Ne Heyecanlı Çocuklardık Biz!

 

2011_5_Greece_Turkey_-991
Foto: Aisha Harley

Cumartesi, 15:24, Portland, OR, ABD.

Bunaltmayan ama hangi mevsimde olduğumuza da hatırlatacak kadar sıcak güneş ışınları yaprakların arasından süzülüp yola düşüyordu.Geçtiğim sokaklarda kimsecikler yok. Evler, ağaçlar, çiçekler, yapraklar arasından süzülen ışık. O kadar. Tek hareket ben, bisikletim ve gölgemizden ibaretti. Spotify’dan müzik dinleyerek ilerliyordum. Joan Baez’in yorumu Brothers in Arms çalmaya başladı.

Birden yüreğim sıkıştı.

Zamanında, Joan Baez’e fanatik derecesinde hayranlık duyduğum 14-17 yaş dönemimde bu parça benim için fazla bir önem taşımıyordu. Başka bir grubun bestesi olduğunu biliyordum. 1988 senesinde çıkan Recently albümümün ilk parçasıydı. “Recently”  ise satın aldığım ilk Joan Baez kasediydi. Konserden hemen sonra almıştım. Sonra da elimde kasedimle taş merdivenlerden aşağı uçarak, kulis kapısına dayanmış ve kasedimi imzalatmayı başarmıştım. Çok muhtemel eve dönüp kasedimi teybe koyduğumda duyduğum ilk parça Brothers in Arms idi.

Şimdi dünyanın hâlâ cennet kadar güzel kalmayı bir parçasında, güneş tenimde, kuvvet bacaklarımda, kulaklıklar kulağımda zamanın içinden süzülüp geçerken heyecan ve hüzün arası bir duygu geldi yüreğime oturdu.

Heyecan eskidendi. Hüzün ise şimdiden.

Biz ne heyecanlı çocuklardık! Açık Hava tiyatrosunu ana babalarımızla doldurur, hep bir ağızdan “We Shall Overcome” söylerken nasıl da bütün, nasıl da inançlı, nasıl da umutluyduk. Haydi, bizi bırakalım. Ben heyecanlıydım. Karanlık günler geride kalıyordu. Ben karanlık günlerin karanlığını anlayarak değil sadece sezerek yaşamıştım. Çünkü çocuktum. Çocuklar anlamadıkları şeylerden korkarlar ve korkulacak bir şey varsa onu keskin sezgileriyle de bilirler. (Annemle babam ben yedi yaşaındayken trafik kazası geçirmişlerdi. Arabadaki herkes gibi onlar da hastanelik olmuş, ameliyatlar geçirmiş, günlerce hastanede kalmışlardı ve bana bakan babaanne, nene, hala, dede grubu bunu benden saklamışlardı. Beni korumak için tabii. Ama ben hayatımda o dönemki kadar çok korktuğumu hatırlamıyorum. Bilginin içeriği ne kadar korkunç olursa olsun o bilgiyi çocuktan saklamak kadar korkunç olamaz- çocuğun içinde)

12 Eylül ve ülkenin sonraki yıllarda girdiği dönemin karanlık, işkenceli, sürgünlü, kaçmalı, sıkı yönetimli, gece sokağa çıkma yasaklı, pencereye yaklaşma, o kasetleri sakın sokakta dinleme, bu kitapları yakalım, bunları küvette boğalım, onu da almışlar, bunu da götürmüşler fısıltıları ile bilinçaltıma dolan korku dalgaları 1988’deki Joan Baez konserinden ilk defa çözülüyor, ilk defa korkunun yerini umudun alabileceği fikri yüreğimde açıyordu. Tabii ben bunları anlayacak yaşta değildim. Yüreğimde çok güçlü bir heyecan duyuyordum, o kadar. Dünyaya geliş nedenimi ve insanlık içindeki yerimi bulmuş gibi bir his.

Üstelik yalnız değildim. O yıldızlı güzelim 15 Temmuz gecesi (29 sene önce bugün- Spotify’ınbulutam da bugün çalmak için bana Brothers in Arms’ı seçmesi  bir tesadüf mü yoksa Tanrının göz kırpması mı? ) Açık Hava Tiyatrosu’nu yedi bin kişi doldurmuştu, (Önceki gece ve sonraki gece de. İstanbul konserleri üç gece üst üsteydi.) İki gün sonra Ankara Hipodrom konseri bir gecede elli bin kişiyle açık bize fark atacak ve Ankara’ya gitmediğim için kahrımdan ağlayacaktım.

Biz hepimiz, yedi binler, on binler, elli binler, milyonlar biz hepimiz heyecanlıydık. Joan Baez “Şimdi sesimi duvarların dışında kalanlara ve duvarların içine tıkılanlara yolluyorum” diyordu. Çıt çıkarmadan dinliyorduk ki sesi gitsin o duvarların ardına. Herkesin bir teyzesi, bir uzak amcası, bir sevdiği duvarların ardındaydı hâlâ. Ama biz çocukluğumuza musallat bir karabasandan kurtuluyorduk. Biz, bir araya geliyorduk. Taksim meydanındaki Bulutsuz Özlemi konserinde Acil Demokrasi diye bağırıyorduk mesela. Elden ele “Haziran’da Ölmek Zor Berivan” kasedi dolanıyordu, yasakmış, korsanmış, aman ortalık yerde çalmayın diye diye. Şebnem İşigüzel yaşıtımızdı. Hanene Ay Doğacak kitabının sansürlü satırları siyah bantla kapatılmıştı. İnadına gidip kitabı alıyor, satırları örten siyah bantların ardındaki hikayeyi sınır tanımaz hayal gücümüzle tamamlıyorduk.

Doğduğumuzdan beri ismini duyduğumuz, yazılarını okumasak bile ismini duya duya büyüdüğümüz, bir uzak akrabamız gibi sevip, yakınlık duyduğumuz Uğur Mumcu katledildiğinde hep birden, ülkeyi kucaklayan koca bir ağ gibi sokaklara döküldük, yağmura, kışa, çamura aldırmadan omuz omuza yürüdük. Döktüğümüz gözyaşı içtendi. Bir amcamız ölmüş, öldürülmüştü. Biz karnında korkuyla büyüyen çocuklardık. Onu karnımıza geri koymalarına izin vermeyecektik. Islak saçlarımızla üzgün ama yine de heyecanlıydık.

Zülfü Livaneli yeniden sahneye çıkıyordu ve biz yumruğumuzu yıldızlı gökyüzüne kaldırdıp defalarca, hiç doymamacasına, hiç susmamamcasına “Ey Özgürlük!” diye bağırabiliyorduk çünkü. Bağırdığımızla kalmayıp, üniversitelerde türban yasaklanınca kampüs kapılarında türbanlı arkadaşlarımızla beraber bekliyorduk. Erkek arkadaşlarımız başlarına türban takıp da yasağı protesto edince hep beraber gülüyorduk. Gençtik, umutlu, heyecanlıydık. Hepimiz özgürlüğe inanıyorduk. Her insan dileğidiğince yaşayabilmeliydi. Onurlu, adil, eşit bir düzende…

Elbette, bize gözdağı veriyordu birileri. Koca bir sistem. Koca bir düzen. Aziz Nesin’i gözümüzün önünde yakmak istiyordu mesela. Şairleri, yazarları, dostlarımızın babalarını yakıyordu da. Ekran karşsında donup kalıyorduk. Hayır doğru olmasın, diye dua ediyorduk. Bizim Zeynep’in babası olmasın… Yanlış duymuş olayım. Pınar Selek’in harcanmış hayatı bize verilmiş koca bir gözdağıydı. Sincan’dan tanklar geçiyordu güpegündüz. Türbanların yerine peruk takmak zorunda bırakılıyordu sınıf arkadaşlarımız. Fahişelere tecavüz eden daha az cezalandırılsın diyordu başkaları. Karşı apartmandaki üniversite öğrencisi kızlar saçlarından sürüklenerk evlerinden alınırken kayda geçirelim diye isimlerini bağırıyorlardı. Balkonlarda donup kaldığımızda, en azından öldürülmediler, diye içimizden geçiriyorduk. Yargısız inhaz kulaktan kulağa fısıldanan sözcüklerden biriydi.

Tüm gözdağına rağmen direniyorduk.

Joan Baez her yıl geliyordu. Biz her yıl biraz daha büyüyorduk. Saat 21:00’de ışıkları açıp kapatıyor, komşularla selamlaşıp gülüşüyor, tencere tava vurarak pencerelere çıkıyor, o da kesmezse elektro gitarlarla balkonda konser veriyorduk. Derin devlet, mafya, faşist bağlantılarına tahammül etmeyeceğimizi dünya aleme duyurmak için hep beraberdik. “Bir ülkenin bodrum katında kirli bir savaş varmış,” diye Teoman’la beraber söylerken çocukluğumuzdaki karanlık korkuyu anımsatan bir şeyler kasılıyordu karnımızda. Bize anlatılmayan karanlık bir sır vardı bir yerlerde. Onu da yeneceğimize inanıyorduk. Tünelin ucunda muhakkak ışık vardı.

İşte bir anda, bir tanecik “Brothers in Arms” ile bunların hepsi doluşuverdi aklıma. Birden üzerinde çalışmaya başladığım yeni romanımın gençliğe ve umuda yazılmış bir ağıt olduğunu kavradım. Her ikisini de yitirdik. Biz. Yedi binler, elli binler, milyonlar. Bir zamanlar omuz omuza şarkı söyleyen bizler. Her birimiz ağıdımızı kendi başımıza yakabiliriz şimdi. Ağıdı yakılmayan kayıplar çünkü hayalet gibi hayatlarımızın üzerinde gezinir çünkü, musallat olurlar. Bize. Ve sonraki kuşaklara.

 

Not: Tüm kayıplara ve ağıtlara rağmen yaşama sevincim eskisi kadar güçlü benim. Joan Baez’in bana 29 yıl önce yazdığı mektubunda söylediği gibi “hiç bir şey için çok geç değil ve  hâlâ yapılacak dünya kadar işimiz var.”

Şimdi sizi gidemediğim için çok ağladığım Ankara konseri görüntüleriyle baş başa bırakıyorum.

 

 

 

 

 

 

One Night Stand

Sinan yatakta dönüp uykusunun arasında homurdandı. “Kolum uyuştu, en felaket şey”. Bir süredir uyku ile uyanıklık arasında salınan Burçak, onun bu sabah pek kötü göründüğünü farkedip, gözlerini kapadı. Akşamdan kalma. Sırtını döndü. Sinan uyuşan kolunu uzatıp onu kendine çekti. Yorganın altında tenleri birbirine değdi. Tadı her seferinde yeniden hatırlanan tanıdık bedenler birbirlerine sokuldular.

Dün gece Sinan’ı kendisi çağırmıştı. Telefonuna kısa bir mesaj atması yetmişti. Yuva Apartmanı. Gece ilerleyip de mesajına cevap gelmeyince, Sinan’ın herhalde işini gücünü veya –varsa- sevgilisini ayarlayamadığını düşünüp yatmıştı. Kaç zamandır artık birbirlerinin ilişkileri ile ilgilenmiyorlardı. Evli değildi Sinan o kadarını biliyordu. Burçak ile ilişkisini sevgililerine anlatmadığını da tahmin ediyordu.

Sırtına  Sinan’ın hafiften yağlanmış göbeği değdi. Bu göbek artık onu rahatsız etmiyor. Hoşuna bile gidiyor mu ne? Kilo aldığını ilk farkettiğinde nasıl bozulmuştu oysa! Biz büyür, dünya değişirken Sinan aynı kalmalıydı sanki. Filinta gibi çocuktu Sinan bir zamanlar, evet ama, çocuktu işte o zamanlar. Çok eskidendi.

Burçak’ın müdavimi olduğu bir rock barda Cumartesi geceleri Sinan ve grubu sahne alırdı. O sahneye çıkan her erkek gibi Sinan’ın da bir tılsımı vardı. Şarkı aralarında gitarının tellerine tutturduğu sigarasından öyle bir nefes çekerdi ki mesela, kızların çoğu -Burçak da tabii- sırf onunla aynı anda o zevki tatmak için yanlarında paket taşır olmuşlardı.

Şimdi yanında söylenerek uyuyan bu akşamdan kalma adam, sahneden kadınları vakum gibi kendine çeken, sevgililer arasında kavgalara yol açan efsanevi Sinan’dı. Uzun saçlı, ince yapılı, sert bakışlı. Mesafeli duruşu utangaçlığındanmış gerçi ama o vakitler ‘’cool’’ yapıyor sanırdı Burçak ve arkadaşları. Uzaktan bakıldığında sertliği ve esrarengiz havası hormonları zaten başlarına vurmuş on sekizlik taze kadınları fena kızıştırırdı.

Burçak sonradan -onun evine gittikleri ilk gece- Sinan’ın sertliğini bir anda iptal eden Kemal Sunalvari bir gülümsemesi olduğunu da hayret –biraz da hayal kırıklığı- ile farketmişti.

Sinan sahneden inince onu izleyen bakışlarından habersizmiş gibi doğruca bara yürür, arada rastgeldiği bir kaç tanesini de içten ama çabucak selamlar uzaklaşırdı. Gecenin sonlarına doğru bir taze bulur, onu peşine taktığı gibi haset ve sitem yüklü iç çekmelerin arasından geçerek çıkar giderdi. Kalacak bir yer ayarlardı mutlaka. Hala annesi ve babası ile aynı evde yaşadığını gerekmedikçe ortalıkta konuşmazdı.

O bar gecelerinin birinde “şu gitarist  çocuk var ya” dedi Faruk kulağına eğilerek “seni sordu bana”. Faruk Burçak’ın hem okul hem de gece gezme arkadaşıydı. “Ne?” diye bağırdı Burçak kendini tutamayıp. Faruk bilmiş bilmiş sırıttı. Burçak birasından koca bir yudum aldı.

Ya Sinan birazdan yanlarına gelecekse?  Bir yudumda bardağın kalanını mideye indirdi. Nasıl tavlayacak Burçak’ı? Tavlanmak çok istiyor ama ailenin kadınlarından hep duyduğu üzere istediğini belli etmemesi gerekiyor. Belli etmeyecek mi, yoksa istemiyor gibi mi davranacak? Burçak dozunu bilmediğini farkedip telaşlandı. Sinan’ı kaçırmamalı.

Tanımadığı bir adamla geceyi geçirmek bir yana, Burçak’ın lise sonda yaşadığı mutsuz aşk macerasını saymazsak, doğru dürüst bir ilişki tecrübesi bile yoktu. Bunu kimselere, Faruk’a bile söyleyememişti. On sekiz yaşını doldurup, tek gecelik aşkların pek popüler olduğu bu çevreye girdiğinden beri ilk ‘’one night stand’’ini yaşayacağı anın hayalini kurup duruyordu. Evet, Sinan’ı kaçırmamalı.

Burçak’ın acemi lise sevgilisi ile yaşadığı yarım yamalak sevişmeleri hiç bir seferinde orgazmla bitmemişti. Burçak için orgazm kendi kendine yaşadığı bir şeydi. On beş yaşında parmaklarını ilk defa içine daldırıp da gövdesinin merkezinde saklı o zevkle karşılaştığında şaşkına dönmüştü. Bu kadar kuvvetli bir zevk üretebilen kendi bedeni miydi? Demek ininde uyuyan bir kaplan gibi kendini saklamıştı o zevk. O günden beri dizginlerinden kurtulmuşcasına yeniden yeniden uyanmak, merkezden fişek gibi yükselip çevreye dağılmak, ardı ardına patlamak istiyordu. Diğer yeniyetmelerin de aynı yollardan geçtiğinden habersiz Burçak, evin boş olduğu anlarda –biraz utanarak- hemen perdeleri çekip yatağa giriyor, o çığlık içinden kurtulana kadar kendini seviyordu.

Artık o zevkin bir erkek tarafından kendisine sunulmasını istiyordu. Yükselirken öpülmeyi, okşanmayı, bir bedenin sıcaklığı altında ezilmeyi özlüyordu.

Sinan’ın Kadıköy tarafındaki evine doğru yol alırken müzik dinlediler. Sabaha karşı o saatte köprü bomboş, yeni açılmış TEM otoyolu sekiz şeridi ile fazla geniş göründü Burçak’ın gözüne. Yolların ıssızlığından mı neden içi titredi.

Sevişmeye başladıklarında tutuktu. Sinan’ın annesi babası tatilelermiş. Ev dağınık, soğuk ve birbirine uymayan zevksiz eşyalarla döşenmişti. Burçak ister istemez annesinin gözünden etrafa bakıp, kimlerle düşüp kalktığını sordu kendine.

Bir de ayrıca kendini yetersiz ve bigisiz buluyor, Sinan’ın eve getirdiği diğer kadınların ‘’teknik’’leri kim bilir ne iyi olduğunu düşünmekten öpüşlerine doğru dürüst karşılık veremiyordu. Sinan’ın bedenini tanımayan elleri, hassasiyetten yoksun dokunuşları ve öpüşlerini yadırgıyor, hani neredeyse “olsun bitsin, ben eve gidince kendi orgazmımın çaresine bakarım” diye düşünüyordu.

Sonrasında sessiz sessiz yanyana yatarken, kendini konuşmak zorunda hissetti. Biraz önce bedenlerinin en derininden birbirlerine bağlanmışlar ama bağ kuramamışlardı. Kardeşi var mı acaba? Uzun bir ilişkisi yaşadı mı? Hiç aşık oldu mu? Aklına gelen soruların hepsini aptalca buldu. Zekice bir laf araken, bakışlarını tavandan ayırıp Sinan’a döndü. Sigara içiyordu. Sol kaburgalarının hemen altında açık kahverengi bir doğum lekesi vardı. Parmağının ucunu dokundurdu.

“Acıktım ben. Tost yapalım mı?”.

***

Yeni binyıl başlarken rock barlar klüplere yenik düştü. Sahne djlerin oldu. Uzun saçlar kesildi.İç mekanlarda sigara yasaklandı. Kazara hamile kalanlar doğurmaya başladı. Biranın yerini viski aldı. Burçak ile Sinan sevişmeyi başkalarından öğrendiler. Sinan tek gecelik aşklarından, Burçak uzun soluklu ilişkilerinden. Yeniden bir araya geldikleri gecelerde birbirlerini değil kendilerini yatakta daha iyi tanımaya başladıkları için sevişmeleri güzelleşti.

Burçak bu süreçte seksde teknikten çok narsistliğin işe yaradığını öğrendi. Özellikle Sinan ile beraber olduğu gecelerde, sevişmelerine bir anlam yükleme gereğini hissetmediğinden, sadece kendi zevkine odaklanabiliyordu. O zaman Sinan da  heyecanlanıyor, kendini kaptırıyor, bedenlerinin merkezinden başlayan bağ dudaklarına, ellerine, benliklerine yayılıyordu.

O heyecanla, “ah sen benim gizli sevgilimsin, yıllarca sana geleceğim, hep hep hep bulacağım” diye fısıldıyorlardı birbirlerinin kulağına.

***

Yattığı yerden hesaplayınca hayatının ikinci yarısının tamamına Sinan’ın eşlik ettiğini fark etti. Ön planda dolu dizgin yaşananlara katılmadan, karışmadan, düzensiz bir sıklıkta yatağına girip çıkmıştı bu adam. Kedisi gibi.  İlişkileri olsun ikisi de istemişti. Başlarda konuşacak bir şey bile bulamazlardı. Ama saf bir cinsel çekim de değildi onlarınki. Tanıdık uzak bir memleketti Sinan ile geçirdiği geceler. Aşkların cinselliğe yüklediği anlamlardan arınmış, işveli bir şehvetti. Sadece sevişmeleri değil, yatak sohbetleri, kahvaltı hazırlıkları, kanepeye yayılıp gazete okudukları vakitler, hepsi, sahici benliklerinin nadir ifadesi değil miydi?

Dün gece kapı çaldığında, Burçak açık pencereden yatağına süzülen hafif rüzgar eşliğinde uyuyordu. Sinan’ın saçlarından leş gibi sigara kokusu geliyordu ve dudaklarında viski tadı. Burçak gece hayatından elini ayağını çektiğinden beri sigaraya da sarhoşluğa da tahammül edemez olmuştu. Sinan kapının eşiğinde onu öperken pişman oldu onu çağırdığına. Tertemiz yatağında Sinan. Şimdi evde sigara içmek de isteyecek bu kesin.

Burçak’ın uykusunda dağılmış saçlarını aralayıp yüzüne bakan Sinan onun pişmanlığını sezdi mi? Yok canım, sarhoş belli ki. Burçak’ın beline sardığı bir elini çekmeden, diğer eli ile kapıyı kapatıp, yüzünü öpe öpe onu yatak odasına kadar yürüttü, tek kelime etmesine izin vermeden yatağa indirdi.

Burçak kıkırdamak ve inlemek arasında gidip gelirken yumuşadı, bir insana direnmeden, onu olduğu gibi içine almanın özgürlüğüne gömüldü. Temiz çarşaflarına doğru Sinan’ı çekip buram buram gece hayatı kokan boynuna yüzünü gömdü, bir gecelik teslim oldu.