kuralı)
  • Ailenin onuru bireyin  hayatından daha değerlidir. (Oğullarını kız kardeşlerini öldürmeye kandıran ailelerin kuralı)

Ve daha küçük kurallar:

  • Öfke sadece babanın hakkıdır. Çocukların ve annenin öfkelenmesi yasaktır.
  • Çocukların aile kararlarında söz hakkı yoktur.
  • Çocukların konuşma hakkı yoktur.

Ve bunların yansıra:

  • Ailemiz sınırları içinde  Üzülmek Yasaktır.

Kulağa saçma gelen bu son kural çoğumuzun ailesinde geçerli aslında. Bizim ailede bu kural hala geçerlidir mesela. Bilerek isteyerek yeniden üretmiyoruz kuralı, kendi ana-babamızdan takdir ve sevgi görmek için uyduğumuz, daha sonra da içselleştirip en sonunda kendi çocuklarımıza aktardığımız bir inanç/davranış kalıbı bu. Bunca bolluk ve saadetin içine doğmuş bir çocuğun hayatından şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya ve üzülmeye hakkı yoktur. Allah’ın gücüne gider. (çocukken en çok başıma bu gelecek diye korkardım.) Çocuklar özellikle, ama genelde herkes, aile sofrasında neşeli, konuşkan, «cıvıl cıvıl» olmalı, üzüntülerinden bir hamlede sıyrılmayı bilmelidirler.

Bu tip bir ailede büyüdüyseniz büyük olasılıkla üzüntü denen duygu belirdiği anda bir diğer duyguyu tetikliyordur: Suçluluk duygusu. Suçluluk duygusu, adı üstünde bir suçluyu gerektirir. Kendimizi suçluyorsak buradan endişe doğar.  Kendimizi suçlamıyorsak bir başka suçlu bulmamız icab eder. İlk hedefi bulduğumuz anda suçluluk duygusu kendini öfkeye bırakır. (Benim sırt üstü yatarkenki halim. )

Öfke ya da endişe, üzüntüyü kışkışlasın diye salıverdiğimiz nispeten kolay, anlaşılır, aşina olduğumuz duygulardır. Aile içinde yasaklanmamışsa kolaylıkla sizi yanlış yere yönlendirebilirler. Tuvalette oturan bizim Bey’in halini düşünün. Karın kramplarından mustarip karısı önce hıçkırıklara boğulup mekanı terk ediyor, iki dakika sonra yan odadan saldırıya başlıyor. Ortada fol yok yumurta yokken –bir de yanlış yere- suçlanıyor adam. Niye? Çünkü karısı üzüntüyü tanımadığı gibi orada duramıyor. Kaçması gerek üzüntüden. Çünkü onun kafasında üzülmek yasaktır.

Öfkemi ona yönlendirip (senin yüzünden ben böyle kötü hissediyorum kendimi) saldırınca ben üzüntüyü yaşamaktan kaytarmış olacağım o kesin. Ama bizim ilişkimize ne olacak? Çiftlerin başına çok gelen bir durum bu. Bizim aramızda bir çatlak oluşacak. Onarmazsak ve başka saldırılarla derinleştirirsek günü geldiğinde ilişkimizi çat diye ikiye ayıracak bir çatlağa sebebiyet verecek benim hedefini şaşırmış öfkem.

Ama yok, işte öyle olmadı bu sefer. Ki karma kırmak (bir sonraki yazımızın konusu) böyle bir şey. O ses/el konuşunca (yogayla uyanan bir kaynaktan uzanıyor o el) ben bir durdum. Durdum çünkü biliyorum. Devam ettiğim Transpersonel Psikoloji eğitiminde Bradshaw’un Aile Kuralları konusunu yeni işledik ve her birimiz kendi aile kuralımızı keşfettiğimiz egzersizler yaptık. Benimki «Βu ailede üzülmek yasaktır. Takdir ve sevgi istiyorsanız aile meclislerimize üzüntülerinizden arınarak geliniz. » çıktı.

Bu bilgiyi daha yeni öğrenmiş olduğum için durdum. Kendimi öfkeden çekip üzüntünün merkezine geri taşıdım. Ve orada ne oldu biliyor musunuz? Arka planda çalışan ama çok alıştığınız için artık sizi ne kadar rahatsız ettiğini unuttuğunuz bir makina birden susunca bir sessizlik, bir huzur yayılır, oh be dersiniz ya…Hah, işte aynı öyle oldu. Öfkeden güç alan ses susunca, üzüntünün ortasında yatan ben kendime acımadan, bir bilimkadını sesiyle durumu banyodaki Bey’e rapor ettim:

«Çok üzgünüm.»

***

Bu konu burada kalmaz, haklısınız. Karma kırmak, aile kuralları, üzüntüye izin vermek…Hepsi devam edecek. Yogadan sonraki ilk yazda bunların hepsine yer var. Yarın yine gelirim. Hoşçakalınız.

BAĞIMDAŞLIĞA SON

Bey çantasını dün yemek yediğimiz lokantada unutmuş. Bugün ancak akşam 4’de aklımıza geldi. Almaya gittim. Telefon, içindekiler ile tastamam cüzdan, fotoğraf makinesi, bir kurabiye yarısı hepsi aynen duruyor.

Aklıma bizim düğün partisini yaptığımız kır lokantasında unutup da  ertesi gün almaya gittiğimiz vazolar geldi. Yirmi küsur vazodan geriye üç tanesi kalmıştı. Diğerlerinin hepsi talan edilmiş. Bir tane vazoya derhal süs balığı konmuş ve vazo ofise taşınmış. Aramızdan biri bir torba unutmuş. İçi sadece ıvır zıvır ama manevi değeri olan ıvır zıvır. O torbadan da eser yok. Eser olmadığı için sert bir inkar ile karşılaşıyoruz. ”Yok öyle torba morba unutulmadı”. Sanki unutan taraf biz değiliz? ”Vazo filan da yok burada!”

Şimdi  kötü sosyoloji  yapıp da burada böyle, bizde niye öyle sorularına  genel geçer yanıtlar aramayacağım. Aklıma geldi yazdım.

***

Bey’in çantasını boynuma takmış lokantadan dönerken, codependency’nin türkçesi ne ola ki acaba diye düşünüyordum. “Diğerine bağımlılık” gibi bir şey olabilir. Veya ”ilişki bağımlılığı”.  Nil Gün Hanım’a yazıp sormak geldi aklıma. Kadını rahatsız etmeden evvel bir google’ı yoklayayım dedim. Ve ta ta ta! Kuraldışı Yayınevi araştırmalarım için kullandığım  No More Codependency‘yi türkçeye tercüme etmiş ve yayınlamış bile. Taaa 1996 yılında.  Kitabın adı: Bağımdaşlığa Son. (Yazar Melody Beattie, tercüman Ayfer Çelebi, Kural Dışı Yayınları, 1996) 

Bağımdaşlık sözcüğünün  “diğerine bağımlılık”a nazaran daha tatlı bir tınısı olduğu kesin. O halde bağımdaşlıktır konumuz.

Codependecy’nin tercümesini düşünürken aklıma bir de ”bağımlıya bağımlılık” gelmişti ama bu terim bahsi geçen rahatsızlığı ancak kısıtlı olarak tanımlayabiliyor.  Alkol, uyuşturucu, seks, kumar bağımlılığı olan insanlara bağımlı olmak elbet codependency durumuna örnek teşkil ediyor ama codependecy (bağımdaşlık) sadece bağımlıya değil, gün içinde ilişkiye girdiğimiz bütün insanlara ve onların bizim hakkımızdaki fikirlerine bağımlılık.

Örnek: A kişisi bu sabah kahveye gidiyor. Bir yılı aşkın zamandır uğramadığı bir kahve burası. Kahvenin yakışıklı baristası sıcak bir tebesüüm ile A kişisine şehre ne zaman döndüğünü soruyor. Kişi 3 aydır şehirde olduğu halde bu kafeye bir defa bile uğramadığı için bir suçluluk duyuyor ve ”hımm, dur bakayım, döneli bir iki hafta oldu” deyiveriyor. Konuştuğu -ve günde yüz kişiye kahve servisi yapan- baristayı hayal kırıklığına uğratmak istemiyor. Bu yüzden yalan söylüyor. Böylelikle sadece baristanın duygularını kendice tahmin etmekle kalmıyor (benim onların kahvesine gelmediğimi duyarsa üzülür) bir de kendini o duyguları manipüle edebileceğini düşünüyor. (o halde ona küçük bir “beyaz” yalan söyleyerek hayal kırıklığını engelleyebilirim).

Bu tipik bir bağımdaşlık durumu.  Fark ettiyseniz  A kişisi son derece bencil ve kendine odaklı yaşıyor, düşünüyor. Üstelik bunun farkında da değil. Çünkü neden baristadan gerçeği sakladığını soracak olursanız muhtemelen size, “ayıp olmasın, çocuk bozulmasın” diye cevap verip, kendini değil sadece o diğer insanı düşündüğünü iddia edecektir.

Aslında tek bir motivasyonu var:  Baristanın kendisini beğenmesini, takdir etmesi ve eleştirmemesi. Hakkında hayırlısı…

***

Bağımdaşlık sağlıksız bir ilişki kurman biçimi. Bağımdaşlık etkisinde kurduğumuz ilişkilerde ya aşırı pasif davranıyoruz ya da aşırı derecede birilerine bakmak, onların işlerini üstlenmek eğilimindeyiz. Karşılık istemediğini söyleyerek durmadan veren insanlar aslında bu vermenin karşılığında mütemadiyen takdir ve beğeni bekliyorlar. Verdiklerinin karşılığında ne beklediklerini net ifade edemedikleri için de onlarla ilgilenmezseniz, küsmek gibi pasif agresif davranışlar sergiliyorlar.

Küsmek tam bir bağımdaşlık hareketi. Bozulmak, trip atmak, surat asmak bunlar da hep karşımızdaki kişiden ne istediğimizi ifade etmek yerine o istediğimizi hile ve cebren elde etme yolları. (Küsen arkadaşlara zerre kadar tahammülüm olmaması aslında kendi bağımdaşlığımdan ama bu konuya daha gelmedik.)

Bağımdaşlık, ilişkilerimize ve hayat kalitemize ciddi biçimde zarar veriyor. Bağımdaşlık ilişkilerinde kendi iyiliğimiz ve ihtiyaçlarımızı sonuncu plana alıyor ve bir başkası için saçımızı süpürge ediyoruz. (sözde) Ama aslında yine tek motifimiz var o insan tarafından takdir görmek ve -Allah muhafaza- rededilmemek. Zaten bu rahatsızlığın en belirgin özelliği devamlı olarak diğerlerinin takdirini kazanmak veya reddinden kaçmak düzleminde davranışlarımızı belirlememiz. Bu düzlemde hareket etmek için yalan, inkar, uydurukçuluğa başvurabiliyoruz. (Bu arada beyaz yalan diye bir şey yok. Yalan is yalan. Ya doğruyu söylüyoruz ya da doğruyu söylemiyoruz. Bunun arasında bir durum yok. )

Bağımdaşlık bu kadar ile de sınırlı değil. Ama şimdilik bu kadar bilgi yeter. Sizi şimdi bir takım tipik bağımdaşlık belirtileri ile başbaşa bırakıyor ve Yunanca dersime yollanıyorum.

Bağımdaşlıktan bağımsız günler dileği ile…

Foto: Aisha Harley

***

Benden bir şey rica edildiği zaman yapmamam gereken bir şey olsa bile, hayır demekte zorlanıyorum.

Başkalarının dertlerinden kendimi sorumlu hissediyorum.

Kendimi şımartmakta zorlanıyorum. Bencilce bir şeymiş gibi geliyor.

Başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak kendi ihtiyaçlarımı karşılamaktan önce geliyor.

Diğer insanların takdiri kendimi kabullenmeme yardımcı oluyor.

Yaptığım bir şey başkalarınca eleştirilince kendimi yenik düşmüş hissediyorum.

Hatalarım dile getirildiğinde hemen savunmaya geçiyorum.

Beğeni topladığım alanlara enejimi fazlasıyla veriyorum.

Kendimi iyi hissetmek için kendimi diğer insanlarla mukayese etmem gerekiyor.

Derinlerde bir yerlerde kendimi beğenmediğimi biliyorum ama bunu başkalarından saklıyorum.

Sinirim bozulduğunda bu durumdan etrafımdaki insanları ve koşulları sorumlu tutuyorum.

Bana zarar veren ilişkilerden çıkmakta zorlanıyorum.

Sağlıksız ilişkilerimi sürdürebilmek için bazen değerlerimi ve inançlarımı feda ediyorum.

Kendi kendime beceremediğim şeyler için yardım isteyemiyorum.

”Ben yapmazsam, kim yapacak?”diye düşünüyorum.

Yeni bir şey deneme fikrine karşı verdiğim ilk tepki genellikle olumsuz oluyor.

***