
Anlayacağınız daha ilk günden yogayı çok sevdim. Ne yalan söyleyeyim, başlarda algıyı değiştirip bizi başka alemlere taşıyan uyuşturucu/uyarıcılar gibi görüyordum yogayı. Kafasını seviyordum yani. Gevşeme pozisyonunda yatarken gözlerimin önünde renkli ışıklar patlıyor, bedenim arı kovanı gibi titreşiyor, bağdaş kurup oturduğumuzda birbiri ardına kehanetler yağıyor, hafızamın en tozlu köşelerine saklanmış anılarım canlanıyordu. Yogadan sonra yüreğim bir hafiflemiş, olaylara bakışımda hafif bir sapma olmuştu. Öyle her hayal kırıklığında kendimi mağdur kişi olarak kurgulamıyordum mesela, varsa bir sorun, yarısı benden kaynaklanıyordur filan diye düşünmeye –hafiften- başlamıştım. En benden uzakmış gibi görünen anlaşmazlıklarda bile.
Ama esas değişiklik tepki vermeyi kesince oldu. Meğer ben her duyduğum şeye aktif olarak tepki vermeden duramıyormuşum. Sadece yogada değil, Budist çalışmalarda da kullanılan bir teknik bu. Hemen tepki verme. Bu tepki acele kendini savunmaya geçmekten tutun da, birini dinlerken durmadan başınızı sallamaya, hı-hı demenize kadar gidebiliyor. İlla ki de bir şey yapma, duruma hakim olma ihtiyacı yatıyor arkasında. Benimki tepki verme alışkanlığım meğerse had safhadaymış. Her söylenen söze verilecek bir cevabım olmalıymış muhakkak. Öne sürülen fikirlere ya katılmalı, ya da onları çürütmeliymişim. Kafam karşımdakini dinlemekten çok ona vereceğim cevapla meşgulmüş. Ve bütün bu tepki verme alışkanlığı meğerse ne kadar yorucuymuş.
Susan Cain, 20. Yüzyıl’da «Dışarıya nasıl bir izlenim bırakıyorum» sorusunun «Αcaba karakter sahibi bir insan mıyım?» sorusuna üstün geldiğinden söz ediyor kitabında. 20. yüzyılda artık ahlaklı, alçakgönüllü, dürüst özelliklere sahip olmak başarıya bağlanmıyor. Bu özelliklere sahip olsanız bile iyi bir «imaj» için bunlar yeterli değil. Karizmatik, sosyal, kendine güvenli, şakacı ve mücadeleci (tuttuğunu koparan) olmak başarının kapılarını tutuyor.
20. yüzyılın başarı kriterlerine bakarsanız bunların hepsinin aktif olarak dış dünyaya tepki vermek üzerine kurulu olduğunu fark edersiniz. İş görüşmelerinden «Εfendi adam»ın yerine «Karizmatik oğlan»ın başarıyla çıktığı dönem bu. Dışa dönük idealinin yüceltildiği dönem. Reklamın kalitenin yerini aldığı zamanlar… Susan Cain yaşadığımız devirde, televizyon ve sinema yıldızlarının bu kadar yüceltilmesini de bu Dışa Dönüklük İdealine bağlıyor. Kamusal görünürlüğünüz ne kadar artarsa o kadar başarılı sayılıyoruz. Ne söylediğimiz önemli değil. Yeter ki imajımız sağlam olsun.
Adam çok efendi ama kendini satmayı hiç bilmiyor=Adam başarısız.
***
Tayland’daki evimde hayatımda ilk defa televizyonsuz kaldım. O zamanlar internet sadece internet kafelere mahsus bir şey. Laptop bilgisayar bir lüks olarak görülüyor. Benim laptop bilgisayarımla seyahat edişim Yakışıklı Yaz Aşkı ile aramızda sürekli bir friksiyon yaratıyor mesela. Beni züppe buluyor. Ben ise durmadan mektup yazıyorum bilgisayarımda. Yazıyorum, yazıyorum sonra mektup dosyalarımı floppy diske atıp internet kafeden Türkiye’ye yolluyorum. Evde televizyonum olmadığı gibi internetim de yok. Tayland sokakları korsan DVD kaynıyor ama züppe laptopumun CD rom’u çalışmıyor.
Yakışıklı Yaz Aşkı İstanbul’a döndükten sonra akşamlarım sessiz geçiyor. Müzik dinliyorum, kitap okuyorum, mektuplarımı yazıyorum. Başlarda tek başınalık biraz tuhafıma gidiyor, sanki bir noktada bitmeli, eve biri gelmeli ya da çıkıp birileriyle buluşmalıyım. Ama kiminle buluşacağım? Pek arkadaşım yok. İngiliz gençler var, ne dediklerini anlamıyorum ve çok içki içiyorlar. (Sarhoş olduklarında ne konuştukları büsbütün anlaşılmaz oluyor.) Tai arkadaşlarım ise akşamları Tai dizileri seyrettikleri televizyonlarının karşısına kurulup çekirdek çitliyor, beyaz tenli Bangkok insanlarının güzelliğine ah-vah ediyorlar. (Bir öğrencimin teorisine göre belediye Bangkok’taki musluk sularına çamaşır suyu katıyormuş, oradaki insanların tenleri daha beyaz olsun diye. Bizimki gibi geri kalmış bölgeleri ise iplemiyormuş. O yüzden Nong Khai’li kızların tenleri çamur renginde, Bangkoklu kızlar ise taş bebek gibi dolanıyorlarmış ortalıkta!)
Sizin anlayacağınız, akşamlar tek başıma sessiz sakin ufacık stüdyo dairemde geçmeye başladı. Başta yalnızlığımı bir eksiklik olarak görüyordum. Sonra baktım zamanla, okulda işler bitsin de evime döneyim diye bekler olmuşum. Okuldan sonra, tam gün batımında bir parka gidip yogamı yapmaya o aralar başladım. Bir haftalık kurs biterken hocamız Panço bundan sonra artık yogayı kendi kendimize çalışmamız gerektiğini söylemişti. Ben bir zamandır boşluyor ve keşke Pançolar beni yeni kursa alsalar diye hayal kuruyordum. (Kursun 7 kişilik kontenjanı çok çabuk dolduğu için eski öğrencileri yeni kurslara alamıyorlardı. «Hem zaten ne yapacaksın ki aynı şeyleri bir daha öğrenip» diye sormuştu Panço kursa bir kez daha katılmak istediğimi söylediğimde.)
Yogayı hemen orada, gün batımını seyrettiğim parkta kendi başıma yapabileceğim işte o aralar aklıma geldi. Okuldan çıkıp parka bisikletle gidiyor, Nong Khai halkı çevremde koşar, yürür, aerobik ve Tai Chi yaparlarken ben de matımı çimlere serip Panço serisini tekrarlıyordum. Nefes al kollar yukarı, nefes ver öne katlan. Panço’nun seriyi çizdiği çöp adam kağıdının yanı sıra bize sesini de bıraktığını o zamanlarda anladım. Ondan öğrendiğim seriyi çalışırken hocamın sesi kulaklarımda ilk günkü tazeliğiyle duruyordu. Bugün bile (10 yıl sonra) size bu satıları yazarken Panço’nun «Long, even, relaxed full yogic breath» dediğini duyar gibi oluyorum!
İşte böyle başladı içe dönüşler. Okuldan parkta yogaya, yogadan televizyonsuz, internetsiz, insansız eve…Ne uzundu o akşamlar… Yarım saat meditasyon yapmama, erkenden yatmama rağmen ne çok mektup, ne çok kitap sığabiliyordu bir akşama!
Tek başıma geçirdiğim akşamlar bir eksiklikten çok bir ihtiyaca dönüştüler.
Ne cevap vereceğim diye düşünmeden insanları dinlemek de televizyonsuz, eşsiz dostsuz akşamlar kadar yeniydi benim için. Bir de benimle dalga geçenlere yüzüne yapıştırmak üzere daha komik, daha zekice, daha sivri bir cevap düşünmeden iletişim kurmak yeni bir şeydi benim için. Artık aileden mi, kültürden mi, Cihangir’den mi bilmiyorum etrafımda hep birbiriyle dalga geçen, sarkastik yorumlarla birbiriyle bağ kurmaya çalışan insanlara alışmıştım. Ben de onlardan biriydim tabii ve ben de hakkımda yapılan espriyi en fiyakalı cevapla karşı tarafa şutlama konusunda uzman olmuştum. Fikrimce bütün samimiyetleri alıp götüren bu taşlama (tariz) sanatı bende öyle bir alışkanlık yapmıştı ki, kimselerin benimle dalga geçmediği Nong Khai’de bile ben iğne üzerinde oturmayı sürdürdüm. Hani birisi bir yorum yaparsa, sivri bir dilim hazırda olsun, altta kalmayayım. Hem kendimi önemsemediğimi, hem de o benimle dalga geçeni hiciv ustalığımla iki kalemde yere serebileceğimi aleme sergilemek derdiyle hakkımda ne söylendiğini bile doğru dürüst dinlemediğim oldu.
Bu arada anladım ki beni en çok da bu taşlanma endişesiyle hazırda tuttuğum taşlar yormuş. Bu içe dönüş sürecinde onlardan kurtulmak eşsiz, benzersiz bir hafifleme yarattı.
Yarının konusu: Üzüntüye izin ver ve daha nice içe dönüşler…Görüşmek üzere!
Evet ya, benim de o yıllardaki arkadaşlarım aynı şekil iletişim kurardı, herkes yemez içmez birbirine bok atardı, altta kalanın canı çıksındı. Hala nadir de olsa görüştüğümde benzer muhabbetler olur, çok da sıkıcı oluyor. Eskiden nasıl dayanmışım bu gerginliğe ve neden bilimiyorum. Başka türlüsünü bilmediğimiz için heralde. Hele de diğerlerininkine benzemeyen tercihlerin varsa hayatta, boklar büyür. Demek benden 4-5 yaş genç olan sizin takım da bu tip takılırmış Istanbul’da. Acaba istanbul mu böyle yapıyor milleti? Kıymet bilmek, takdir göstermek ayıptır diye bir görünmez veri mi şırıngalanıyor. Vallahi araştırılası. Dünyanın başka hiç bir yerinde görmedim ben bu zersemliği.
Ben de Amerikadan Turkiyeye gelip gittigim zaman hissediyordum benzer bir seyi. Bu taslama, cevap yetistirme baskisini, daha once gormedigim bir sekilde gozume batiyordu. Once sandimki turkcem eskisine gore daha pasli, ben yetisemiyorum onun icin farkindayim, kendimi kotu hissettim; sonra farkettimki aslinda devamli gardimi alip durmayi unutmusum, sonra da aslinda bunun hic de kotu bir sey olmadigini. Cok yalniz vakit gecirdigim donemlerde arkadaslarimi gorunce ben tam anlamiyla konusayim, ya da dinleyeyim ya da…nasil desem, hic bir sey yapmasam bile, gercek olsun istiyorum. Geyige, bu taslamalara falan pek mecalim kalmamis gibi geliyor bana. (Bazen acaba sikici bir insan mi oldum diye aklimdan geciyor gene de :))…
“Ne uzundu o akşamlar… Yarım saat meditasyon yapmama, erkenden yatmama rağmen ne çok mektup, ne çok kitap sığabiliyordu bir akşama!”
aynen böyle hissediyorum ben de yalnız kaldığım günlerde.
çok güzel bir seri oluyor. her satırında kendimden birşeyler buluyorum.
yoganın bende yarattığı ilk etki kontrol üzerinde olmuştu. Herşeyi kontrol altında tutma, doğrular ve yanlışlar, günde iki kahveden fazlası içilmemeliler ve takip eden ızdırap…
sökülüp gidiyor yavaş yavaş.
tepki vermeden mi dinliyorum diye düşündüm yazıyı okuyunca. Bir şekilde bildiğimiz ama gün yüzüne çıkmamış şeylere ışık tutuyorsun.
Ellerine diline sağlık…
Teşekkürler Nevinciğim! Senin de kalemine sağlık.
yazılarını hep takip ediyorum.bazen uzun aralıklar giriyor aralarına, bazen de peşpeşe geliyorlar (hergün). peki nasıl oluyor da, benim dönüşümümle bu kadar eşdeğer bir ritimde oluyorlar…gercekten hayretler içindeyim şuan. ben burda anlattığın dönüşümü yaşıyorum. ama bu sabah itibariyle. ve bu sabah açıp bakıyorum bloguna, yeni yazı gelmiş mi diye ve gelmiş. benim içimi anlatıyor. teşekkürler 🙂
Senin oradaki varlığın benim parmaklarımı yönetiyor Meldacığım…Okurla yazar arasındaki bağ accayip birşey, ben de senin kadar hayretler içindeyim. Şükredelim.
Defne
Bu arkası yarınları çok şahane yazıyorsun gerçekten, eline sağlık. yenisini beklerken eskilerini bir daha bir daha okuyorum :o)
Sen de sağol Elekra Özgür! Sen yorum yazdıkça benim de yeni blog yazasım geliyor!
Sevgiler,
Defne
sizle şahsen hiç tanışmadım, bir kez bundan yıllar önce, sizi HIzır Kamp’ta baş duruşunda dakikalarca kalırken gördüğümü hatırlıyorum. blogunuzu yeni keşfettim diyemem ama kendimi vererek yeni yeni okumaya başladım.Çok tuhaf …. kendimi okuyorum satırlarınızda, duygularımı,iç sesimi. ve bu bana güç veriyor, dünyada benim gibi hisseden insanlar da var çok şükür diyorum.teşekkür ederim…
Ben de size teşekkür ederim! Siz okudukça bana ilham geliyor. Sizin aklınızdaki sorulara benim parmaklarım cevap veriyor. Enteresan bir süreç, ben de hayret ve hayranlıkla seyrediyorum!
(Bu arada artık baş duruşu yapmıyorum! Beni baş duruşunda gören son insanlardan biri siz olabilrsiniz! :)))
Reblogged this on Japonya Bülteni and commented:
Bir Aralık sabahı erken sayılabiliecek bir saatte Chiang-Mai’de konakladığım yerleşkenin sokaklarında dolaşırken dört yanı açık tapınak benzeri ahşap bir yapının -büyükçe bir çardak gibiydi- içinde tek başına yoga yapan birisini görmüştüm. Hareketlerindeki rahatlık, kolaylık ve ahenke hayran kalıp bir süre seyretmiştim. Çevremdeki yeşil ve çiçekli doğadan, kuş seslerinden, ve havadaki hafiflikten daha fazla bir rahatlatıcı etkisi olmuştu üzerimde. Benzer duyguları arada sırada Japonya’da budist rahiplerin yürüyüşünü izlerken de hissederim. Materyalist dünyanın agresif sunumlarından ve kökensiz ilişkilerinden arınmak, kendini dinlemek ve kendinden ötesini keşfetmek için meditasyon Japonya geleneklerinde de var. Zen Budizmi ve diğer mehzepler, Şinto gelenekleri bu ülkenin dünyada bilinen elektronik ve maddeci yüzünü dengeleyen kültürel ögeler. Kendini dinleyerek özünü keşfetme Asya kökenli bir felsefe herhalde. Defne Suman bu yazısında Yoga’nın hayatına girmesi ile davranış ve düşüncelerindeki değişimleri bizlerin günlük yaşantımızda karşılaştığımız durumlarla ilişkilendirerek anlatmış. Okurken “aaa tıpkı benim de hissettiğim gibi” diye düşüneceğiniz enstantanelerin olduğu güzel bir yazı.
Çok teşekkürler desteğiniz ve güzel sözleriniz için! Beni yüreklendiriyorsunuz!
suanda bu yaziyi okuyor olmam..tesaduf olamaz..yeni tasindigim evimde bir basimayim; “… Başlarda tek başınalık biraz tuhafıma gidiyor, sanki bir noktada bitmeli, eve biri gelmeli ya da çıkıp birileriyle buluşmalıyım..”