Pek kıymetli hocam Zhander Remete kitabında yogayı “ruhu ruh olmayan her şeyden ayrıştırma sanatı” olarak tanımlıyor. Bu sabah İstanbul’daki öğrencilerimle telefon üzerinden sürdürdüğümüz bir sohbet sırasında bu konu gündeme geldi. Mesajlar vasıtası ile o kadar çok şey konuştuk ki sanırım sohbetimizden bir yazı çıkacak.
Konu korkuların, şüphelerin, varsayımların gölgelediği aşk ve iş ilişkilerinden açıldı. İlişkiler kendimize, hayata veya varoluşa dair keşiflerimiz sırasında bize ayna tuttukları, kör noktalarımızı aydınlattıkları için yogada (ya da diğer mistik sistemlerde) önemli yer tutar. Evliliğimizin gidişatından korkuyorsak, sevgilimize güvenmiyorsak, beraber çalıştığımız insanların mütemadiyen arkamızdan iş çevirdiklerinden şüpheleniyorsak ne yapacağız?
Bu tip sorular genelde karşımızdakinin davranışından değil, dünyaya ve insanlara şüphe ve kaygı lensinden bakmaya meyilli olanın kendi zihnimizden kaynaklanıyor. Buradan en kolay değil ama en kısa çıkış yolu karşımızdaki insan ile konuşmak, ona kendi içimizi açmak. Konuşmak derken suçlama/saldırı tonunda değil de kendini ifade etme gayreti ile girilen bir sohbeti kastediyorum. Saldırı/suçlama tonunu kontrol altında tutmanın en kolay yolu ben ile başlayan cümlelerin senle başlayan cümlere oranına bakmak. Gayemiz kendi kaygılarımızı en saf haliyle ifade etmek ise cümleye “sen şöyle yaptın” ile değil “ben böyle hissediyorum” ile başlamak daha mantıklı ve karşılıklı iletişimin sürmesi için daha verimli bir seçenek. Nitekim “sen” ile başlayan her cümle karşımızdakini bizi dinlemek yerine kendi savunmasını hazırlamaya sevk ediyor.
İnsanın kendi hislerini, kaygılarını, korkularını karşısındaki insana anlatırken saldırı/suçlama tonundan arınması ilk adım ise ikinci adım kendini ifade sırasında öz tahlillerden kaçınmak. Tahlil aslında iletişime pek bir şey katmıyor. Hatta bizi bağ kurmaktan alıkoyuyor bile diyebiliriz. “Ben kendimi böyle hissediyorum, bundan korkuyorum, sana şu açıdan ihtiyacım var gibi” cümleleri “çünkü” takip ettiği anda tahlile başlıyoruz. Neden tam kendimizi anlatırken durumumuzu analiz etmeye girişiyoruz? Belki bir kaçış, belki bir endişe kıvılcımını önleme, haklı çıkma ya da karşımızdakine kendimizi, beğendirme, onaylatma çabası.
O halde samimi bir kendini ifade edişin ilk şartı cümleyi “ben” ile başlatmaksa ikincisi de çünkü’süz sürdürmek olabilir mi?
Samimi ilişkilerin (sevgili, eş, iş arkadaşı, aile ferdi ya da dostluk ilişkileri) önündeki bir diğer engel karşımızdakinin tepkisini kontrol etmek isteyişimiz. İçinde kesinlikle kötü niyet barındırmayan bu istek ilişkilere ve iletişime en fena darbelerden birini vuruyor. Karşımızdakini kırmamak/üzmemek/kızdırmamak için söylemediğimiz söyler hem samimiyetten hem de huzurumuzdan yiyor. Bu durumun özellikle romantik ilişkilerde “ben sana söylemesem bile sen benim buna ihtiyacım olduğunu anlayıp, bana bu istediğimi vermelisin” gibi kangrenimsi tezahürleri görülebiliyor. Maalesef çok sevdiğimiz yavuklu bir medyum değil ve ihtiyaçlarımızı kendi ağzımızla ona her seferinde (evet bir kere değil, her sefer) söylemedikçe onun leb demeden leblebiyi anlamasını beklemek birazcık zalimlik.
Karşımızdakinin tepkisini kontrol altına almaya çalışmak, yani üzülmesin, kırılmasın, kızmasın diye titizlenip lafımızı yutmak ya da sözcüklerimizi cımbız ile ayıklayarak söylemek ilişkiye iki koldan zarar veriyor. Birinci karşımızdaki kişiye tepki vermesi için alan bırakmamış oluyoruz. Gayrı ihtiyari ona diyoruz ki “ben senin ne tepki vereceğini zaten biliyorum. O yüzden de düşüncelerimi (dertlerimi, hayallerimi, kaygılarımı, korkularımı) kendime (senden) saklayıp sana başka (seveceğini/beğeneceğini tahmin ettiğim) bir yüzümü göstereceğim.”
Bu düşünce/davranış zinciri karşımızdaki sevgilinin (ya da patron-fark etmez) bizim tahminimizden farklı bir yanıtı olabileceği ihtimalini baştan iptal ediyor. İlişkiyi bizim varsayımlarımızdan ibaret ve meraktan yoksun bir gerçekliğe (yanılsamaya) indirgiyor.
Ama neden ötekinin tepkisine aldırmaksızın içimizden geçeni söyleyemiyoruz?
Neden sahi?
Bu sorunun cevabı için dikkatimizi karşımızdaki insandan çekip kendi içimize bakalım. Kolay değil, değil mi? Karşımızdakine odaklanıp, “ben ona içimden geçenleri söylerim ama o beni anlamaz ya da kırılır, üzülür, kızar, beni bırakır, işimden kovar,” lara dikkatimizi vermek, enerjimizi bu kaygıların peşinde sarf etmek hem kolay hem de daha aşina olduğumuz bir durum. O yüzden aklımız ilk evvela oraya gidiyor. Ötekine yani. Kendimize değil.
Oysa bir durup düşündüğümüzde, “Sahi ya neden ben içimden geçenleri samimi bir şekilde şu karşımdaki insana söyleyemiyorum?” diye sorduğumuzda samimi bir ilişki için ötekine değil kendi içimize bakmanın tek yok olduğunu görüyoruz. Burada şöyle bir durum ortaya çıkabiliyor: Kendimizden öyle kopuk olabiliriz ki ne hissettiğimizi ararken yine ve tekrar tekrar odağımız ötekine veya durum tahliline kayar. Ya da alışkanlıkla karşımızdakine değil ama bu sefer kendimize saldırı/suçlama tonu ile yaklaşırız ki bunların hepsi egonun içeriye odaklanmadan kaytarma yöntemleri sayılabilir. Nihayet egodan paçayı kurtarıp sıkıntının köküne baktığımızda karşımıza bilin bakalım kim çıkar?
KORKU.
Benim hakkımda ne düşünecek? Onu üzecek miyim? Kızdıracak mıyım? Ne yaparsam beni sevmesini/beğenmesini sağlayabilirim/sürdürebilirim?
İçinde hep korkuyu barındıran bu sorulara sarf ettiğimiz inanılmaz miktardaki enerjiden bizi bitiriyor.
Burada korkuya sorabileceğimiz bir kaç soru var: Ne olur? Ne olur sana kızarsa? Seni beğenmemesi ne anlama gelir? O seni onaylamazsa sen neye dönüşürsün? Başarısız olursan ne hissedersin?
Korkuyu bir varlık gibi karşınıza alıp bunları kendisine sorun. Çok ilginç ve beklenmedik cevaplar alacağınıza eminim. Ayrıca korku başta çıkmaz sokak gibi görünse de bu sorularla çözülüp size yepyeni bir yol da açabilir. Korkuyu son durak diye düşünmemek lazım. Korkudan sonra bir durak daha var:
CESARET.
Ego (ya da zihin) devamlı olarak kendimiz ve dünya hakkında bir yanılsama yaratıyor. Bu yanılsamadan yola çıkarak kurduğumuz ilişkilerin kriz anlarında sadece saldırı/suçlama moduna geçiyoruz. Samimi ve sağlıklı ilişkiler ben’de başlayıp biz’de biten çünkü’süz cümlelerden oluşan sohbetlerle kurulabiliyor. Bu sohbetlerde insan kendini ifade etme şansını ve ötekini dinleme imkanını buluyor.
Bu arada son bir not: Kendini ifade etmek demek, zihin gevezelikleri (bu terim sevgili editörüm Çağlayan Erendağ tarafından sınıfa hediye edildi) ile karşımızdakini boğmak anlamına gelmiyor. Bizim sorumluluğunuz “esas ben” in sesini egonun sesinden ayrıştırıp esas ben’den konuşmayı öğrenmek. Esas benin keşfi ise tek başınalık anlarında, yoga ya da psikolojik danışmanlık seanslarında geliştirebileceğimiz bir pratik.
Özümüzde gizli ışığın kaynağı, esas ben’i egonun, zihnin gölgelerinden arındırıp, hayatı oradan yaşamak… Bütün çabamız bunun için değil mi zaten?
“Özümüzde gizli ışığın kaynağı, esas ben’i egonun, zihnin gölgelerinden arındırıp, hayatı oradan yaşamak… Bütün çabamız bunun için değil mi zaten?” çok güzel ifade, çok güzel
Tam da bugün düşünceler içerisindeyken gelen yazı.. Ve şu da bir gerçek karşındaki kırılmasın diye ezilip bükülürken pek çok kez bir de utanmadan tepene çıkmasına sebep olursun..
*www.gozdeninmasaladasi.com *
*Gözde YAŞAR ALTUNBAŞ*
Sevgili Defne,
Yine yazıların içine kapanıp, kendimle yüzleştiğim şu zamanlara güneş gibi doğuyor. Sanırım benzer süreçler işledikçe yazıların da daha derin gelmeye başlıyor benim ruhuma doğru bir yol açılıyor. İçimde gördüklerim, şahit olduklarım senin kaleminden anlamlanıyor. Tüm bu süreçler ve derinleşme için Yaradan’a, ruhlarımıza ve tüm bilgeliğe, yogaya şükürler olsun. Namaste
Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim Güher!
Tam da zamanında okunan bir yazı, dokunan bir yazı. Sevgilerimler
Reblogged this on İnsanlık Hali.